“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine!”[1]
Irkçılık, faşizm tartışmaya açık değildir; kapitalizmden mülhem, insan(lık)a karşı işlenmiş ve hâlâ işlenmekte olan bir suçtur. Dört yanımız ırkçılık, faşizm suçuyla kuşatılmışken; eski Zimbabwe Başkanı Robert Mugabe’nin şu uyarıları “es” geçilmemeli:
“Beyaz arabalar hâlâ siyah lastikler kullandıkları sürece ırkçılık asla bitmeyecektir.
İnsanlar kötü şansı sembolize etmek için siyahı ve barışı sembolize etmek için beyazı kullandıkları sürece ırkçılık asla bitmeyecektir.
İnsanlar hâlâ düğünlere beyaz kıyafetler ve cenazelere siyah kıyafetlerle gittikleri sürece ırkçılık asla bitmeyecektir.
Irkçılık faturalarını ödemeyenlerin kara listeye alındığı, ancak beyaz liste diye bir şeyin olmadığı sürece asla bitmeyecektir.
Bilardo oynarken bile, siyah topu götürene kadar kazanamadığınız ve mutlaka beyaz topun masada kalması gerektiği sürece de!”
Hem de hepimiz Afrika’dan geliyorken; hepimiz Afrikalı ve Adobewale’nin torunlarıyken; ne yazıktır ki Catherine Clément’ın deyişiyle, “Görmek hiçbir gayret gerektirmez. Ama tatmak, koklamak başka bir uğraştır. Irkçılık kokularda mekân tutar.”[2]
IRKÇILIK VE FAŞİZMİN BUGÜNÜ
Farklılıkları zenginlik olarak görmek yerine, varlığı için bir tehdit saymak; içinde bulunduğu tüm olumsuzlukların sebebinin, “öteki” olarak nitelendirdiği insanlar olduğunu zannetmek; var oluşunu nefretle ön plana çıkarmak ve insanların toplumsal özelliklerini biyolojik, etnik, kültürel özelliklerine indirgeyerek, ötekileştirdiğinden “üstün olduğu”nu öne sürmektir ırkçılık…
“Kibir”, ırkçılığın ontolojik kökenlerindendir; ama ırkçılığın bir diğer temeli dinciliktir[3] ve de onu var eden sisteme mündemiçtir.
Malcolm X’in, “Irkçılık ideolojik bir düşünce değil, aksine psikolojik bir hastalık hâlidir,” tanımından hareketle ırkçılığı psikolojik bir hastalık, ırkçıları birer ruh hastası olarak nitelendirmek, ırkçılığı hafife almak, hatta “aklamak” olur. Hayır, ırkçılık bir hastalık değil, tehlikeli, dogmatik bir ideolojidir.
Muhtelif örneklerine yakın siyasi tarihte de şahit olduğumuz üzere, bir devlet ideolojisine de dönüşebilen kapitalizmin ürünüdür; tıpkı faşizm gibi…
Irkçılık hastalık olarak nitelendirildiğinde esas neden görünmez olur. Nedir o görünmeyecek olan? Irkçılığın bizzat sistem eliyle/bilinciyle inşa edilebilen bir fikriyat olduğudur; hem de her gün milliyetçilik potasında yeniden üretilebilen cinsten…
Evet, “Hatırlamamız gereken ilk şey; ırkçılığın bireylerin yaşadığı bir tür ‘zihinsel tuhaflık’ ya da bir ‘psikolojik bozukluk’ olmadığını anlamaktır. Irkçılık, bir ırkın diğeri üzerine uyguladığı sistematik baskıdır,” James Boggs ile Grace Lee Boggs’un altını ısrarla çizdiği üzere!
Albert Einstein’ın, “Milliyetçilik çocuksu bir hastalık. İnsanlığın kızamığı”; Samuel Johnson’un, “Milliyetçilik, bayım, şerefsiz bir politikacının son sığınağıdır”; William Inge’nin, “Millet, ataları hakkındaki sanrıyla ve komşularına karşı ortak nefretle birleşmiş toplumdur,” diye tanımladıkları güncel soru(n), ırkçılığın döl yatağı milliyetçilik, hâlâ gündem maddesidir.
İngiliz yazar Charles Kingsley’i, XIX. yüzyılda İrlandalıları tarif ederken, “Beyaz şempanzeler görmek kaygılandırıcı, kara olsalar hadi neyse anladık insanın içi yanmaz öyle olsa ama derileri bir de aynı bizimki kadar beyaz,” deyişindeki zihniyetin; XXI. yüzyılda da gündemde olduğu varitken; Erwin Schrödinger’in, “Her ne kadar oldukça güçlü egoistler olsak da, birçoğumuz, milliyetçiliğin daha çok vazgeçmek zorunda olduğumuz bir ahlâksızlık olduğunu görmeye başladı”; Carl Sagan’ın, “Ne ırkçılık, ne de din eskisi gibi işlememeye başladı. Dünya’yı tek bir organizma olarak gören yeni bir bilinç gelişti,” tespitleri karşılıksız “iyimserlik”ten başka bir anlam taşımamaktadır.
Bu durumda gerici, totaliter ve/veya faşist bir sağ dalganın dünyanın her yerinde yükselişte olduğunu kim inkâr edebilir ki?
Söz konusu realite, yerkürenin yarısına hâkim olmuş durumda. En bilinen örnekler şunlar: Trump (ABD), Modi (Hindistan), Orbán (Macaristan), Erdoğan (Türkiye), IŞİD (İslâm Devleti), Salvini (İtalya), Duterte (Filipinler) ve Bolsonaro (Brezilya).
Ama bir sürü başka ülkede de, henüz bu kadar açık tanımlanamasalar da, bu trende yakın hükümetler var: Rusya (Putin), İsrail (Netanyahu), Japonya, Avusturya, Polonya, Burma, Kolombiya vs…
Bunları “popülizm” olarak nitelemek, faşist özelliklerini gölgelemekten başka bir işe yaramıyor!
Bu dalganın “düşman” -yani günah keçisi- olarak tanımladıkları ise, Müslümanlar ve/veya göçmenler; bazı Müslüman ülkelerde, dinî azınlıklar (Hıristiyanlar, Yahudiler, Êzîdîler).
