Pandemi süreci boyunca, Erdoğan’ın, kameralar önüne çıkıp, kalabalıklar olmadan, sanki kalabalık varmış gibi konuşmalarına şahit olduk. Bir çeşit oyun gibidir. Erdoğan kürsüde, bir yerlerde, okuyacağı ekran önünde, yazılar ekrandan geçerken kaymakta olan dikkati ve en sonunda, karşısında oturmuş birkaç kişinin bitti der gibi ayağa kalkmaları, ekrana giren kafaların arkadan görüntüsü. Erdoğan, başı ile “tamam mı” diyor ve karşıdan “tamam” onayı geliyor.
Sanki, bu salgın dönemi, bazı şeylerin perdesini daha fazla indirdi gibi. Aslında iktidarın, ülkemizde devletin tüm gerçek yüzü her geçen gün ortaya çıkmaktadır zaten. Bu eğilim vardı. Ama “allahın lütfu” olarak pandemi, bu süreci hızlandırmışa benzer.
Erdoğan, Abdülhamid Han ile yeni model Atatürk olma arasında gidip gelirken, pandemi süreci, onun ve Saray Rejimi’nin çapı hakkında epeyce bilgi sundu.
Öyle anlaşılıyor, çevresindekiler ona, her gün, bir konuşma yapmasını öğütlemişler. Belediyeler “yardım” için para mı topluyor? İçişleri Bakanı’nın söyledikleri bir şey ifade etmez. “Efendim siz konuşmalısınız” deniyor olmalıdır. Erdoğan çıkıp, “paralel devlete izin vermeyiz” diyor. Peki ya Antep belediyesi diye soran olursa? Böyle soru soran olursa, o konuya da başka bir zaman yanıt verilir. Medya ne güne duruyor, bu soruları da yazmazlar, olur biter.
Acaba, üniversite sınavı ne zaman yapılmalıdır? Bu konuda açıklama yapacak olan kişi, elbette Erdoğan’dır. Turizm şirketleri Erdoğan’a başvurmakta, Abdülhamid Han’dan yardım ister gibi tutum takınmaktadırlar, onu övmekte, yıkama-yağlama yapmaktadırlar. Bir de biraz komisyon verildi mi, iş tamamdır. Ve sonunda Erdoğan çıkıp, “üniversite sınavları şu gündür, tamam” cinsinden kararını açıklamaktadır. Siyasal iktidar, Saray Rejimi, tüm uzmanları ile, sınavın ne zaman yapılabileceğine bir kerede karar verememektedir.
Maskeler nasıl dağıtılacak? Elbette bu konuda açıklama yapması gereken yine Erdoğan’dır. Çünkü, millet “Erdoğan’ı sevmekte, onu ekranlarda görmek istemekte”dir. Erdoğan çıkıp, maske dağıtımı konusunda “dağıtmaya başladık, başlıyoruz, başlayacağız” gibi cümleler kurmaktadır. Ve kendisini dinleyen, konuşmanın sonunda arkadan görüntüsü ortaya çıkan birkaç kafaya, çaktırmadan bakmakta, “oldu mu” diye işaret dili ile sormaktadır. “Oldu efendim, olmadı ise de oldu” yanıtı dışında bir yol yoktur.
Mesela 65 yaş üstü sokağa çıkmasın demek yetmez. Tamam böyle bir karar verilmiştir ama buna uyulup uyulmayacağı bir sorudur. “Efendim siz konuşursanız, siz söylerseniz, halk buna uyar.” Ve tabii ki, “şahsım” olarak gereği yapılır ve Erdoğan, “şahsı” olarak kameraların karşısına çıkar 65 yaş üstü evde kalacak der.
Mesela, hafta sonu sokağa çıkılacak mı, yoksa çıkılmayacak mı? Erdoğan bu konuya değinmeyi unutmuş ya da Erdoğan’ın metnini yazan her kimse bilerek yazmamış vb. olabilir. Bu durumda İçişleri Bakanı, sokağa çıkma yasağı var, diye açıklama yapar. Demek, o arada hiç kimse Erdoğan’a soramaz. Zira halktan gelen sorular, gece gelmiştir ve sonunda Erdoğan eğer uykuda ise, müsait değil ise, ona sorulamaz. İçişleri Bakanı sokağa çıkma yasağını açıklar. Ama sabah olur, bu kez elinden oyuncakları alınmış olan Erdoğan, bu açıklamayı kabul etmez. Öyle ya, “onun lafının üstüne laf” edilemez. Kameraların karşısına çıkmasını beklerdik ama olmadı, kendisi uygun değildi belki de. O da tweet attı. Tweet atma işi sadece Trump arkadaşına mı aittir? O da tweet atabilir. Ve hafta sonu sokağa çıkma yasağına “gönlü elvermediğini” bildirdi. Gördünüz mü, onun bir iradesi var. Bu irade açık olarak, ortaya konmaktadır. Kararları kim vermektedir, Erdoğan vermektedir. Herkes bunu anlamış olmalıdır. Maske sürecinde, sokağa çıkma yasaklarında, sınav tarihleri konusunda esas karar vericinin kim olduğu, herkese, dosta düşmana gösterilmiştir.
