Amerikalı olmak isteği, tüm sağ siyasetin, tüm devlet eksenli siyasetin gizli veya açık hedefidir. 1950’lerde Menderes NATO’ya girerken, ABD’nin kendisine koştuğu, Kore’ye asker göndermek gibi şartları hiç ağır görmüyordu ve ülke içinde “küçük Amerika” olmak hayali ile dolaşıyordu.
Acaba, Erdoğan’ın, “Green Kart”ı var mıdır? Amerika’da oturum izni var mıdır? Sadece büyük oğlu mu ABD’de oturum hakkına sahiptir? Bu soruları, bir bilgi üzerine sormuyorum. Dahası, amacım Erdoğan’ın ABD’ye kaçacağı izlenimini vermek de değil. Ama bu kadar Amerikan hayranı, bu kadar Amerikan devletinin emireri olunca, en tepedekilerin dahi Amerika’da yaşama belgelerini hazır etmek isteyeceklerini düşündürmek istiyorum. Hepsi, bizim Anadolu Sosyalist Devrimimizin ardından, başarabilirlerse, tam takım ABD’ye gidecekler ve orada, “Amerika’daki Türk hükümeti” diye bir çalışma başlatacaklardır.
Aslında bu, ABD sevgisi değildir. Köleliğidir. TC yöneticileri, bugün ve dün, hep Amerikan hayranı olmuşlardır. NATO’dan bu yana bunu rahatlıkla izliyoruz ama mutlaka eskisi olmalıdır. NATO, tüm bu “sevgi”yi, sistematize etmiştir. Artık, ABD yönetimini “sevmeyen”, “biat etmeyen”, yönetici olamıyor. Orduda da böyledir. ABD “sevgisi” sistematize edilmemiş hiçbir general, istediği yere gelemez, hiçbir bürokrat, belki gözden kaçan olabilir, yükselemez, hiçbir siyasi lider iktidara gelemez vb.
AK Parti iktidarında bu durum değişmiştir. Artık, ABD’ye biat etme mekanizması ilerlemiş, TC devletinin dış politikası, ABD tetikçiliğine yükselmiş, “en kıymetli ihraç malınız askerinizdir” sözüne uygun bir organizasyon ve sistem kurulmuştur. Artık, ordu için mesela “kurmay”lara ihtiyaç yoktur, mesela bilişim sektörü için “bağımsız uzmanlara” ihtiyaç yoktur, mesela NATO yolları yapılacaksa, o yolları yapan inşaat firmalarının “planlarına” ihtiyaç yoktur. İşte aynı biçimde dış politikada da “bilgili”, “uzman” diplomatlara ihtiyaç yoktur.
Eskiden de, dış politikanın kurmayları ABD çıkarlarına karşı iş yapmazlardı. Yine ABD ve NATO’ya hizmet ederlerdi. Ama Erdoğan’ın “monşerler” dedikleri bu kadro, NATO çıkarlarına hizmet etse de, bilgili idi. Çünkü, o zaman TC devletinin formatlanmış bir dış politikası vardı. Elbette bu politika da ABD ve NATO çerçevesinin içinde kalıyordu. Oysa AK Parti, bu kadroları tasfiye emri aldı. Kendisi tasfiye etmedi, kendisine tasfiye ettirildi. Erdoğan ve şürekası, %10 komisyonları dışında, hiçbir kararı ABD’den bağımsız almamışlardır, alamazlar. Buna Ayasofya’yı da dahil edebilirsiniz, buna YouTube kanalında üniversiteli gençlere konuşma girişimini de ekleyebilirsiniz, “uçuyoruz ama kimse görmüyor” açıklamasını da. Tasfiye kararları, ABD emridir. Tasfiye edilenler, dün ABD’nin ve NATO’nun emirlerini yerine getirenlerdi, ama tek kusurları “uzmanlıkları” vardı. Yeni dönemde ABD, TC devletinin hiçbir yerinde, “uzman” kadrolar istemiyor ve bu AK Parti’nin İhvancı politikalarına son derece uygundur.