Bazı örneklerde yabancı düşmanı milliyetçilik ve ırkçılık ağırlıkta, diğerlerinde ise kökten dincilik ya da sol, kadın ve eşcinsel nefreti.
Görüldüğü gibi çeşitlilik söz konusu, ama hepsi değilse bile çoğunluğun paylaştığı bazı ortak özellikler de var: Otoriterlik, köktenci milliyetçilik- “Deutschland Über Alles/ Her şeyin Üstünde Almanya” ve onun yerel varyantları: “America First/ Önce Amerika”, “O Brasil Acima de Tudo/ Her Şeyden Önce Brezilya” vb…
Ayrıca dinî veya etnik (ırkçı) hoşgörüsüzlük, toplumsal sorunlara ve suça karşı tek yanıt olarak polis/ordu şiddeti…[4]
Bu tabloda kapitalizmin, kriz dönemlerinde faşizm, darbeler ve totaliter rejimleri sürekli ürettiği akıldan çıkartılmamalı.
Yani ırkçı, faşist eğilimlerin kökenleri sistemde yatıyor; buna alternatif de radikal, yani köklü, sistem karşıtı olmalıdır.
Çok önceleri, 1938’de Max Horkheimer, “Kapitalizm hakkında konuşmak istemiyorsanız, faşizm hakkında söyleyebilecek bir şeyiniz kalmaz,” diye hatırlatmamış mıydı?
O hâlde bugündeki hâli Enzo Traverso’nun, “Yeni sağ melez bir oluşum; faşizme dönebileceği gibi yeni bir muhafazakâr, otoriter ve popülist demokrasi biçimine de evrilebilir,”[5] türünden “hayırhah” bir lafazanlıkla ele almak kabili mümkün değildir. Nihayetinde “muhafazakâr, otoriter ve popülist demokrasi” ile faşizm arasındaki sınırların son derece muğlak ve kaygan olduğunu XX. yüzyıl faşizmlerinin tarihi bize göstermedi mi?
Bugün(ler)de faşizm(ler) de kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasındaki üzere eşitsiz gelişip, düz bir çizgi izlemiyor. Somuttaki biçimler incelendiğinde görüldüğü üzere, temel niteliği tekelci sermayenin gereksinimleri doğrultusunda biçimlenmesidir. Yani ırkçılık ve faşizm süreçleri kapitalist gereksinimin ürünüdür.
Mesela “Amerika Cumhurbaşkanı Theodor Roosevelt bir faşist olan Mussolini’yi ‘hayranlık uyandıran İtalyan beyefendisi’ şeklinde tanımlamıştı. Faşistler işçi hareketini, sosyal demokrasiyi ve komünist solu ezmekte başarılı oldu. Ve bu da Batılı düşüncenin hayli lehine bir durumdu. Batılı iş çevreleri ve ABD Dışişleri Bakanlığı 1937’de Hitler’i ılımlı olarak tanımlıyordu!”[6]
Ve yine örneğin, “Geçmişte, Almanya’da Hitler, iktidara gelebilmek için tekelci sermaye ile anlaşmış, desteğini almıştı. Bugün AfD (“Almanya için Seçenek” isimli faşist parti) benzer bir taktik izlemeye çalışıyor.”[7]
Nicos Poulantzas’ın, burjuvazinin saldırıya, işçi sınıfının savunmaya geçtiği durumlar olarak tanımladığı faşizm (ve ırkçılık), bugün(ler)de kitlelerin desteğini ırkçı, milliyetçi, seçkin düşmanı sloganlarla kültürel düzeye kilitleyip, düzen partilerinin liberal demokrasi söylemlerini aşamayı dener ve sınıflar mücadelesinin seyrine göre biçimlenirken; ideolojik harç olarak kullanılan öğeler de çeşitlilik gösteriyor.[8]
Milliyetçiliğin, ırkçılığın yanında etnik, dinî vb. farkların kaşınması, bu konuda toplumun kutuplaştırılması, faşizmin en yaygın biçimde karşılaşılan özelliklerindendir.
Mesela Macaristan’da 2010’da göreve gelen Viktor Orbán, ülkeyi otoriter bir yöne çekiyor. ‘İnsan Hakları İzleme Örgütü’ Orbán’ın hukukun üstünlüğünü ve temel insan haklarını çiğnemekle kalmadığını, ayrıca göçmen, Müslüman ve yabancı karşıtı politikalarla sivil toplumu hedef aldığını söylüyor;[9] bu arada Orbán’ın partisi FIDESZ seçim sistemini kendine göre değiştirdi. Medyaya ciddi bir sansür getirdi. Yaratılan yeni burjuvazi medya kuruluşlarını satın aldı. Başsavcılıktaki görevlerin hepsini parti üyelerine verdi. Haksız kazançlar off shore hesaplarına aktarıldı. Partinin eski finansörü Soros, şimdi yeni “düşman”![10]
Orbán’ın hikâyesi oldukça öğretici; bir de şunu ekleyelim: “İki milyonu gammazcı, seksen milyonu gammazlanan bir ülke olmuş vatanım. Yurdum suçlularla dolu. Baba oğluna gerçeği söyleyemez, tevkif ederler yoksa. Doktorlar ölüm nedenini gizlemek zorundadır raporlarında, tevkif edilirler yoksa.
Okuldaki öğretmen bile tarihi değiştirmek zorundadır.
Büyük ‘önder’i gerçeğe uygun anlatmazlar, tevkif edilirler.
Ya biz ozanlar? Kodesi boylamamak için zararsız mısra ararız. Nereye baksam, yurttaşlarımın ezildiğini, yok edilmek istendiğini görüyorum. Ne yapmak istiyor bu zorbalar?” diyen Bertolt Brecht’in uyardığı üzere:
“Faşizmi doğuran kapitalizme karşı tek sözcük bile söylemek istemeyen kişi, karşı olduğu faşizmin hakikâti üzerine nasıl konuşabilir? Bu konudaki hakikâti dile getirmek nasıl yararlı bir sonuç doğurabilir? Kapitalizme karşı çıkmadan faşizme karşı çıkan kişiler, danadan kendilerine düşen payı büyük bir iştahla tıkman, ama danacıkların kesilmesine karşı çıkan insanları andırıyorlar.”[11]
Çünkü Georgi Dimitrov’un anlattığı gibidir her şey, hâlâ:
“Faşizm sermayenin emekçi halk kitlelerine yöneltebileceği en azgın saldırıdır;
Faşizm dizginlenmemiş bir şovenizm ve yağma savaşıdır.