Hele ki, İzmir’de camilerden devrimci marş okunması olayında, Erdoğan elbette devrede olacaktır. Ya Adana’da valiliğin yardım dağıtım organizasyonu için soru soran CHP’li genç meselesinde, elbette devrede olmalıdır. Bunda hiç şüphe yoktur, yoksa savcılardan biri çıkar ve “istenmeyen bir karar” verebilir. Bu durumlarda devrede olması tam da gereklidir. Abdülhamid Han da böyle yapmaz mıydı, ya Mustafa Kemal, hiç böylesi olaylara müsaade etmiş midir? Öyle ise, mutlaka Erdoğan’ın konuya müdahil olması gerekir. Zaten, başka türlü de canı sıkılmaktadır. Cumhurbaşkanlığı-Başbakanlık-AK Parti Başkanlığı makamı (üçü bir makam olmak koşulu ile) boş durulacak, yan gelip yatılacak yer midir? Ona karışma, buna karışma, hiç olur mu?
Elbette, farkındasınız, bu örnekleri bilerek ve isteyerek çoğalttım. Dahası var, ama bu kadarı şimdilik yeterli olmalıdır. Örneklere devam etsek, konumuza dönemeyeceğiz.
Soru şudur: Sizce bu “tek adam rejimi” midir?
Yukarıda söylediklerimizden hareketle, bu sorunun şaka olduğunu düşünmeyin. Hayır, şaka değil.
Ne kadar gereksiz şey varsa, Erdoğan o konularda konuşmaktadır. Ne kadar gereksiz şey varsa, Saray basını bunları öne çıkartmakta, Erdoğan da bu konuda açıklamalar yapmaktadır. Elbette bunları zevkle yapmaktadır. Yani kimse ona bunları zorla yaptırmıyor.
Ama ne zaman ciddi bir konu ortaya atılacaksa, bu kez Bahçeli devreye girmektedir. Bahçeli, “meclis bekleme yeri değildir” demektedir. Böylece milletvekillerinin milletvekilliklerinin düşürülmesi için bir başlangıç işareti vermektedir.
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, durup dururken, Deva ve Gelecek Partilerine milletvekili verebileceğini söylemektedir. Ve bunun ardından, hep birlikte bir yeni tartışma süreci başlatılmaktadır. Seçim kanununun meclise gelmesi süreci açılmaktadır.
Saray Rejimi nedir? Bu konuda kafalarımızın net olması gerekir.
1- Biz bu devlete, “tekelci polis devleti” diyoruz ve tekelci çağda, burjuva devletin, tüm kapitalist ülkelerde değiştiğini, burjuva devletin (siz burjuva demokrasisi de diyebilirsiniz) faşizmin tüm dişlilerini içerecek tarzda, bir iç savaş örgütü olarak örgütlendiğini anlatır. Burada tekelcilik olmadan salt “polis devleti” demeyi doğru bulmayız. Devlet, bir sınıfın diktatörlüğüdür. Tekeller çağında, bu sınıf, burjuvazinin tekeller azınlığıdır. Polis vurgusu ise, devletin, iç savaşa göre örgütlenmiş bir mekanizma olarak öne çıktığının göstergesi olarak ele alınabilir. Daha geniş bir perspektiften, devlet, sınıf savaşımlarına (dünyadaki sınıf savaşımlarına) göre organize olmaktadır. Kapitalist sistemin 1900’lerin başlarında netleşen yeni niteliği, tekelci kapitalizm (ve elbette dünya kapitalist sistemi içinde emperyalizm) ve 1917 Ekim Devrimi’nin zaferi ve onu izleyen birçok devrimin yenilgisi süreçleri, kapitalist devlette değişimlere yol açmıştır. Faşizm, bunun ilk biçimidir ve tekelci polis devleti, bunun oturmuş hâlidir.
Elbette, her ülkedeki devlet arasında farklılık vardır. Elbette, emperyalist ülkelerde devlet, daha farklı dış görevler de üstlenir.
