ABD’de başkanlık seçimi gerçekleşti ve beklendiği gibi Donald Trump başkan seçildi. Seçimin diğer güçlü adayı Kamala Harris de seçilmiş olsa idi yine beklenen gerçekleşmiş olacaktı. Beklenen gerçekleşmiş olacaktı çünkü 1853 yılından bu yana bir başka anlatımla yüz yetmiş bir yıldan beri bahse konu ülkede başkanlık seçimi iki büyük partinin mücadelesine sahne olmakta ve bunlardan biri ipi göğüslemektedir. 1853 yılından bu yana Cumhuriyetçi Parti ile Demokrat Parti dışında hiçbir siyasi oluşum seçim kazanamamıştır ABD’de. Dolayısı ile beklenmeyen gerçekleşmedi yani Filistin konusunda net bir tavır ortaya koyan, emekten yana vaatleri ve ekolojik bir programı olan “Yeşil Parti” adayı Dr. Jill Stein’in seçilebilmesi idi beklenmeyen ve bu da gerçekleşmedi. Stein’in seçilememesi sürpriz değil ancak aldığı oy bir sürpriz kanımca. Genç işsizlerin oranının %14’e ulaştığı, halkının %13’lük kesiminin yeterli beslenme olanaklarından yoksun olduğu, VOA verilerine göre yedi yüz bin kişinin evsiz olduğu ve evsizlerin sayısının sürekli artma eğiliminde olduğu bir ülkede Yeşil Parti adayının oy oranının %0,5 seviyesinde kalması sürpriz kanımca. Sadece evsiz ABD vatandaşları oy vermiş olsa idiler daha yüksek bir oy oranına ulaşabilirlerdi.
Bizde kendilerini “solcu” olarak tanımlayan bazı çevreler, Kamala Harris’in kazanmasını istediklerini açıkça ilan etmişlerdi seçim öncesinde. Gerekçeleri ise Harris’in Marksist bir iktisatçının kızı olması ve etnik kökeni nedeni ile Beyaz Amerikalılar tarafından ötekileştirilmeye çalışılması. Kanımca son derece anlamsız bu gerekçeler. Her şeyden önce insanın soy geçmişi ve etnik kökeni kişiliği hakkında doğru bir referans veremeyebilir her zaman. Tarih bunun örnekleri ile dolu. Söz gelimi TC tarihinin en azılı ırkçılarından biri olan Nihal Atsız’ın oğlu Yağmur Atsız, babasının vasiyetinde savaşmasını istediği etnik gruplara kin beslemeyen, demokrat görüşleri ile tanınan bir entelektüeldi. İnsanları ebeveynlerinin kimliklerinden yola çıkarak değerlendirmek büyük bir hata kanımca. Bu hata kendilerini solcu olarak tanımlayan kişiler tarafından yapılınca daha da büyük oluyor bana göre. Kaldı ki Harris’in babası Emeritus Prof. Donald J. Harris, Marksist değil post-Keynesyen görüşlere sahip bir ekonomist. Kamala Harris’in Beyaz Amerikalılar tarafından ötekileştirilmek istendiği iddiasını ise bu hanımefendinin seçim kampanyası esnasında sermaye çevrelerinden 2,2 milyar USD bağış toplamış olması çürütmeye yetiyor (Trump 1,8 milyar toplamıştı).
Küresel emperyalist sistemin yönlendiricisi durumundaki ülkenin sermaye grupları arasındaki farklı görüşlerin ortaya çıkardığı iki aday arasında bir tercih yapmanın kendilerini “solcu” olarak tanımlayan insanlara ne kadar yakışacağının takdiri ise bu yazıyı okuyanlara ait elbette.
Kuşkusuz yukarıda yazılanlar ABD başkan seçimi ile ilgilenilmemesi gerektiği anlamını taşımıyor. Taşımamalı da.
G7 ülkelerinin toplam üretiminin %40’ını, tüm dünyada gerçekleşen üretimin ise %16’sını hayata geçiren, dünyanın dört bucağında kurmuş olduğu askerî üsler ve on binlerce askerî personeli ile sistemin koruculuğunu üstlenen ülkede seçilen yönetimin gerek kendi ülkesine gerekse dünya halklarına neler getirebileceği analiz edilmeye değecek özellikler taşır her daim. Yazı da bu konuya odaklanmayı amaçlamakta.
Öncelikle şuradan başlayalım:
SSCB’nin dağılması ve sosyalist sistemin geçici geri çekilmesi sonucu dünya ekonomisinin tek egemeni olan ABD’nin tartışılmaz üstünlüğü Çin ekonomisinin beklenmeyen yükselişi karşısında gerilemiş ve küresel emperyalist sistemin kurgulamış olduğu tek kutuplu dünya tartışılmaya başlamıştı son yıllarda.