Faşizm kudurmuş bir gericilik ve bir karşı devrim hareketidir;
Faşizm işçi sınıfının ve bütün emekçi halkın en korkunç düşmanıdır.”[12]
İşaret ettiklerimiz çerçevesinde toparlarsak: Eric J. Hobsbawm’ın, “Büyük çöküş olmasaydı faşizm dünya tarihinde bu kadar önemli hâle gelir miydi? Muhtemelen, hayır. (…) Hitler’i siyasetin kıyısında kalmış bir fenomenden ülkenin önce potansiyel sonra fiili efendisi hâline getiren, açıktır ki, Büyük Çöküş idi,”[13] notunu düştüğü faşizm, milleti ya da ırkı homojen, organik bir birlik olarak kültürel açıdan yüceltip diğer tüm kavramlardan üstün tutan aşırı sağ bir ideolojidir. Faşizm kavramı, genel anlamıyla baskıcı, otoriter, ırkçı ve antidemokratik özelliklerden hepsini ya da bazılarını taşıyan yönetimleri, sistemleri tanımlamak için kullanılır.
Kuşkusuzdur ki faşizmin ve her ırkçı, faşist gelişmenin bir amacı vardır. En genel anlamda bu amaç iktidar-devlet ve sermaye tekelinin tahkimatıyla sömürü sisteminin devamlılığının sağlanmasıdır.
Baskı, şiddet, savaş, işgal, soykırımlar vb. tüm ırkçı, faşizan uygulamalar amacın geliştirilmesinde birer araç konumundadırlar. Sömürü sistemi amaçlarını gerçekleştirmede zorlanma ve tıkanma yaşadığında faşizm dediğimiz yöntemler bütünlüğüne başvurur. Bu çerçevede ırkçılık ve faşizmi sadece baskı, şiddet vb. uygulamalar şeklinde ele almak yanlış ve yetersiz bir yaklaşım olmaktadır.
Umea Üniversitesi tarih doçenti Lena Berggren’ın, ‘Sahi Nedir Faşizm?’ başlıklı yapıtına göre, faşizm her zaman olumsuzlanmaz, arzu kitlesi yaratır ve son derece rasyonalize etmeye yatkındır. Bu süreç, zamana yayılan iknalar sürecidir.
Berggren, faşizmi 4 temel unsur üzerine kurar:
Birincisi, “yeniden doğuş” miti! Bu mit elbette ultra milliyetçi hezeyanlar üzerinden inşa oluyor.
İkinci unsur için Lena, “Faşistler 1800’lü, 1700’lü ya da 1600’lü yıllara geri dönmek istemez; faşizm liberal ve çağdaş olana bir reaksiyon olarak yine bunların üzerine inşa edilir ancak gelişmeler doğru yöne çekilecektir,” der.
Üçüncü unsuru: “Yeni bir toplum yapısı”dır. Bu temaların ilki, “milli birlik” denen şeydir… Kişinin mikro faşizm ölçeğine alınma aşamasıdır. Her şey kontrol edilir. Toplum karşıtı ne varsa yaşamsallaşır. 1984 romanında ana karakterin dediği gibi, “Bana itaat etmen yetmez, beni seveceksin, düşüncene koyacaksın!”
Dördüncü unsuru: “Yeni bir insan yaratmaktır”
Faşizmin diğer tipik özelliği, “Yasal ve parlamenter yoldan gerçekleşir. Önemli olan toplumun temelden değiştirilmesidir. Faşizme göre eski yapılar devrilince yeni bir düzen yaratılacaktır. Faşizm savaş ve şiddetin yeni insanı şekillendirdiğine inanır. Savaşın zorluklarına meydan okumak yeni faşist insanı yaratır,”[14] olmaktır…
Evet, “Dinci ve ırkçı paranoya, gerçekten kopmuş ideolojik sistemler üretiyor”ken; “Yeni Ortaçağlar”, “Yeni Karanlık Çağlar”, “Yeni Feodalizm” biçiminde adlandırılan tarihin sıkıştı(rıldı)ğı bir kesitten geçtiğimiz, doğrudur!
Bu durumda tarihi üretenin kötü yanı olduğu bir kez daha anımsanmalıdır!
TARİHİ ÜRETEN KÖTÜ(LÜK) YANI: IRKÇILIK
“… ‘Aşırı milliyetçilik’ diye bir şey yoktur, ‘Avrupa milliyetçiliği’ vardır. Avrupa’da bugün yükselen ise milliyetçilik değil, sağ popülizmdir,”[15] türünden (“anti-emperyalizm” taklidi) “ulusal solcu” zırvaya prim vermeden; her milliyetçiliğin ırkçılığa, faşizme kapı açtığının altını bir kez daha çizelim.
Yerkürede olduğu gibi, bizde de, Avrupa Birliği’nde (AB) de böyle bu…
Örnek mi? Merkez sağ ve merkez sol grubun gerileyip, aşırı sağın yükseldiği Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerine göz atmak yeterlidir. İtalya’da Matteo Salvini’nin liderliğindeki Lig, Fransa’dan Marine Le Pen liderliğindeki aşırı sağcı partilerin üye olduğu ‘Avrupa Uluslar ve Özgürlük Grubu’ (ENF) sandalye sayısındaki artış dikkat çekicidir.
