Son dönemde, bir metot hâline getirdik, görüşlerimizi maddeler şeklinde yazıyoruz. Bazan kolaylık sağlamıyor olsa da, konuya doğrudan girmek açısından faydalı oluyor gibidir.
Bunun bir nedeni, içinden geçilen dönemde, at izi ile it izinin birbirine karışması sonucu, kendi görüşlerimizi daha anlaşılır biçimde ifade etme isteğidir. Yani, bir nevî altını çizme meselesi olarak da bakabilirsiniz. Bazan, bir konuda, konuşmanızın bir yerinde, sizin söylediklerinizin, başkalarının söyledikleri ile karışması çok mümkün oluyor. Bakıyorsunuz ki, emperyalizmle göbek bağları çok gelişmiş bazı isimler, “emperyalizm”den söz ediyorlar. Gerçek bir anti-emperyalist ile, böylelerini karıştırmak, dikkatsiz birisi için mümkündür. İkinci nedeni, siyasal analiz yapan “uzmanlar”ın, mantar türlerinin yarışamayacağı kadar hızla çoğalıyor olmasının beraberinde getirdiği, “dinlemekten” bıkmadır. Maddeler, en azından göz atmaya olanak veriyor. Ve doğrusu, maddeler, “konu başlıkları”nı da netleştirmeye olanak veriyor. Hele ki, bu yazının başlığındaki gibi kapsamlı konular ele alındığında, bu daha da önemli oluyor.
Kabul etmemiz gerekir ki, böylesi maddeleştirmeler, her zaman olmasa da, bazan, yazım dilini, edebî değer açısından olumsuz etkiliyor. Bunu elbette bir özür olarak da kabul edebilirsiniz.
1-
Kürt devrimi, 12 Eylül karşı devriminin içinden kendi çıkışını yakalayarak, büyüterek çıktı. Aynı dönemde, Türkiye devrimci hareketi, ağır darbeler alıyordu ve doğrusu darbelerin en büyüğü, ideolojik alanda alınan darbeler idi. Kemalizm ile, daha doğrudan söyleyecek olursak, devlet ile bağlarını kesememiş devrimci hareket, sonuçta, ağır yenilgi ile kolayca geriletilmiş oldu. Ve SSCB yenilgisi, bunun üzerine binmiştir. SSCB yenilgisinin, dünyanın farklı coğrafyalarındaki devrimci hareketlere etkisi, kuşkusuz farklı olmuştur. Ama ülkemiz sol hareketini, en çok ideolojik açıdan etkilemiş, 12 Eylül ile başlayan sosyalizmin bittiği propagandası daha etkili hâle gelmiştir.
1992 yılı, Kürt devrimi açısından bir dönüm noktasıdır. Kürt devrimi, “ilk aşamasını”, yani ulusal bilinç oluşumu anlamındaki aşamasını, özgün biçimde çözmüştür. Bunun tarihi 1992’dir. Kürt sorunu, 4 parçalı ve bölgemizi saran bir sorun olduğu için, bu “ulusal bilinç” meselesinin çözülmesi, bir “ulus devlet” ile sonuçlanmamıştır. Bölgenin yapısı ve tarihi bu açıdan önemlidir. Kürtlerin yaşadığı iki coğrafyadaki devletler, kendileri de sömürge olan devletlerdir: Türkiye ve Irak böyledir. Suriye ve İran’ın daha özgün bir yapısı olduğu kabul edilmelidir. Dahası, Kürt devrimi, ağırlıklı olarak PKK önderliğinde Türkiye Kürdistanı’nda gelişmiştir. Türkiye bir NATO üyesidir. Ve nihayet, SSCB’nin çözülmesi ile başta 5 emperyalist güç olmak üzere, emperyalist güçler arasında paylaşım savaşımı başlamıştır. Bu paylaşım savaşımı da, sorunun “ulusal” aşamasının özgün anlamda çözümünü, “ulusal bilinç” geliştiği hâlde, devlete dönüşmemesi meselesini etkilemiştir.