Fethullah Gülen’in ekibinin güç kaybetmesi ve FETÖ olarak isimlendirilmesi de bunun içindedir. Gülen ve Erdoğan, iç içedir. Ama Gülen’de teşkilât vardır, bir “uzmanlık” vardır. Bu uzmanlık, her zaman ABD isteklerine göre kullanılmayabilirdi. TC devleti, eskisi gibi, Sovyetler’e karşı bir ileri karakol olarak, “ortaklaşa sömürge” olarak kalamaz. Bu durumda, siyasal alanı elinde tutan NATO’nun beyni ABD ile, ekonomik alanı elinde tutan Almanya, Fransa, İngiltere, yani AB arasında bir çatışma olduğu sır değildir. Öyle ise, bu paylaşım savaşımında, artık bir adet FETÖ yoktur. İngiltere’nin FETÖ’sü, ABD’den ayrıdır, İsrail’in, Almanya’nın, Fransa’nın, en azından bu beş gücün ayrı ayrı FETÖ’sü olduğu kesindir. AK Parti için de böyledir, en az 5 adet AK Parti var idi, artık, AK Parti diye bir şey yoktur. İşte FETÖ tasfiyesine bu gözle bakmak gerekir. Uzmanlaşmış bazı kadrolar, eski uzmanları tasfiye ettikten sonra, orada durmamalıdırlar ve yeni bir tasfiye devreye sokulmuştur.
AK Parti dönemi, tam bir fakirleşme dönemidir. Sadece özelleştirmeler vb. yolu ile devletin yağmalanmasından söz etmiyoruz. Aynı zamanda devlet bürokrasisinin uzmanlıktan arındırılması sürecidir bu. Buna da fakirleşme diyebilirsiniz. Artık, ordunun “kurmay”a ihtiyacı yoktur. ABD emrinde tetikçilik yapacak bir ordunun, akla ihtiyacı olmaz. Bu fakirleşme, kültürel alanda da vardır. Hayatın her alanındadır. Yoksa Erdoğan nasıl olur da “uçuyoruz kimse görmüyor” diyebilir. Erdoğan ve çevresinin, duyma, görme, algılama yetenekleri sınırlandırılmıştır. Sadece paranın kokusunu alabiliyorlar. Yer ve mekân algıları yoktur, sadece rantın ve yağmanın yerini bilebiliyorlar, navigasyonları o kadar gösteriyor. Sadece ABD emirlerini alabiliyorlar. Başka bir alma kapasiteleri yoktur. Sadece Rusya’dan geleni ABD’ye aktarıyorlar, onu yaparken de yalanlarını eksik etmiyorlar ve sadece ABD emirlerini iş olarak ele alabiliyorlar. Tüm organizasyon yetenekleri budur. Bu durumu anlayabilirseniz, neden maske dağıtamadıklarını da anlayabilirsiniz.
Saray Rejimi, kendine verilen alanda, %10 ile motive olan bir emirerleri grubu gibidir. İçeride baskıyı artırmak dışında sağ kalamayacaklarını düşünüyorlar. Ömürlerini uzatmaları buna bağlıdır. Dışarıda da savaş çığırtkanlığı, gerginlik ve saldırganlık, onlara gelen emirdir ve bu da iktidarlarını uzatmak için bir şans olarak görünmektedir.
TC devletinin dış politikası, ABD dış politika ofislerinin, alt düzey bir departmanıdır ve başındakinin Dış İşleri Bakanı unvanlı kişi olmadığı da kesindir.
Akdeniz’deki gelişmelere bu gözle bakmak gerekir.
TC devleti, sadece ve sadece ABD’nin söylediği, emrettiği şeyleri yapmaktadır. Bunları yaparken, bir Türk tarzı içine katma ihtimalleri, ancak ABD’nin sessiz onayı ile mümkündür. Tüm özerklikleri bu kadardır.
Akdeniz meselesinin bir yanında Suriye, Lübnan ve İsrail açıklarında var olan gaz yatakları vardır. İsrail, Suriye savaşını da fırsat bilerek (Suriye savaşını neden uzatmak istediklerinin anahtarı buradadır. TC devleti, Suriye savaşını uzatmak için, ABD emirleri ile hareket etmektedir. Ve bölgede işgal ettikleri yerlerin anlamı da budur), bu gaz ve enerji yataklarına el koymaya çalışmaktadır. Bu enerjinin buradan Avrupa’ya taşınması meselesi vardır. Kıbrıs, bu nedenle tartışmanın içindedir. Mısır da.