Mesela “Franco hayaleti dönüyor”[16] uyarısı dillendirilen İspanya’daki sol partilerin, Endülüs özerk yönetiminde 36 yıllık sosyalist iktidarı yıkan sağ partilerin yükselişine ve yerel seçimlerde ilk kez parlamentoya giren aşırı sağ görüşlü Vox partisine karşı “aşırı sağı durdurun” çağrısı yapması[17] gibi…
Khaled Diab’ın, “Almanya’da gazetecilik yapan bir arkadaşım, ‘Burada yalnızca ırkçılığa değil, sağcı aşırılığa dair de müthiş bir körlük var’ diyor. ‘Almanya’da aşırı sağ uzun süredir problem. Bence Almanlar bundan rahatsız olmuyorlar, en azından İslâmcılardan rahatsız oldukları kadar değil – bu batı yarımkürenin her yerinde böyle,’ diyor.
Örneğin bir grup eğitimli askerin ‘X Günü’ adını verdikleri bir tarihte, Almanya’daki solcu ve Yeşil Partili siyasetçilere yönelik suikast planı yaptıkları ortaya çıktı. Bu teröristler cihatçı değil, Alman ordusunun eğitimli komandolarıydı. 1100 kişilik elit ‘Kommando Spezialkräfte’ (KSK) biriminden 200 asker, Yeşil Parti lideri Claudia Roth, Dışişleri Bakanı Heiko Maas ve eski Cumhurbaşkanı Joachim Gauck’u öldürme planı yapmışlardı,”[18] diye resmettiği Almanya’da “Kamuoyu araştırmaları Alman seçmenlerin üçte birinin popülist (ırkçı) düşüncelere sahip olduğunu gösteriyor. Geriye kalan üçte iki için de ‘bunlar demokrat’ demek doğru değil. Temel sorun, AfD gibi nefret söylemini tüketen partiler için kullanılan ‘ideolojik oy’ oranlarının artıyor olması… Protestocu seçmenin oylarını toplayan konjonktürel bir siyasi oluşum aşamasını tamamlayarak, argümanlarıyla merkez siyasete yerleşen ideoloji partisi hâline dönüşüyor.”[19]
‘Bild’in haberine göre, AfD’nin 35 bin kayıtlı üyesinin 2 bin 100’ü profesyonel asker. Federal Meclis’te ve eyalet meclislerinde yer alan milletvekilleri arasında çok sayıda ‘ihtiyat’ subayının bulunduğu da biliniyor.[20]
Ve İngiltere’de İçişleri Bakanlığı’nın 2017-2018 raporunda “Irk” eksenli nefret suçları toplamın yüzde 71’i; Bunun içinde ten renginden milliyete, etnik kökene kadar her şey artı mülteci veya göçmenlikle ilgili durumların tamamı yer alıyor…[21]
Ve yine İngiltere’de beyazlarla, aynı işi yapan siyahlar, Asyalılar ve etnik azınlıklar arasında ciddi gelir adaletsizliği söz konusu.
Araştırmaya göre beyazlar, kendileriyle aynı işleri yapan diğer çalışanlardan yıllık olarak toplam 3 milyar 200 milyon sterlin daha fazla kazanıyor. İngiltere’de siyah, Hintli, Pakistanlı, Bangladeşli ve diğer etnik gruplardan 1.9 milyon çalışan bulunuyor.
‘Resolution Foundation’un farklı iş dallarındaki araştırmasına göre, aynı işi yapan üniversite mezunu bir siyah ile beyaz arasında saatlik ücret farkı 3.90 sterline kadar çıkabiliyor. Bu maaşlarda yüzde 17’lik bir fark olduğu anlamına geliyor. Pakistan ve Bangladeşli üniversite mezunlarına yüzde 12, yani saatte 2.67 sterlin daha az ödeme yapılıyor.
Ayrıca Londra Belediye Başkanı Sadiq Khan’ın kentteki kamu çalışanlarının maaşları üzerinde yaptırdığı inceleme de siyah, Asyalı ve etnik azınlık gruplarından çalışanların maaşlarının ortalamanın yüzde 37 altında olduğunu, özellikle polis maaşlarında ciddi farklar bulunduğunu ortaya koymuştu.[22]
Ya ABD?!
Resmiyette “kölelik” müessesesinin 1862’de kaldırılmış olmasına karşın (Abraham Lincoln, Amerikan İç Savaşı, Özgürlük Bildirgesi), “Beyaz Adam” daha en az 100 yıl kadar “Siyahlar Giremez” tabelalarını canının istediği yere asmayı sürdürdü; bugün de George Floyd’un nefesini kestiği üzere…
Elbette bunun nedeni sistematik ırkçılığı besleyen kapitalist sistemdir. Hatırlanacak olursa XVII. yüzyılın başından itibaren köle tacirlerinin Afrika’da insanları avlayıp gemilerin sintinesinde Amerika’ya taşıdığı kesitte ihya oldu kapitalizm!
Ekonomisi köle emeğine dayalı Güney eyaletleriyle “sanayi devrimi”nin etkilerini yaşayan Kuzey eyaletleri arasında 1861’de başlayan iç savaş 1865’te Kuzey’in zaferiyle sona erdi.
Ancak savaştan sonra siyahîlerin özgürleşeceğini sananlar yanıldı. Kölecilik bitmişti güya! Ama iktidar siyahîlerin eşit haklara sahip yurttaşlığını kabul etmemek için direniyordu. Savaştan hemen sonra düzenlenen yazılı ve yazısız “ayrımcılık yasaları”nda (segregation) çok acayip maddeler vardı:
• Siyahlar işçi olarak çalışabilmek ve bir evde barınabilmek için yıllık kontrat yapmak zorundadır. Bir işverenle kontratı olmayan siyahîlerin başka bir işe başvuru hakkı da yoktur. Bir siyah eğer yılın ilk günü (1 Ocak) resmî kontrat çerçevesinde bir evde barınmıyorsa, herhangi bir eve kiracı ya da ev sahibi olarak giremez!
• Siyahlar işverenin izni olmadan yerleşim biriminin (kasaba, şehir vs.) dışına çıkamaz!
• Siyahlar işverenin veya belediyenin izni olmadan satış yapamaz!
• Siyahlar, yaşı ne olursa olsun beyazlara daima “Beyefendi”, “Hanımefendi”, “Genç efendi” ya da “Patron” şeklinde hitap etmek zorundadır. Beyazlar kendilerine hitap ettiğinde “Buyurun efendim” biçiminde yanıtlamak suçtu.