Bu özgün “çözüm”, birçok kişi tarafından çözülmemiştir şeklinde ele alınabilir. Bir ölçüde de realiteye uygundur. Ama, 1992’de Kürt halkı, esas itibarı ile, mücadele ile haklarını almıştır. Bunun siyasal ve hukukî yapıya kavuşması ayrı bir meseledir.
Bu aşamada, nesnel olarak, Kürt devriminin önünde; a- kazanımları siyasi-hukukî bir yapıya bağlamak, kavuşturmak, b- daha ileriye giderek sosyalist bir Kürdistan için, bölge devriminin kaldıracı olabilmek alternatiflerini görebiliriz. Devrime katılan “yeni” unsurlar, orta sınıflar, elbette bir ulus devlet de dahil, özerklik de dahil bir hukukî-siyasi yapı talebi ile sınırlı tutum almışlardı. Hâlâ da böyledir. Kaldı ki, bu “gereksiz” gibi bir tutumla konuşmuyoruz. Kürt halkı bunu uygun görüyor ve bununla yetinecekse, elbette bize kabul etmek düşer. Ama, Kürt devrimi, daha ileri gitmenin olanaklarını taşıyordu ve bugün de taşımaktadır. Bunu daha fazla istediğimizi söylemek durumundayız. 1992’den bu yana, oldukça çetin bir mücadele yürüdüğü de açıktır. Bu mücadele, bir yandan, Kürt halkının her kazanımını gasp etme amacını da gütmektedir. Ama en çok, işin sosyalizme evrilmesinin önlenmesi hedeflenmektedir. Ve bu konuda, tüm egemenler, sadece bölgedeki devletler değil, onların efendileri emperyalist odaklar da hemfikirdir. Ve Kürt devriminin bu ikili durumu gözardı etmesi, elbette saçma olurdu, hâlâ da saçma olur.
2-
Emperyalist efendiler ve onların uzantıları, Kürt devrimine karşı Barzani oluşumunu desteklediler, desteklemeye de devam etmektedirler. Barzani, Kürt devriminde, gericiliğin, aşiret ilişkilerinin ve kapitalist köleliğin, emperyalizmle uzlaşmanın temsilcisidir. Bunu kabul etmeyen de yoktur. Ama Irak Kürdistanı’ndaki yapılanma da bir realitedir.
Bugün, biz birçok nüansı ihmal etme pahasına, Barzanici eğilim ile devrimci eğilimin Kürt sorununda iki ayrı cephe olduğunu söyleyebiliriz.
3-
Suriye savaşı, emperyalist paylaşım savaşımının, bölgemizde yeni bir aşamaya yükselmesi demektir. Suriye coğrafyası, ABD-İngiltere-Türkiye-Suudi Arabistan-İsrail ve daha başka bölge devletleri eli ile, tahrip edilmiştir.
Rusya’nın savaşa doğrudan dahil olması, Çin’in de desteği ile, hem dünya çapındaki savaşın büyüdüğünü göstermiştir, hem de ABD’nin Rusya ve Çin’i etkisiz kılarak, Batılı ortaklarına (aynı zamanda paylaşım savaşımındaki rakiplerine) pastadan pay vererek, kendi istediklerini alma girişimidir. Rusya ve Çin’in savaşa aktif katılımı, Suriye savaşını, Çin denizine, Ukrayna’ya, Venezuela’ya kadar yaymıştır. ABD, açıkça Rusya ve Çin’e karşı “ortaklık” aramış, bu arada ise, kendi payını ve kurallarını diğer emperyalist güçlere (İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya’ya) dayatma olanağını oluşturmak istemiştir.
Suriye savaşının seyrinin ABD’nin istediği gibi gitmemiş olması, bu planları istediği gibi gerçekleştirmesini şimdilik önlemiştir.