2- Ülkemizde, 12 Eylül rejimi ile oluşan devlet tam da tekelci polis devletidir. Tekellerin ağırlığı (elbette sömürge bir ülkede bu ancak uluslararası tekeller ile birlikte olur), sınıf savaşımının gereklerine göre örgütlenmiş bir iç savaş makinası, diğer ayrıntılarla birlikte (Bakınız, Deniz Adalı, Tekelci Polis Devleti, Kaldıraç Yayınevi, İkinci Baskı 1994) bu devlet yapısında vardır.
Ancak, 2015 yılından bu yana, Erdoğan iktidarı döneminde, yeni bir “rejim” oluşmaya başlamıştır. Saray Rejimi, tam da bunun için söylenmektedir. Saray Rejimi, “yağma-rant-savaş ekonomisi” üzerine kuruludur ve (a) Suriye savaşı ve daha genelde emperyalistler arasındaki yeni paylaşım savaşımı, (b) Kürtlere karşı savaş ve Gezi Direnişi’nde ortaya çıkan direnişe karşı savaş süreçleri altında şekillenmektedir. Devletteki çeteleşme, hem içeride süren savaşın, hem dışarıda süren savaşın, hem de emperyalist güçlerin kendi güçlerini artırma savaşımının, içerdeki rant-yağma ve savaş ekonomisinden beslenenlerin rekabetinin sonucudur.
2015 bu açıdan önemli bir dönüm noktasıdır. Haziran 2015’te, aslında AK Parti iktidarı kaybetmişti. Bu durumu gören Erdoğan, ayakta kalabilmek için saldırıya geçmiştir. ABD, bu durumu fırsat olarak değerlendirip, Erdoğan’a uygun işler vermiştir. Ve bugünkü Saray Rejimi, bu süreçlerin sonucudur.
Saray Rejimi, en başta, parlamentoyu yok etmiştir. Burada bir nefes alalım. Parlamentonun var olması, “demokrasi” değil idi. Ama yine de parlamento, dün, bazı işlevlere sahip idi. Bugün ise, parlamento tamamen bir tiyatro sahnesidir. Seyircisi az, ucuz oyunların sergilendiği bir tiyatro sahnesi. HDP’li iki milletvekilinin vekilliğini düşürmek için, Enis Berberoğlu’nu buraya eklemek, bunun için 65 yaş meselesini bekleyip, hapis yatmamasını sağlamak, bu yolla CHP’den gelecek bir tepkiyi yok etmek, dışarıya da “bakın biz sadece HDP’ye saldırmıyoruz, kim suçlu ise ona saldırıyoruz, bizde kanun ve nizam var” demek, tüm bunları ayarlamak, aslında Bahçeli de içinde, Perinçek de içinde, Ergenekon da içinde, Erdoğan da içinde, hepsinin “senaryo” yazarlığının çapını ortaya koymaktadır. Gerçekte, parlamento sadece bir süstür, dünyaya “parlamentomuz” var demek için orada tutulmaktadır. İşlevsizdir.
Saray Rejimi, tüm siyasal partileri yok etmiştir. AK Parti diye bir parti yoktur. Erdoğan ve etrafında çeteler vardır. Bu çetelerin her birinin içinde, ABD, İngiltere, İsrail, Almanya, Fransa çeteleri de vardır. Bu aynı şey, Saray’ı etkileme olanağı olan gruplar arasında da geçerlidir.
MHP diye bir parti yoktur. Bu partinin tek bir parti faaliyeti bile yoktur. Bahçeli bir açıdan Erdoğan’a sığınmış, diğer bakış açısından ise Erdoğan’ı kendine sığınmaya ikna etmiş durumdadır. Kimin kime sığındığından ayrı bir konu olarak MHP diye bir parti yoktur. Birden fazla çete olmak üzere, MHP çeteleri vardır.
Şimdi aynı süreç, CHP için işlemektedir. CHP, henüz MHP ve AK Parti kadar “tüketilmiş” değildir.
Ama Saray Rejimi denildi mi, sadece AK Parti’den, sadece Erdoğan’dan söz etmiyoruz. MHP, açıktan bu yapının içindedir. CHP, “özel görevli olarak” Saray Rejimi’nin bir parçasıdır.
Şimdi, ilk baştaki uzun örnekleri hatırlayalım. Şu soruyu sorabilir miyiz: CHP, hangi ciddi konuda muhalefet yapmaktadır? Hiçbir ciddi konuda. Ne kadar eften püften mesele varsa, CHP bu konularda “muhaliftir”, yani “muhalefet” rolünü oynamaktadır. Konular ne kadar eften püften ise, CHP bu konularda o kadar “sert” bir tutum almaktadır. Ama herhangi bir ciddi konu gündeme gelirse, işte o zaman sessizliğe bürünmekte, üç maymunu oynamaktadır.