Kölelik zamanında olduğu gibi, güya özgür oldukları günlerde de siyahîler toplumun dibine itildi. Beyazlara yemek yapabiliyorlardı ama aynı masada oturmaları yasaktı.
Aynı otobüse binebilirlerdi ama hep arkada oturmak zorundaydılar.
Aynı mahallede yaşayamaz, aynı okul ve kiliseye gidemezlerdi.
Siyahîler en temel haklarına çok çabayla, çok acıyla, çok can kaybıyla ancak, 1960’larda ulaşabildiler.
Ve tüm bu tarihsel gerçeklere rağmen, üniversitede “zencilerin zekâ testleri” başlıklı çalışma yayımlanabiliyordu.
Bir de George Floyd’lar hep oldu!
Trump’lı ABD’nin, “Apartheid”ın Güney Afrika’sından pek farklı olduğunu söylemek mümkün değil…
“Irkçılık rejimine karşı kan pahasına mücadelelerle yeniden inşa edilen Güney Afrika Cumhuriyeti, yozlaşma ve çürüme süreçlerine battıkça ırkçılık da yeniden hortluyor”ken;[23] Ceyda Karan ekliyor:
“Güney Afrika Cumhuriyeti, kapitalizmin insanları özgürce emeklerini pazarlayabilecekleri işçilere bile dönüştüremeyip, ‘ötekinin’ lehine ‘renge boyadığı’ diyar… Kıtanın güney ucunda, beyaz Afrikaner azınlığın ırkçı apartheid rejiminin sonu, ancak XX. asır bitmekteyken, 1994’te gelebilmişti. ‘Gelişmekte olan’ BRICS ülkeleri arasında imrenilen Güney Afrika’nın hâli, pek çok meseleyi sorgulamak için fırsat. Şu günlerde uluslararası gündeme mal olan ‘toprak mülkiyeti’ tartışmaları, kör göze parmak misali…
Durum şu: Sömürge döneminden kalma 1913 yasası, siyahların yaşadıkları kent varoşları ve kırsal özel rezerv alanları dışında mülk sahibi olmasını yasaklıyordu. 1994’te apartheid bitince ‘gönüllü satıcı-gönüllü alıcı’ formülü ile çözüme çalışıldı, işe yaramadı. 24 senede beyaz çiftliklerin yüzde 10’dan azı siyahlara geçti. Zira beyazlar geniş topraklarını satmaya razı gelmezken, siyahların alacak parası yoktu.
Düşünün, 54 milyonluk ülkede toprakların sadece yüzde 10’u devletin elinde! Yüzde 90’ın yüzde 39’u özel şahısların, yüzde 31’i tröstlerin, yüzde 25’i şirketlerin, yüzde 4’ü kabilelerin, yüzde 1’i ise ortak mülkiyetin. Tarım alanları ve çiftliklerin yüzde 72’si, yüzde 7’lik beyaz Afrikanerlerin kontrolünde. Sadece yüzde 15’i renkli vatandaşların, yüzde 5’i Hint azınlığın, yüzde 5’i de Afrikalıların.
Güney Afrika yoksulluk ve eşitsizliğin tavan yaptığı ülke. Kamu hizmetleri zayıf, işsizlik yüzde 30’a yakın, gençlikte yüzde 68! Ülke adeta vasıfsız emek cenneti. Okuma-yazma oranı düşük. Yoksulluğun getirdiği suç oranları yüksek. HIV virüsüyle yaşayanlar cabası.”[24]
IRKÇIĞIN KAPİTALİZMLE BAĞI
Irkçılığın kapitalizmle ilişkisi, kapitalizmin şafağı merkantilist sömürgeci/korsanlığa kadar uzanır ki, kölecilik de buna mündemiçtir. Ve bugün yıkılan heykellerde öteki(leştirilen)lerin gerçeği kayıtlıdır.
Örneğin Nick Robins ‘Doğu Hindistan Kumpanyası’nı (DHK) anlattığı yapıtında, DHK’nın baş karargâhının vaktiyle bugünkü Londra Borsası’nın olduğu Leadenhall Sokağı’ndaki DHK’den geriye hiçbir iz kalmadığına dikkat çeker; tarih ve kültür mirasına önem atfeden bir kentte bunun acayipliğine işaret eder.
“DHK’nin tarihi Londra’dan neden silinmiş olabilir,” sorusunun peşine düşen Robins, Hindistan’ın Büyük Britanya İmparatorluğu tarafından fethinin temellerini atan bu şirketin “serbest ticaret” adına, nasıl yağma, yolsuzluk ve bir sömürü düzeni kurduğunu hikâye ediyor, Adam Smith, John Stuart Mill, David Hume, Edmund Burke gibi önemli düşünce insanlarının bu düzenle nasıl iç içe geçtiğini anlatıyordu.[25]
DHK, özetle sadece bir şirketin değil, bir düzenin adıydı ve tarihin tüm çakıl taşlarını özenle muhafaza eden bir ülkede, kuşbakışı panoramadan ayıklanıp bir şekilde yok edilmişti.
Büyük Britanya İmparatorluğu’nun sömürgecilik düzeniyle örtüşen DHK’nin evet bugün izi kalmamış, ama sömürgeciliği inşa eden bireylerin heykellerinden tasarruf edilmemiş.
Edward Colston, Henry Dundas, Robert Clive, Robert Milligan, James Penny… Bunların hepsi köle ticaretiyle nam salmış, adlarını şimdiye dek duymadığımız isimlerdi ve İngiltere’nin dört bucağına heykelleri konulmuş, isimleri sokaklara verilmişti.
Köle tüccarı James Penny, Beatles’ı çıkaran Liverpool kentinde örneğin ünlü müzik grubunun -aynı isimdeki bir sokağın adından- Penny Lane şarkısına ilham olmuştu. Düne kadar Beatles’la özdeşleşen Penny Lane Sokağı’nın üstünde “Irkçı Lane” yazıyor artık…
Edinburgh kentindeki Robert Clive’ın heykeli de yok artık, yıkıldı. Peki o kim? Doğu Hindistan Kumpanyası’nın lider bir yöneticisiydi.