Yeni yönetimin ilk çabası ABD’ye yitirmiş olduğu gücünü tekrar kazandırma yönünde çalışmaya yönelik olacak. Bu amaçla Çin’in önünü kesmek için önlemler düşünülecek. Seçim öncesi gerçekleştirdikleri propaganda çalışmalarında her iki aday da bunun sinyallerini vermişlerdi. Hattâ daha da ileri giderek Çin’den yapılacak ithalata kısıtlama getireceklerini belirtmişlerdi. İşte bu noktada sorun başlıyor. SSCB’nin dağıldığı tarihten itibaren serbest piyasa ekonomisini savunan ve neoliberal ekonomik sistemin bayraktarlığını yapan ABD ithalat kısıtlaması getirip yıllardan beri savundukları ile çelişen bir politika izlemek zorunda kalıyor. Bunu yapıp yapamayacaklarını ya da yapabilirlerse başarılı olup olamayacaklarını zaman gösterecek ancak seçim öncesi yapılan propaganda çalışmalarında kullanılan söylem neoliberal sistemin tartışılmaya başlamasına neden oldu; zamanla daha da yaygınlaşıp tüm dünyaya yayılmasını beklediğim bu tartışma, neoliberal ekonomik düzenin sonunu getirebilir ve Keynes’ten esinlenerek geliştirilecek değişik ekonomi modellerinin gerek tartışılmasına gerekse uygulanılmasına tanık olabiliriz. Bu durum kuralsız bir ekonominin savunucusu olan Trump’ın kendisi ile çelişmesi anlamını taşımakta.
Öte yandan ABD’yi rahatsız eden ekonomik gelişme sadece Çin ile sınırlı değil. Yakın geçmişte gerçekleştirdiği atılımlarla yerküre ekonomisindeki ağırlığını giderek arttıran BRICS oluşumu tüm bileşenleri ile ABD’yi ekonomik açıdan gittikçe daha fazla endişelendirmekte.
Bütün bu değerlendirmelerin ışığında gerek Çin ekonomisini gerekse Çin’in de içinde bulunduğu BRICS oluşumunun ekonomisini baltalamak için önemli çabalar sarf edileceği kesin gibi görülüyor. Bu çabalar Çin-Tayvan ekseninde gerçekleşecek küçük çaplı savaşlara yol açabilir. Ancak böyle bir savaş çıkmasa bile hâlen sürdürülmekte olan ekonomik savaşın daha da kızışacağı mutlak bir gerçeklik olarak şimdiden göze çarpmakta.
Öte yandan ABD sarsılmaya başlayan ekonomik egemenliğini yeniden tesis etmek ve pekiştirmek için askerî operasyonlara başvurmaktan da bölgesel çaplı savaşlar çıkarmaktan ve gerekli gördüğü takdirde bu savaşlara müdahil olmaktan da çekinmeyecektir. Özellikle seçim kampanyası süresinde Trump’ı açıkça destekleyen silah tekellerinin de teşviki ile bu girişimler önümüzdeki yıllarda dünyamızın bir ateş çemberi içinde kalacağını göstermekte. Bu konuya odaklanalım biraz, önce mevcutlara ardından da olası savaşlara yönelik bazı öngörülerde bulunalım.
ABD’nin Ortadoğu egemenliğindeki kilit ülkedir İsrail. Özellikle Suudi Arabistan’ın BRICS yapılanmasına katılma kararı alması sonrasında İsrail’in önemi daha da arttı ABD açısından. Bu nedenle İsrail’in güçlenmesi ve (mümkün olduğu takdirde) topraklarını genişletmesi ABD politikası açısından vazgeçilemez bir öneme sahiptir. Trump seçim propagandası sürecinde İsrail-Filistin savaşını bitirme sözü vermişti. Onun bitirmeden anladığı Filistin’in kayıtsız şartsız teslim olması kuşkusuz. Ancak Filistin direniş güçlerinin kendileri açısından onur kırıcı bir anlaşmaya imza atacaklarını düşünemeyiz. Dolayısı ile savaş şiddetlenecek. ABD İsrail’in kesin kazanımının gerçekleşebilmesi için gereken her türlü desteği verecek. Bu devasa gücün tam desteğini alan İsrail ise saldırganlığını ve kural tanımazlığını günden güne arttırarak devam ettirecek. Sadece Filistin’e değil Lübnan, Suriye ve hattâ İran’a yönelik saldırıların ardı arkası kesilmeyecek. ABD İsrail’in bu saldırıları ile gerek Suriye’deki gerekse İran’daki rejimlerin de yıpranmasını hedeflemekte. Dünya halkları kararlı bir tutumla bu saldırılara karşı çıkmadığı takdirde Ortadoğu bir kan gölüne dönecek önümüzdeki süreçte. Trump’ın kabinesinde yer vermeyi düşündüğü isimler bu öngörüyü gerçekleştirecek politik düşünce yapısına sahipler.