Meclisteki milletvekilliği meselesini ele alalım. Aslında, saldırı HDP’ye dönüktür. Berberoğlu, bu saldırının içine bilerek konulmuştur. Berberoğlu, saldırının sadece HDP’ye olduğunu saklamak içindir.
Peki bu saldırının amacı nedir? Bu saldırı, aslında kayyum saldırısının bir devamıdır. Ve kimse kusura bakmasın, kayyum saldırıları daha ciddi saldırılardır. Milletvekilliğinin düşürülmesi saldırısı, ancak AB’nin dikkat edeceği tarzda bir saldırıdır. Yoksa kayyum saldırıları çok daha ciddidir. Milletvekilliğinin düşürülmesi saldırılarını protesto etmeyelim, bunlara ses çıkarmayalım anlamında, elbette konuşmuyoruz. Bu bizim için elbette mümkün değil. Ama milletvekilliklerinin düşürülmesi “demokrasiye darbe” ise, bu darbenin kayyumlar ile çok daha önce yapıldığını bilmemiz, hatırlamamız gerekir.
Saray Rejimi’ni doğru anlamak gerekir.
Ortada bir “demokrasi” yoktur. Bu durum böyle olduğu için, demokrasi olmadığı için, parlamento olmadığı için, milletvekilliğinin düşürülmesine, kayyum saldırılarının devamı olarak bakmak gerekir.
Saray Rejimi, öyle anlaşılıyor ki, HDP içinde uzlaşmacı bir kanat aramaktadır. Bulursa bu kanadı öne çıkarmak isteğindedir. Bu nedenle, Demirtaş sürecinden başlayarak, HDP içinde etkin bazı kadroları etkisiz hâle getirmek istemektedir. HDP içinde mücadeleden yana unsurları eleyerek, onların yerine uzlaşmacı unsurları, Barzani hareketine sıcak bakacak unsurları etkili kılmak istiyorlar. Milletvekilliklerinin düşürülmesi ve kayyum politikası, tam da böyle bir anlamda, mücadelenin bastırılması, uzlaşmacı bir siyasetin önünün açılması amacını gütmektedir.
Saldırı, esas olarak HDP’ye dönüktür ve seçim yatırımları ile ilgisi olduğu sanılmamalıdır. Ortada bir seçim sürecinin olduğu fikri, CHP lideri tarafından yaratılmış bir görüntüdür. CHP lideri, kendi içindeki kaynamayı, arayışı durdurmak için, “yarın seçim varmış” gibi yapmaktadır.
HDP’ye dönük bu saldırının bir parçası, bizzat Kılıçdaroğlu’dur. Enis Berberoğlu, bunu gizlemeye de yarayacaktır.
Biz aynı şekilde, Saray Rejimi’nin bir “tek adam rejimi” olduğunu da düşünmüyoruz. Her kararı Erdoğan’ın verdiği görüntüsü, buna dayalı olarak bu rejime “tek adam rejimi” demek, aslında işin gerçeğini maskelemek olur. “Efendim bu rejimden TÜSİAD da rahatsızdır” sözleri, yerinde kullanılmamaktadır. Elbette TÜSİAD rahatsızdır. Ama onların kârlarındaki artışlar, yaşam biçimleri konusundaki rahatsızlıklarını giderecek boyuttadır. Bu nedenle TÜSİAD rahatsız değildir demek, daha yerinde olmaz mı? Ve bizim cephenin, tekelci kapitalizmi anlayan her Marksist’in iyi bildiği gibi, bir tekel ile iktidar arasında imiş gibi görülen kavga, aslında tekelci gruplar arasındaki kavganın yansımasıdır. Burada, bugün ülkemizde, bu tekelci gruplar arasındaki kavgaya, uluslararası tekeller (UAT) arasındaki kavgayı, yani paylaşım savaşımını da eklememiz gerekir. Yoksa Saray Rejimi, tekellerin arayıp da bulmakta zorlanacakları bir ortam sağlamakta, kârlarına kâr katılmaktadır. Onların rahatsızlığı, başka grup ve çetelere dağıtılan paralardan kendilerine az bir pay düşmesidir.