Hemşerisi Clive gibi gene Kumpanyanın öncü isimlerinden olan Henry Dundas’ın Edinburg’a hâkim heykeli de “yıkılası heykeller” listesinde sayılıyor.
Ya Edward Colston kim? O da imparatorluğun Atlantik tarafında köle trafiğini yöneten bir tacir, XVIII. yüzyılda Amerika’ya 84 bin köle taşıyarak servetine servet katmış. Kazandığı paralarla kenti Bristol’u hastaneler, okullar, bakımevleri ile donatmış. Bristollular da bu hayırsever(!) yurttaşın heykelini inşa etmişler. Colston’un heykeli de yok şimdi. Geçenlerde vaktiyle Bristol Limanı’ndan köle ticareti yaptığı Atlantik Okyanusu’nun sularına terk edildi…
Bugüne değin sade İngiliz kamuoyunun tanıdığı bu isimlerin yanında Churchill ve Cecil Rhodes gibi tarihe yön veren şahısların heykelleri de keza sallanıyor.
Zambiya ve Zimbabwe’yi oluşturan eski Rodezya’nın mutlak hâkimi Cecil Rhodes’ın Oxford Üniversitesi’ndeki heykeli de bizzat, “alın şunu buradan!” baskısı altında.
Londra’nın Parlamento Meydanı’ndaki Churchill heykeli öyle ki polis çemberiyle korunuyor.[26]
Hatırlanacağı üzere: Bristol’daki XVII. yüzyıl köle taciri Edward Colston’un heykelinin yerinden sökülerek nehre atılmasına, Londra’da ise eski başbakan Winston Churchill’in heykeline “o bir ırkçıydı” ifadesinin yazılmasına tanık olunmuştu. Churchill, Muhafazakâr Parti Lideri, Bahriye Bakanı, Maliye Bakanı, Harbiye Bakanı koltuğundaydı, 1940-1945 ve 1951- 1955 arası iki dönem Başbakan idi. BBC Churchill ile ilgili derleme yayınladı.
Churchill, 1937’deki Filistin Kraliyet Komisyonu’nda yaptığı konuşmada şunları söylemişti: “Amerika’daki Kızılderililere ya da Avustralya’daki siyahlara (Aborjinlere) karşı büyük bir yanlış yapıldığını kabul etmiyorum. Daha güçlü bir ırkın, daha yüksek seviyeli bir ırkın, dünyevi olarak daha bilge bir ırkın gelip onları yerlerinden etmesi gerçeğiyle bu insanlara karşı yanlış yapıldığını kabul etmiyorum.”
Churchill, Kürtlere ve Afganlara karşı kimyasal silah kullanımını savunmakla eleştiriliyor. Irak’taki Kürtlerin üstünde İngiliz uçakları bomba yağdırdı. 1919’da Savaş Bakanı olarak görev yaparken, “Gaz kullanımı konusundaki bu çekingenliği anlayamıyorum” diye yazmıştı. “Medeniyetsiz kabilelere karşı zehirli gaz kullanımını kuvvetle destekliyorum. Büyük rahatsızlığa yol açıp terör yayacak, ama etkilenenlerin çoğu üzerinde ciddi bir kalıcı etki bırakmayacak gazlar kullanılabilir.” 1943’te hâlâ İngiltere’nin sömürgesi olan Hindistan’ın kuzey doğusundaki Bengal bölgesinde büyük bir açlık baş göstermişti. Bunu esas olarak 1942’de Japonya’nın Burma’yı (şimdiki Myanmar) işgalinin tetiklediği belirtiliyor.
En az 3 milyon kişinin ölümüne yol açan bu açlıkta Chruchill’in eylemlerinin ya da eylemsizliğinin rol oynadığı belirtilerek eleştiriliyor. ‘Churchill’s Secret War’ kitabının yazarı Madhusree Mukerjee, Churchill’in Hindistan’a buğday göndermeyi reddettiğini söylüyor. Churchill açlık nedeniyle Hintleri suçlamış, “tavşan gibi ürüyorlar” demişti. Churchill, Hindistan’ın bağımsızlık lideri Mahatma Gandhi için 1931’de şu ifadeleri kullanıyor: “Bu asi avukatın sarayın merdivenlerini yarı çıplak bir hâlde adımlaması ve şimdi bir Hint fakiri gibi poz vermesi endişe verici ve mide bulandırıcı.” Daha sonra bir kabine toplantısında ise “Gandhi, sadece açlık grevi tehdidi nedeniyle serbest bırakılmamalı. Ölürse kötü bir adamdan ve İmparatorluk düşmanından kurtulmuş oluruz” diyor. 1899’da yazdığı ‘The River War’ adlı kitapta Churchill şöyle diyor: “Muhammedciliğin ateşli taraftarlarına yüklediği lanetler ne korkunç! Bir insanda köpekteki kuduz kadar tehlikeli olan fanatik çılgınlığın yanı sıra, dehşetli bir kaderci umursamazlık da var.” Churchill Savaş-Havacılık Bakanıyken İrlanda Cumhuriyet Ordusu’na (IRA) karşı savaşmak üzere oraya üniforma renkleriyle anılan ve aşırı şiddet kullanmalarıyla kötü ün yapan “Black and Tans” (Kara ve Taba) özel birliklerini gönderdi.
Martin Gilbert’in resmi Churchill biyografisinde de, “İki petrol şirketinin -Royal Dutch Shell ile Burmah AngloPersian Oil Company (BP)- birleşmek üzere hükümete yaptığı başvuruyu desteklemesi karşılığında 5000 sterlin aldığı” ifade ediliyordu![27]
O hâlde ırkçı olmayan bir kapitalizm yoktur. Kapitalizm en “liberal” gözüktüğü noktada dahi, ırkçılığın hedefi hâlindeki grupların işgücünü ucuza kapatmaktan, onları kölelik koşullarında çalıştırmaktan ve yaşamaktan geri durmaz. Ve de ırkçılık ve faşizm ne “zehir”, ne “hastalık”, ne de “münferit ideoloji” değilken; herhangi bir ırkın ya da etnisitenin başka toplumsal gruplar karşısında üstünlüğünü savunan, ırk ya da etnisite temelinde kurulan ortaklıkları esas alan kolektif çıkar tanımları yapan tüm görüş, düşünce ve yayınlar suç sayılmalıdır.