Türkiye’nin kuzeyinde devam etmekte olan NATO-Rusya savaşı da Trump tarafından sonlandırılma sözü verilen krizler arasında. Trump burada Putin’i ikna edebilecek çözümlere ulaşılabilir. Bilindiği gibi ABD’nin yeni devlet başkanı iş yaşamında emlak komisyoncusu olarak faaliyet göstermişti. Bu süreçte Rus oligarklar ile ortak çok iş yapmış ve onlarla hayli samimi ilişkiler geliştirmişti. Bu ilişkiler Putin’in ikna olacağı bir çözüm üretilmesine yardımcı olabilir. Kaldı ki NATO’nun tüm desteğine rağmen Ukrayna herhangi bir başarı sağlayamadı Rusya karşısında. Tersine Rusya konumunu güçlendirdi ve bu arada Ukrayna bir harabeye döndü. Trump NATO-Ukrayna savaşının finansman yükünü ağırlıklı olarak ABD’nin karşılamasından duyduğu rahatsızlığı her fırsatta dile getirmekte ve AB ülkelerinin finansmana daha fazla destek olmasını talep etmekte. AB ise bu konuda isteksiz. Üstelik savaşın yarattığı düzensiz göçmen sorunu nedeni ile Polonya, Macaristan ve Romanya gibi ülkeler rahatsızlıklarını dile getirmekteler. Bu ülkelerdeki yaklaşık sekiz milyon Ukraynalı göçmenin küçümsenmeyecek bir bölümünün Batı Avrupa ülkelerinde yerleşme arzusunda oldukları bilinmekte. Bu durum da Fransa, Almanya gibi ülkelerin endişelenmelerine neden oluyor. Bütün bu faktörler bir araya gelince küresel emperyalist sistemin Rusya ile ilgili hedeflerini ertelemesi ve savaşı şimdilik kaydı ile durdurması uzak bir olasılık olarak görülmüyor. Bu olasılık gerçekleşirse, bir harabe hâline gelmiş olan Ukrayna’nın imarı için çalışmalar başlatılır ve böylelikle krize girmiş bulunan inşaat sektörünün aradığı can suyu bulunmuş olur. Dolayısı ile 2025 yılı zarfında NATO-Ukrayna savaşının geçici bir süre için de olsa sonlandırıldığını görebiliriz. Ancak bu elbette kalıcı bir barışın tesis edileceği anlamına gelmiyor. Sistem Rusya’yı parçalayarak, bu devasa büyüklükteki ülkeden irili ufaklı ve elbette güçsüz pek çok ülke çıkarma hedefinden vazgeçmeyecektir.
Bu arada hemen belirtelim eski başkan Biden’ın görevi devretmesine kısa bir süre kala Ukrayna’ya uzun menzilli ATACMS füzelerini Rusya’ya karşı kullanma onayı vermesi ve Ukrayna’nın da onayı alır almaz saldırı gerçekleştirmesi üzerine yapılan “savaş tırmanacak” yorumları gerçekçi olmaktan uzak. Kanaatime göre Biden’ın onayı ABD derin devlet yapılanması tarafından alınmış bir kararın uygulamasından fazla bir şey ifade etmiyor ve amacı da 2025 yılı zarfında başlayacak olan müzakerelerde Batı’nın elini güçlendirmek. Bir de yan etkisi oldu bu gelişmenin; Türkiye gibi ekonomisi kırılgan bir yapıya sahip olan ülkelerde gerek USD gerekse € yükselişe geçti savaşın şiddetleneceği endişesi ile. Bu da borsada boy gösteren spekülatörlerin işine yarayan bir gelişme oldu. Ancak bu gelişmenin kalıcı bir etkisi olacağını düşünmüyorum. Kısa süre içinde taşlar yerine oturur. Bir de petrol fiyatlarında küçük bir yükselme oldu. Uzun zamandan beri düşük seyreden petrol fiyatlarındaki bu yükselme Ukrayna’nın saldırısından daha çok mevsim etkisi ile gerçekleşmiş olabilir. Bu gelişmelere bakarak savaşın tırmanacağı yorumunu yapmanın bir anlamı yok. Rusya’nın bu gelişmeye karşılık vermiş olduğu yanıt bir başka anlatımla nükleer silah doktrinini güncellemesi ise esasen mevcut olan bir mevzuatın Rusya’nın müttefiki olan Belarus’u da kapsayacak biçimde genişletilmesinden ibaret. Rusya’nın Ukrayna’dan gerçekleşen saldırıya yanıt olarak nükleer silah kullanma yoluna başvuracağını düşünmüyorum. Rusya önümüzdeki günlerde Kiev’i şiddetli bir şekilde bombalayacak, bu bombardımandan şehir merkezi ve burada bulunan Batılı ülke temsilcilik binaları hayli zarar görecekler ve her iki taraf da ellerini yeterince güçlendirdiklerini düşündüklerinde müzakereye başlayacaklar. Bu süreçte cephede herhangi bir değişiklik olmayacak, taraflar mevzilerinde sabit kalacaklar kanaatime göre.