Normalde TC devleti, konu ile ilgili, Suriye, Lübnan, Mısır ile bir anlaşma yoluna gidebilirdi. Buna İsrail’i de ekleyebilirlerdi. Türkiye ve Suriye anlaşması gerçekleşmiş olsa idi, Türkiye, büyük bir olanak elde etmiş olacaktı. Ve ardından Yunanistan ve Kıbrıs ile anlaşmaları gerekirdi.
Ama bu olmuş olsa idi, bu kez İsrail’in etkinliği azalacak ya da ortadan kalkacaktı. Demek ki, Erdoğan ve TC devleti, İsrail etkinliği için çalışmaktadır. Ama İsrail ile Yunanistan ve Kıbrıs arasında anlaşmalar var ve TC devleti, Yunanistan’ı “düşman” ilan etmektedir. Yani, eğer Yunanistan ve Türkiye, iki karşıt uçta ise, bu durumda İsrail de Türkiye ile karşıt kutupta demektir. Görüntü budur ama aslında TC devleti ABD emirleri gereği, aslında attığı her adımda İsrail politikalarını desteklemektedir.
Şimdi, tekrar geri dönelim. Suriye savaşını kim uzatmaktadır? ABD uzatmak istiyor, İsrail uzatmak istiyor, İngiltere artık bu konuda çok da ısrarlı olmayabilir. Ama bu istekleri hayata geçirecekleri politikayı, sahaya TC devletini sürerek yapabiliyorlar. TC, bugün, işgal ettiği yerlerden çekilip bunları Suriye devletine bıraksa, İdlib’de desteklediği ve organize ettiği IŞİD çetelerini Suriye’ye teslim etse, Suriye savaşı sayfası kapanmış olur. Ama TC devleti, bunu yapamaz. Zira, ABD ve İsrail çıkarlarına terstir ve AK Parti iktidarının, “yeni Türkiye Cumhuriyeti”nin, ülke politikası yoktur. Hani deniyor ya, devlet içinde uzman kalmadı. Gerekli değildir. ABD ve İsrail’de uzman var, sahaya sürecek “Mehmet” eksik.
TC devleti, eğer Suriye savaşını uzatmamış olsa, bölgeden çekilse ve Suriye ile anlaşmış olsa, Suriye ile konuşma olanağı olacak. Bu kadarla kalmayacak, bölge ülkeleriyle de konuşma şansı olacak. Şimdi, Lübnan kendisini dinleyecek mi? Duyma ve görme yetenekleri olmayan bir kurukafalar iktidarının, kendini dinletebilmesi için “ölüm” saçıyor olması gerekir. İyi ama nereye kadar?
Aynı şekilde, TC devletinin İsrail ve Mısır ile diplomatik ilişkilerinin olmamasının nedeni de budur. İsrail eksenli enerji projesi tamamlandıktan sonra, TC devleti, ABD elçiliğinden gelecek yeni bir emirle, İsrail ve Mısır ile diplomatik ilişkiler kuracaktır.
Pentagon, TC devletine, Libya’daki Trablusgarp hükümeti ile bir “Mavi Vatan” propagandalı anlaşma yapmasını, Libya’ya dahil olmasını, oraya, tanesi 45 sentten asker göndermesini istemiştir. Saray Rejimi, bunu çok sever. Zira Suriye sahasına ilaveten bir yeni saha daha açılınca, içeride ömrü uzayacak, aldığı görevler nedeni ile ABD “ondan vazgeçemeyecek” diye düşünüyorlar. Çaresizlik kötü şeydir işte. Ne yapsınlar. Bu kadar “ufuk” ile, bu kadarını görebiliyorlar. ABD kendilerine ne kadar çok görev verirse, o kadar Saray Rejimi’ni, Erdoğan iktidarını desteklemek zorunda kalacak diye düşünüyorlar. Ne Saddam’a bakmışlar, ne diğer ABD uşaklarına. Hiçbir efendi, uşağa verdiği görevler nedeni ile onun yaşamasının garantisini ona vermiş olmaz. Her zaman efendiler, tüm işlerini uşaklara vermiştir ve her zaman o uşakların yenileri bulunmuştur. Eskilerinin nasıl gittiği ise bir ayrı hikâyedir.
Acınacak hâl bu demektir. Erdoğan, ABD’den gelecek emirler ne kadar çok ise, görevler ne kadar fazla ise, o kadar çok iktidarda kalacağını düşünüyor. Dış politikadan anladıkları budur. Fakirlik çekilir bir çile değildir, hele akıl fakirliği dayanılır bir şey değildir.