Çünkü genetik alanında yapılan araştırmalar gösteriyor ki, insan tek bir türdür. Farklı kıtalarda yaşayan insanların DNA’sı incelendiğinde, en fazla yüzde 0.5 oranında farklılık gösterdiği ortadadır. Daha ilginç olanıysa söz konusu farklılığın yüzde 86-90’ı aynı türden gelen insanlar arasında gözlemlenmesidir.
Yani farklı soylardan gelen insanları birbirinden ayıran genetik farklılıklar yüzde 0.5’lik farkın sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Örneğin bir siyahî ile bir Japon arasında ya da bir Hindu ile Kanadalı arasındaki genetik fark yalnızca yüzde 0.05, en fazla yüzde 0.07. Bu da demek oluyor ki “ırk”lar arasındaki farklılıklar, aynı “ırk” içindeki farklılıklardan daha azdır!
“SONUÇ” YERİNE: MÜCADELE
Irkçılıktan, faşizmden söz edince, “Kapitalizmin iki yüzü/ Du aliyên kapîtalîzmê” hakikâtini, sakın ola “es” geçmeyin!
Alain Badiou’nun, “Liberal kapitalizm (…) vahşi, yıkıcı nihilizmin aracıdır”; Miguel D. Lewis’in, “Kapitalizm dindir. Bankalar kilise, bankacılar rahip, zenginlik cennet, fakirlik cehennem, mülkiyet kutsaldır. Para ise tanrı,” saptamaları ile Leo Huberman’ı kulağınıza küpe edin:
“Kapitalist ülkelerde bolluğun ortasında açlık, varlığın içinde kıtlık, zenginliğin hemen yanında yoksulluk vardır.” “Kapitalist sistem akıl dışıdır.” “Kapitalizmin en büyük israfı da savaştır.”
“Tekelci kapitalizm, mal ve sermaye fazlası için alan bulmak zorundadır ve tekelci kapitalizm var oldukça yeni savaşlar sürecektir.” “Emperyalizm savaşa yol açıyor.”
“Hiçbir emperyalist ulus masum değildir.” “Eli temiz kalmış tek emperyalist ulus yoktur.”
O hâlde George Bernard Shaw’ın, “Irkçılık, beyinsizliğin şeytani ve psikopatça bir formu,” dediği çılgınlık karşısında, “Gabriel Péri’nin Gestapo hapishanesinde dediği gibi, ‘Türkülü yarınlar’ düşüncesi”ni[28] diri tutmak için Charlie Chaplin’in sözlerini anımsayalım: “Bu hayatı olağanüstü bir mutluluk serüvenine çevirecek olan sizlersiniz. Öyleyse, insanlık ve demokrasi adına bu gücü kullanalım ve milliyetçilik hastalığına karşı birleştirelim. Din, dil, ulus ayrımcılığı olmayan yeni bir dünya yaratalım”!
Gerald Allen Cohen’in ifadesiyle, “Irkçılık, işçi sınıfını böler ve toplumsal denetimi kolaylaştırarak kapitalist sistemin devam etmesini sağlar”ken; “İyi de nasıl” mı?
Gayet basit: “Liberal demokrasi faşizmin yükselişini durduramaz. Dün, 1922’de The New York Times, ‘Bavyera eyaletinde popüler bir lider yükseliyor’ başlığıyla Hitler’in Yahudilere, komünistlere, ayrılıkçılığa, hayat pahalılığına karşı görüşlerini aktarıyor, sonra da Yahudi düşmanlığının aslında ciddi olmadığını savunuyordu. Bu, kitleleri heyecanlandırmak için kullanılan bir söylemmiş; Hitler iktidara gelince başka etkin politikalar uygulayacakmış. ‘Çok tecrübeli bir politikacı’ The Times’a ‘Bunlar kitleleri hareket geçirmek için. Onlar senin gerçek amacını anlayamaz ki’ diyormuş.
Benim de aklıma, bir zamanlar biri, ‘demokrasi tramvayından’ söz ederken, ‘ılımlısı olmaz’, ‘ben değişmedim’ derken, birilerinin de ‘merak etmeyin yönetmeye başlayınca…’ diye başlayan savlarıyla korkuları yatıştırma çabaları geldi.
Hitler’in saçma sapan, birbiriyle çelişen düşüncelerle dolu Kavgam kitabı 1925’te yayımlandı. Sonra, Nazi Partisi hızla iktidara yükseldi. Hitler de o kitapta yazdıklarını uygulamaya koydu.
Thomas Mann’in işaret ettiği, Victor Klemperer’in de Nazi iktidarı sırasında tuttuğu güncelere dayanarak hazırladığı çalışmasında sergilediği gibi, bu saçma sapan düşünceler tekrarlana tekrarlana, Alman dilini ve kültürünü değiştirmeye başlamış. Yeni dil ve kültür ortamında artık bunlar insanlara o kadar saçma sapan gelmiyor, çelişkileri kolaylıkla açıklanabiliyormuş. Faşizm karşısında, liberal demokrasinin işe yaramazlığı da burada ortaya çıkıyor. Bu saçma sapan, çelişkili görüşleri, bu özelliklerinden dolayı muhatap alarak çürütmeye heveslenmek, bu görüşlere platform sunuyor, yayılmalarını kolaylaştırıyor. Arendt’in işaret ettiği gibi bu saçma sapan görüşler, liberalizmin ikiyüzlülüğüne karşı oldukları müddetçe, içlerindeki şiddet halk arasında bir erdem, açıkça ifade edilen kaba saba, argo ifadeler, cesaret örneği olarak algılanıyor.[29]
Sonuç olarak, faşist hareketin toplumsal dinamiklerini anlamaya çalışmakla, faşist bireyi anlamaya çalışmak arasında büyük bir fark vardır. Faşistlerle konuşarak, onları kazanmaya çalıştıkça, faşizmin görüşlerinin kitlelere ulaşması hızlanıyor. Bu sırada, liberalizmin ‘insani’, ‘rasyonel’, ‘demokratik’ düşünce ve savları da halkın bir kulağından girip öbüründen çıkıyor, çoğu kez alaya alınıyor.