Ortadoğu’da Trump’ın yarım kalmış bir hesabı var İran ile. Önceki başkanlık döneminde bu ülkeye hayli yüklenmiş ancak hedeflediği sonucu alamamıştı. Bu kez kaldığı yerden devam ederek Tahran’ı daha fazla sıkıştıracağına kesin gözle bakılmakta. NATO-Ukrayna savaşına geçici bir çözüm üreterek ara vermek istemesi de bu yüzden. Gücünü ve enerjisini İran üzerinde yoğunlaştırmak istemekte. Böyle bir politika izlemesinin kendine göre çok haklı bir nedeni var. İran küresel finans sistemine katılmayı reddeden ender ülkelerden biri. Bu direnci kırmak için tüm olanaklarını seferber etmekten çekinmeyecek. Küresel finans sistemine katılmayı reddeden bir başka Ortadoğu ülkesi de Suriye. Her ne kadar seçim propagandası esnasında bu ülkedeki askerlerini geri çekeceğini ifade etmişse de bu sözünü tutsa bile Irak-Suriye ekseninden elini çekeceğini sanmıyorum. Buradaki oluşumlara her zaman müdahale edecek bir sistem kurulmadan ABD askeri bölgeden çekilmeyecektir. Esad rejiminin devrilmesi ya da hiç değilse alabildiğine güçsüzleştirilmesi ABD dış politikasının ana gündem maddelerinden biri olarak kalacaktır.
Irak, Suriye ve İran söz konusu olduğunda buralara müdahale edebilmek için en uygun yer İsrail olduğundan İsrail’e verilen destek artarak devam edecek kuşkusuz. Bu ülkenin ABD’nin karakolu olma işlevini kusursuz yapabilmesi için verilecek olan her türlü destek Ortadoğu halklarının başına bela olacaktır.
Ortadoğu ve Pasifik’ten söz ettik buraya kadar. Kuşkusuz bununla da yetinilmeyecek, Amerika kıtasında da yapılacak işleri var. Öncelikle Küba. Sürdürmeye çalıştıkları düzen için en büyük tehlike olarak gördükleri Küba’ya yaptırımlar artacak. Ülkenin ekonomik darboğaza girip oradan çıkamaması için elden gelen yapılırken Venezuela da ilgi alanından çıkmayacak ve bu ülkede de Maduro’nun iktidardan düşmesi için çaba sarf edilecektir. Amerika kıtası özellikle de Latin Amerika her zaman küresel sistemin muhaliflerinin güçlü olduğu bir coğrafyadır. Bu nedenle bahse konu coğrafya kontrol altında tutulacak ve gerekli görüldüğü takdirde hükümet darbeleri gerçekleştirilerek küresel sistem dostlarının yönetim erkinde kalmaları sağlanacaktır. Bununla birlikte Amerika kıtasında bir savaş çıkması olasılığının son derece düşük olduğunu söyleyebiliriz.
Trump’ın başkan olmasının dünyanın diğer ülkeleri üzerindeki etkisi de siyasi liderler açısından gerçekleşecek. Diplomatik kurallara önem vermeyen, popülist söylemler ile oy toplayan sağcı tutucu liderler önemli bir müttefik kazandılar bu seçim sonucu ile Macaristan’da Orban, Arjantin’de Millei, Hindistan’da Modi gibi liderler önemli bir müttefik kazandılar bu seçim sonrasında. Bunlara Türkiye’den Erdoğan’ı da katmak gerek. Yakın gelecekte popülist söylemlerle iktidara geldikten sonra demokratik hak ve özgürlükleri giderek daha fazla kısıtlamaya çalışacak olan liderlerin çoğalacağını görebiliriz.
Özetle; ABD seçimleri dünya halkları açısından bir kötünün gidip bir başka kötünün gelmesine tanık oldu her zaman olduğu gibi, emek ve demokrasi güçleri açısından yeni bir mücadele sayfası açıldı. Çetin mücadele günleri dünya emek ve demokrasi güçlerini bekliyor.