Peki ABD Akdeniz’de ne istiyor?
Biri, İsrail’in patronu olmaya çalıştığı, el koyduğu enerjinin nakli ve bunun ABD denetimde yapılmasını istiyor. Ama işin, herkesçe görünen ve önemsiz parçasıdır. Zira, zaten Avrupa, gaza çoktan ulaşmıştır ve belki de Libya, AB için daha iyi bir çözümdür.
Demek ki, Libya’daki savaşın, kimin iyi kimin kötü olduğundan bağımsız olarak uzatılması da bu nedenle ABD çıkarınadır. Burada da görevli tetikçi Türkiye’dir.
Esas olarak ABD, Akdeniz’in karışmasını, gerilmesini, gerginliğin tırmanmasını istiyor. Bu yolla, AB’yi meşgul ve rahatsız edecek, bu yolla Rusya’nın Akdeniz’deki etkisinin önüne geçmiş olacak. Esas hedef budur.
Böyle bakınca, Akdeniz’den bir büyük savaş çıkması zor görünmektedir.
Öyle ise ABD bu savaşı, Çin Denizi’ne mi taşıyacaktır? Çünkü, Rusya’yı Ukrayna ile meşgul etme politikaları yeniden öne çıktı. Dahası, Karadeniz’de NATO tatbikatları arttı. Akdeniz’de gerilim yükseliyor. Tüm bunlar, dikkatleri bu alanlara yoğunlaştıracak olan Rusya’nın, Çin ile işbirliği potansiyelini fiilî olarak düşürecek mi?
TC devletinin Azerbaycan ve Ermenistan sınırındaki provokasyonu da bu tabloya eklenmelidir. TC devleti, ABD emri ile, tüm Türk cumhuriyetlerinde harekete geçme isteğindedir. Öyle anlaşılıyor TC devleti, Rusya’ya karşı daha açık bir tutum içine girecektir.
TC devletinin ana sorunu, tüm bunları yaparken görmek istemediği, artık onlar görmez ve duymazdırlar, ABD’nin politikalarının eskisi gibi etkili olmadığıdır. ABD hegemonyası çözülmektedir. Belki bu nedenle TC devletine daha çok görevler vermektedirler. İyi ama, Suriye meselesi ortadadır.
TC devleti, Saray Rejimi, her alanda “zafer”ler görme isteğindedir. Akdeniz’de her gün zaferler kazanıyorlar. Suriye’de zafer üstüne zafer. Libya’da zaferler kazanıyorlar. Muharrem İnce ile zafer kazanıyorlar. Koronavirüse karşı, kendilerini en başarılı devlet ilan ediyorlar. O kadar çok zafere muhtaçtırlar ki, Cemil Bayık öldürüldü, diye manşetler atıyorlar. İçişleri Bakanı “bizim terörle mücadelemizi izlemeye devam edin” türünden arkası yarın dizisi mesajlarını veriyor. Ama sonra ortaya çıkıyor ki, TC devleti, Iraklı komutanları öldürmüş. Emin olun, ABD bu Iraklı komutanların öldürülmesini istemiştir.
Gerçeklikten kopmuş Saray Rejimi, kendini ayakta tutabilmek için, her türlü yalanla kol kola, her türlü karanlıkla iç içe, her türlü savaş kundakçılığı ile yan yana olmaktan başka çare göremiyor.
Şimdi Yunanistan ile savaşa yaklaşıp teğet geçerek tansiyon yükseltmeye çalışıyorlar. Her hamleleri, en büyüğünden en küçüğüne ABD emri ile hayata geçmektedir.
Bu gerilimin artık Saray Rejimi’ne ömür taşıyacağı da şüphelidir.
Akdeniz’i, Ege’yi, Karadeniz’i gerilim ve savaş kundakçılığı alanları hâline getirmek, içinde yaşadığın coğrafyayı zehirlemektir. Tüm savaşçı güçleri bölgeye davet etmektir. Fransız gemileri harekete geçmiştir bile. Karadeniz’de ABD, İngiliz gemileri, en başta Türkiye için tehdittir. En başta Türkiye’nin bölge ülkeleri ile gerilimini yükseltmektedir.