Bu nedenle, bu savaşa, Suriye savaşına “vekâlet savaşı” demek doğru değildir. Bu ABD adına doğrudur, İngiltere adına, Türkiye adına, İsrail adına, Suudi Arabistan adına, bir yere kadar doğrudur. Ama Suriye, İran, Çin ve Rusya cephesi için doğru değildir.
ABD adına vekâlet savaşı yürütenler, en başta IŞİD unsurlarıdır. Adları ne kadar değişirse değişsin, bunlar ABD ve ortaklarının unsurlarıdır. Bunlara, İsrail ve Türkiye’yi, Suudi Arabistan’ı ve başka bölge devletlerini eklemek mümkündür. Ama Suriye halkları, sadece devleti değil, halkları da, bu savaşta kendileri için savaşmışlardır, hâlâ da kendileri için savaşmaktadırlar.
IŞİD çetelerinin Kürtlerin, Ezidilerin, Süryanilerin ve bölge halklarının üzerine sürülmesi, kim ne derse desin, doğrudan ABD planlarının, onun uzantısı olan İsrail, Suudi Arabistan ve Türkiye devletlerinin doğrudan işidir.
Elbette ABD, bu savaşta elini en az kirleten, Türkiye de en fazla kirletendir.
Kürler başta olmak üzere, halkların üzerine IŞİD çetelerini sürmeyi başaran ABD, bu nedenle, hâlâ Kürtlerin hamiliğine soyunabilmektedir.
Zira savaşın bir aşamasında Rusya devreye girdikten sonra ve Kürtlerin aktif ve militanca mücadelesi IŞİD çetelerini püskürttükten sonra, Suriye devlet güçleri kendini biraz topladıktan sonra, ABD, Kürtlerin “dostu” rolüne bürünmüştür. Oysa gerçekçi analiz, Kürtlerin kendi güçlerini kullanarak katliamları önledikleri şeklinde olmalıdır. Rojava devrimi budur.
ABD, bu devrimi “ehlileştirmek” ve Barzani güçlerinin kontrolüne vermek için, az mücadele etmemiştir. ABD, açık olarak, kendine ve Barzani’ye bağlı bir Kürt oluşumu için uğraşmaktadır. Böylece, hem Irak Kürdistanı’nda, hem de Suriye Kürdistanı’nda Barzani güçleri egemen olabilse idi, Türkiye parçasındaki sosyalist eğilimler de dengelenmiş olacaktı. O zaman Türkiye parçasındaki Barzani güçleri de güç toplamış olacaktı. Böylece ABD, Suriye sahasında, kendi varlığı için bir temel arama peşindedir. ABD, bunun dışında Kürt halkının dostu vb. olamaz. Bugüne kadarki tarihi, bunun açık kanıtıdır. Hiçbir emperyalist güç, en başta da ABD, bir halkın mücadelesine destek olarak görülemez, garantör olarak ele alınamaz.
TC devletinin Afrin ve Münbiç bölgesindeki işgali, gerçekte bu amaca hizmet etmektedir. TC devleti, kendi adına, “terör” tehdidinden söz ede dursun, gerçekte, bu işgal hareketi, en başta ABD adına yapılmıştır. Elbette, bu işgaller, TC devletinin Saray Rejimi organizasyonunun, yeni Osmanlıcı heveslerinin de devamıdır. TC devleti, bir anda, “misak-ı milli” sınırlarını, Suriye topraklarına kadar uzatmıştır ve doğrusu ardından, bunu başarabilse idi, Kerkük ve Musul meselesi de gündeme gelecekti. Zaten, Irak Kürdistanı’ndaki güçleri-üsleri, bu amaçla oradadır. “Pençe harekâtı” tamamen bu işgal girişiminin kodlarını vermektedir. Bu anlamda içeride yürütülen Kürtlere karşı katliam siyaseti de bunun devamıdır ve ABD’nin bu politikaları onaylamadığını düşünmek saflık olacaktır. 2015’te barış masasının dağıtılması ile, bunun açık ilişkisi görülebilir durumdadır.