Faşistlerle de diyalog kurulabilir savı, tam anlamıyla liberal bir fantezidir. Jacques Ranciere’in ünlü örneğinde olduğu gibi, iki kişi bir duvara bakıp ‘beyaz’ diyorsa, aralarında ‘beyazın’ tonlarına ilişkin bir diyalog kurulabilir. Biri beyaz öbürü siyah diyorsa, diyaloğun, tartışmanın zemini yoktur. Bu durumda tartışmakta ısrar etmek zaman kaybının ötesinde, çok tehlikeli siyasi sonuçlar doğurabilir.
Faşizme karşı mücadele, bir güç sorunudur. Faşizmin cazibesine kapılmış olanları etkilemeye çalışmadan önce, faşizmi anlamış, karşı çıkmaya karar vermiş olanlar bir araya getirilerek, faşizmin simgesel ve fizikî şiddetine direnecek, faşizmi durduracak, giderek yok edecek bir gücün inşa edilmesi gerekir. Ne yazık ki bu güç liberal demokrasinin savlarıyla, fantezileriyle ve pratikleriyle inşa edilemez.”[30]
Dedim ya, gayet “basit”! o
21 Eylül 2020, Çeşme Köyü
[1] Nâzım Hikmet.
[2] Catherine Clément, Şeytanın Orospusu, çev: Rıfat Madenci, Yön Yay.,1997.
[3] Mine G. Kırıkkanat, “Diriliş: Engizisyon”, Cumhuriyet, 12 Temmuz 2020, s. 12.
[4] Michael Löwy, “Aşırı Sağ: Küresel Bir Fenomen”, Yeni Yaşam, 1 Şubat 2019, s. 10.
[5] Enzo Traverso, “Faşizm, Aşırı Sağ ve Liberalizmin Çatışkıları”, 16 Mayıs 2019… http://siyasihaber4.org/fasizm-asiri-sag-ve-liberalizmin-catiskilari
[6] “Chomsky: Faşizm Günümüzdeki Aşırı Sağı Tanımlamak İçin Doğru Kavram Olmayabilir”, 25 Temmuz 2019… https://marksist.org/icerik/Dunya/12620/Chomsky-Fasizm-gunumuzdeki-asiri-sagi-tanimlamak-icin-dogru-kavram-olmayabilir
[7] Ergin Yıldızoğlu, “Yeşiller Baş Düşman”, Cumhuriyet, 8 Haziran 2019, s. 11.
[8] Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, çev: Ahmet İnsal, Birikim Yay., 1980.
[9] Diren Deniz Sarı, “Trump ve Orbán’ın Nefret Kardeşliği”, Birgün, 15 Mayıs 2019, s. 5.
[10] Gábor János Billay, “Tanıdık Hikâye: Orbán’ın Macaristan’ı”, Yeni Yaşam, 8 Ocak 2019, s. 8.
[11] Bertolt Brecht, “Hakikâti Yazmada Beş Güçlük (1934)”, Karazin Edebiyat Dergisi, Şubat- Mart 2015, s. 4.
[12] Georgi Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, çev: Ali Özer, Evrensel Basım Yayın, 2005.
[13] Eric J. Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, çev: Yavuz Aloğan, Everest Yay., 2006.
[14] Kalle Johansson-Lena Berggren, Sahi Nedir Faşizm?, çev: Murat Özsoy, Ginko Bilim Yay., 2019.
[15] Sinan Baykent, “Avrupa Seçimleri ve Milliyetçilik”, Cumhuriyet, 30 Mayıs 2019, s. 2.
[16] “Franco Hayaleti Dönüyor”, Cumhuriyet, 30 Nisan 2019, s. 7.
[17] “İspanya Solundan Çağrı”, Cumhuriyet, 4 Aralık 2018, s. 7.
[18] Khaled Diab, “Yerli Malı Aşırılıkçıların Yükselişi”, Birgün, 26 Kasım 2018, s. 5.
[19] Özgür Çoban, “Halle Saldırısı ve Almanya Radikal Sağı”, Birgün, 12 Ekim 2019, s. 5.
[20] Gürsel Köksal, “İkinci Bir NSU Daha mı Var?”, Birgün, 2 Mart 2020, s. 4.
[21] İbrahim Sirkeci, “Nefret Suçlarında Artış”, Birgün, 4 Mart 2019, s. 4.
[22] “İngiltere’de Siyahlar, Asyalılar ve Etnik Azınlıkların Maaşı Beyazlarınkinden Yüzde 10 Daha Az”, 28 Aralık 2018… https://www.bbc.com/turkce/amp/haberler-dunya-46689335
[23] “Tarihin Büyük Trajedisi!”, Gündem, 3 Eylül 2015, s. 13.
[24] Ceyda Karan, “Kapitalizm, Irkçılık ve Toprak Reformu”, Cumhuriyet, 29 Ağustos 2018, s. 11.
[25] Nick Robins, Dünyayı Değiştiren Şirket, Doğu Hindistan Kumpanyası’nın Modern Çokulusluluğu Şekillendirmesi, çev: M. İnanç Özekmekçi, H2O Yay., 2017.
[26] Nilgün Cerrahoğlu, “Hortlayan Sömürgecilik Tarihinin Hayaleti”, Cumhuriyet, 14 Haziran 2020, s. 6.
[27] “Churchill’in Irkçılığı’nı Yazdı”, Yeni Yaşam, 16 Haziran 2020, s. 7.
[28] Prof. Ladislaw Stoll, Önsöz’den, Julius Fuçik, Darağacından Notlar, çev: Celal Üster, Yordam Kitap, 2015, s. 6.
[29] The Times’ın yorumunu ve Arendt’i anımsatan Adam Serwer, The Atlantic.
[30] Ergin Yıldızoğlu, “Faşisti Anlamak ve Diğer Saçmalıklar”, Cumhuriyet, 25 Mart 2019, s. 11.