Saray Rejimi, anayasanın rafa kaldırıldığı, kanunların anlamını yitirdiği bir rejimdir. Bunu keyfîlik olarak açıklamak yerine, bunu, devletin yönetememesi olarak ele almak daha doğrudur. Bu, devletin bir baskı aygıtı olarak çıplak hâle gelmesidir. Bu keyfîlik, yönetme zorluğunu aşmak için gelişmektedir. Bu keyfîlik, emperyalistler arası paylaşım savaşının etkileri altında, tüm kurumların çeteleşmiş olmasının sonucudur. Bu keyfîlik, yağma-rant ve savaş ekonomisini devam ettirebilmek için uygulanan politikaları sürdürme zorluğunun sonucudur.
Bu, Saray Rejimi’dir.
Erdoğan ve Saray, iktidarı sürdürmek için, bir yandan ABD’nin bölgedeki tetikçisi olmayı kabul etmiştir. Kaderlerini Trump’ın seçilmesine bağlamışlardır. Ve Erdoğan-Trump “dostluğu”, son derece açık bir ilişkidir, Erdoğan, Trump’ın sözünden çıkmamak koşulu ile iktidarını sürdürme şansına sahiptir. Belli bir süre. TC devletinin birçok kurumu, ABD’nin bölgesel komitesi, yerel gücü olarak işlev görmektedir.
ABD’den onay almış iken, hazır ABD adına yapacak birkaç işi var iken, TC devleti, Saray Rejimi’nin ömrünü uzatmaya, bu yolla devleti kurtarmaya çalışmaktadır. CHP bu sürecin bir parçasıdır.
Saray saldırıyor. CHP ise “bizi sokağa çekmek istiyorlar” diyerek Saray’a yardım ediyor. Saray, kendi korkuları nedeni ile azgınca saldırıyor. Bir kadın çıkıyor “hevesimiz kursağımızda kaldı, elimde liste var, bizim aile 50 kişiyi götürür” diye konuşuyor. Diyelim ki, eşi Saray’a yaranmak ve İsrail adına yakında iş tutmak için uğraşıyor. Peki, Erdoğan buna neden izin veriyor? Çünkü, kendi korkularını halka bulaştırmak istiyorlar. Bu nedenle, Fatih diye birisi çıkıp, “karılarınızı kızlarınızı bizden nasıl koruyacaksınız” diye tehdit savuruyor. İktidarın bitmişliğinin kanıtlarıdır bunlar. CHP, bu korkunun daha da etkili olması için çalışmaktadır: Bizi sokağa çekmek istiyorlar demek tam da budur. Sokağa çıkma eğiliminde olanları korkutmak içindir. Dahası sokağa çıkmayı bir hak olmaktan çıkartıp, bir “suç” olarak ilan etme girişimidir.
Düşünün, burjuva anlamda da olsa bir muhalif parti, sokak mitinglerinden, protesto gösterilerinden vb. neden korkar? Senin zaten sokağa çıkıyor olman gerekmez mi?
Kılıçdaroğlu, Saray Rejimi’nin dıştan destekçisidir. İçten, eklenmiş destekçi MHP’dir, Perinçek’tir, daha başkalarıdır. Ama CHP, dışarıdan destekçidir. Zira, onun görevi, gelişmekte olan toplumsal muhalefeti durdurmaktır.
Tam bu nedenle, bakmamız gereken yer burasıdır.
Biz devrimci işçiler, biz devrimciler, gözümüzü gelişen direnişe dikmek zorundayız. Ayağımızı yere sağlam basmalıyız. Direniş, adım adım, yerellerden gelişmektedir. Büyük kitlesel eylemlerin olmaması, direnişin önemini küçümsememize yol açmamalıdır. Tersine, sağlam ve adım adım gelişen direniş, çok daha sarsıcı, çok daha etkili olacaktır.
Biz Erdoğan iktidarının sonunu tartışmıyoruz. O zaten gelmiştir ve fazladan orada tutulmaktadır. Biz Saray Rejimi’nin de artık ömrünü tamamladığı görüşündeyiz. Bahçeli’nin bu değirmene su taşıma girişimleri, Kürtler içinden uzlaşmacı unsurların toparlanması için geliştirilen şiddetli saldırılar, Batı’da Gezi Direnişi’nin etkilerine karşı azgınca saldırılar, Saray Rejimi’nin ömrünü uzatamayacaktır. Mesele, Erdoğan ve Saray Rejimi’ni alaşağı etmekle yetinmeyecek, sosyalist bir iktidarı kurmaya yönelecek bir devrimci direniş geliştirme meselesidir.
Tüm enerjimizi, tüm dikkatimizi, gelişmekte olan direnişe vermeliyiz, kadınların, gençlerin, işçilerin, halkların geliştirdiği direniş, gerçek çıkış yolunun temelidir, toplumsal kurtuluşun tek yoludur.