4-
Bugünlerde Suriye savaşı, yeni bir aşamaya evrilmiştir. İdlib savaşı diye anılabilir. İdlib, gerçekte neden bu denli önemlidir? Çünkü, TC devleti için, IŞİD unsurlarını kullanabileceği ve Suriye topraklarında kalıcı olmasını sağlayacak yer İdlib olarak görülmektedir. İster “ulusalcı”, ister “Ergenekoncu”, ister “İslamcı” olsun, TC devletinin tüm güçleri, Saray Rejimi, bu amaçla oradadır. Elbette efendileri ABD, savaşın bu yönde sürmesini ve Suriye savaşının bitmemesini istemektedirler. ABD, kendi adına bu işi yapmaya hevesli TC devletini sahaya daha etkin sürmek istemektedir.
İdlib’in bir önemi budur.
İdlib, öte yandan, IŞİD’in son yeridir. Esad, IŞİD’in son kalesi demektedir. Bu sahada, Soçi ve Astana mutabakatlarına rağmen, TC ordusu, IŞİD güçlerini kontrol etmek bir yana, açıkça desteklemektedir. Bu destek de yeni değildir. Bu destek, savaşın en başından beri vardır. Saray Rejimi, IŞİD güçlerini, içeride sadece Kürdistan’da değil, Batı’da da kullanmaktan geri durmamıştır ve bu yolla gerçekleştirdikleri katliamlar, unutulmuş değildir.
Dahası, içeride oldukça zor duruma düşen Saray Rejimi, kendi varlığını sürdürebilmek için, ABD’nin emirlerini bir bir yerine getirmek ve savaş müptelası gibi, savaşa daha fazla sarılmak zorunda hissetmektedir. Bunun da bir gerçekliği olduğu kabul edilmelidir. Saray Rejimi, çöküşünü görmektedir. Bunca katliamdan sonra, ayakta durabilmek için, ABD desteğini alabilmek için savaş naraları atmak zorundadır.
İdlib savaşında, Şubat ayının son haftasında yaşanan gelişmeler, TC ordusunun Suriye güçlerine karşı, IŞİD çeteleri ile aktif savaşa tutuşması, on binlerce askeri oraya yığması bu çaresizliğin de sonucudur.
İdlib düştüğünde, TC, işgal bölgelerinden çekilme sorunu ile yüz yüze kalacaktır.
İşte bu nedenle, bu denli riskli ve saldırgan bir tutum takınmaktadır. Astana ve Soçi mutabakatlarını hiçe sayması, ABD teşvikleri ile olduğu kadar, bununla da ilgilidir. İdlib’de saldırırken, aynı anda, Kürt bölgelerine karşı da atak yapmaktadır. İşte, 27 Şubat akşamı, Suriye ve Rusya güçlerinin saldırıları ile, büyük kayıplar veren TC devletinin bu politikaya bir “mola” vermek üzere Moskova’ya gitmesi bu nedenledir.
Moskova’dan, kuşku yok ki, yeni bir mutabakat ile geri dönmüşlerdir. Bu yeni mutabakatta, M4 karayolunu boşaltma kararı vardır. TC devletinin buna ne denli uyacağı, IŞİD çetelerini bundan sonra nasıl kullanacağı aslında sır değildir.
Artık, bir yandan, IŞİD güçlerinin temizlenmesi meselesi, bir yandan da TC ordusunun işgal bölgelerinden çekilmesi meselesi, savaşın bu yeni aşamasının önemli bir konusu, gündemi olacaktır.
Suriye’nin yeniden “imarı”, siyasal anlamda da, ekonomik anlamda da, geciktirilmek istenmektedir. Çünkü ABD’nin bölge planları sadece Suriye sahası ile sınırlı değildir. Meselenin içinde İran meselesi de vardır.
5-
Kürt sorunu, bölgenin en önemli sorunudur. Elbette, Filistin sorununu da eklemek gerekir. Her iki sorun da “uluslararası” bir nitelik kazanmıştır
Her iki sorunun da, ama özellikle Kürt sorununun çözümü açısından, en önemli mesele, bölgeden tüm emperyalist güçlerin çekilmesi ya da sökülüp atılmasıdır. Bunu söylemek kolay derseniz, kabul ederiz. Söylemesi kolay, gerçekleştirilmesi oldukça zor olsa da, gerçek budur. Bu gerçek yokmuş gibi, bir emperyalist güce dayanarak çözüm aramak, çözüm bulduğunu iddia etmek, körlüktür, emperyalist köleliğin bir başka biçimine razı olmaktır.
Bu elbette devrimci bir savaş demektir. Zaten yapılmakta olan da budur.
Şimdi, tüm bölge halklarının, ortak, koordineli anti-emperyalist mücadelesini yükseltmek en önemli sorundur. Bunun önündeki en büyük engel ise, Kürt devrimi dışında, Kürt halkı dışındaki halkların örgütlülüğünün zayıf olmasıdır. Bu zayıflık, bölgede emperyalist güçlerden birine dayanma arayışlarını da güçlendirmektedir.
Bu denektir ki, bu daha çok, bizim, Kürt devrimi dışındaki devrimci güçlerin savaşkan bir tutum geliştirebilmesinin önemi artmaktadır. Elbette, bunun sorumluluğunu duymadan, bu konuda konuşmak, gevezelik dışında bir anlam ifade etmez.
Bu açıdan Irak’ta gelişen direniş, önemlidir. Lübnan’da gelişen direniş önemlidir. Ama daha da önemlisi, bölgenin iki büyük işçi sınıfının yer aldığı, Türkiye ve İran’da gelişecek devrimci direniş olacaktır.
İşçi sınıfı, tüm bölgede, ayağa kalkmalıdır. Bunun önemi, sadece mücadelenin seyrinin sosyalizme doğru değişmesi anlamına gelmesinden gelmiyor, aynı zamanda, devrimci direnişin yerleşik, sürekli bir hâl alması ve istikrarlı biçimde büyümesi açısından da çok önemlidir. Bu açıdan da önemli olanaklar ortaya çıkmaktadır.
Savaşa, katliamlara, emperyalist oyunlara son vermenin, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya yaratmak üzere bölge devrimini geliştirmenin başkaca yolu yoktur.
6-
Saray Rejimi çözülmektedir.
Erdoğan iktidarına, “tek adam diktatörlüğü” demek artık geride kalmıştır, kalmalıdır. Erdoğan, Saray Rejimi’nin oyuncularından biri, belki de en önemsizidir.
İdlib savaşında, Suriye topraklarında, Libya’da kendi ömrünü uzatmak için “atılımlar” yapan Saray Rejimi, bunu artık sürdürebilir durumda değildir. İçeride, burjuvazi, emperyalist güçler dahi, Erdoğan sonrasına bakmaktadır.
Sadece Erdoğan sonrasına da değil.
Bugün, Saray Rejimi adını verdiğimiz bu yapılanmanın sürdürülemeyeceğinin genel bir kanı olması boşuna değildir. Bu noktada, elbette Saray Rejimi, “pes” diyerek kenara çekilmeyecektir. Savaşı yoğunlaştırmak için dışarıda yaptıkları “çılgın” hamleleri, içeride baskı ve şiddet, katliam politikaları ve karartma siyaseti izleyecektir.
Ama artık, bu konuda, değişik dozlarda, farklı biçimler altında bir direnişin gelişmekte olduğu da görülmelidir. Bu bir gerçekliktir. Bunun barikat savaşlarına dönüşmemiş olması, direnişin önemini azaltmaz. Durumu olduğu gibi görebilmek gerekir.
Bu açıdan doğru politika, direnişi yaygınlaştırmaktır.
Direnişi yaygınlaştırmadan, “demokrasi ittifakı” ile CHP’nin kuyruğuna takılmak doğru bir rota olmayacaktır. Direniş yaygınlaştırılmadan, “demokrasi ittifakı”, aslında burjuva çözümlere kapı aralayacaktır. Ve bu, daha iyi bir düzen anlamına hiç gelmeyecektir.
Egemenler, içinde bulundukları siyasal ve ekonomik kriz koşullarından bir çıkış yolu aramaktadır. Ne ekonomik krize ne de siyasal krize çözüm bulabilecek durumda değildirler.
Dahası, emperyalist paylaşım savaşı, yeni İdlib mutabakatları ile sona ermeyecektir. Bu savaş, kapitalist-emperyalist sistemin tükenişinin, krizinin sonucudur. Burada kriz, büyük anlamda bir çöküşün de ifadesidir. Ve bu çöküş, dünya çapındadır.
Savaşın, bölgemizde yoğunlaştığı bir gerçektir. Ortadoğu, paylaşım savaşımının ana noktalarından biridir. Ama savaş, dünya çapında bir savaştır. Bölgemizde, istedikleri sonuçlara henüz ulaşamamış olmaları, savaşı hafifletmeyecek, çöküşü daha da artıracaktır.
Erdoğan iktidarının sonu görünmüştür.
Bu durum, Erdoğan iktidarı sonrası da devam edecektir. Elbette bu noktada, “demokratik” taleplerin dile getirilmesinde bir sakınca yoktur. Ama buna güvenerek, direnişi geliştirme yaklaşımının hızı kesilmemelidir. Bu büyük bir hata olur.
Erdoğan sonrası durumun, elbette bir “sol” açılım yaratması mümkündür. Ama bu, direnen işçilerin örgütlülüğü oranında, Saray Rejimi’nin de sonunu getirecektir. Bununla da yetinmek doğru değildir. İşçiler, halklar kendi iktidarları için, gerçek anlamda işçi demokrasisi için mücadeleye hazırlanmalıdırlar.
Bu nedenle, genel direniş, genel grev yerindedir. Elbette bu hemen şimdi anlamına gelmez. Ama bunun örgütlenmesi, tüm bölgedeki devrimci mücadeleye de önemli bir katkı sağlayacaktır.
Bunca baskı, şiddet, katliam, karanlıktan sonra, bir günlük nefes almayı savunamayız. Tersine, sürekli ve özgür bir hava soluma rüyamızı, istemimizi dile getirmemiz, bunun için direnişi örgütlememiz gereklidir.
Mücadelenin bugünkü aşamasında, Saray Rejimi’ne karşı mücadele için, devletin bir başka koluna güvenerek adım atılamaz. Nasıl ki, bölgemizde herhangi bir emperyalist güce yaslanarak bir gelecek aramak yanlış ise, aynı biçimde, içeride, Saray Rejimi’ne karşı devletin başka güçleri ile ittifaktan medet ummak da yanlıştır.
Dost ve düşman ayrımı önemlidir.
İşçi sınıfı ve bölge halkları için, ne herhangi bir emperyalist güç, ne de onların bölgemizdeki işbirlikçisi egemen güçlerin herhangi bir kesimi dost değildir. Kendi iradesini bu güçlere teslim etmiş bir halk ve işçi sınıfı yenilmeye, bir kere daha hüsrana uğramaya mahkûmdur.
Rant, yağma ve savaş ekonomisine dayanan bu karanlık Saray Rejimi çatırdamaktadır. Onun yıkılışı, işçilerin devrimci başkaldırısına dayandığı ölçüde renkli sonuçlara gebedir.
İşçilerin iktidarı dışında bir demokrasi artık yoktur. Sadece bizde değil, dünyanın hiçbir yerinde yoktur.
Dünya, sosyalizmin yeniden yükselişine sahne olacaktır.
Bölgemiz, en başta Anadolu ve Mezopotamya, sosyalizmin yeniden yükselişinin bölgelerinden biri olmaya adaydır.
Yeter ki, sabırla ve inatla, devrimci mücadeleyi yükseltmeye kararlı olalım.
Yeter ki, örgütlü direnişi daha sağlam örelim.