Bu yazının konusu devletin yaptıkları değil. Depremi kader planı ile katliama dönüştürmede devletin yaptıklarının detaylarına ilişkin Kaldıraç’ın şubat sayısında ilk günden itibaren yapılmış açıklamalara, deprem bölgesinden yazılan gözlemlere, Deniz Adalı’nın yazılarına bakılabilir.
Deprem 4.17’de, önce 11 ili sarstı. Sonrasında da devlet sarsılmaya başladı.
Bu sarsıntıdan sonra, zaten zemini çürüyen bu yapı için 4.17’den 4.51’e geçen süre de, sonraki 40 saat de bir yıkılma ihtimaline karşı güçlendirme çalışması olarak ele alınabilir. Benzerlik ayırt edicidir, devletler de binalar gibi doğal sebeplerle yıkılmazlar.
Yıkım, son derece bilinçli eylemlerin sonucudur. “Sermaye, vampir misali, yaşayan emeğin kanını sömürerek yaşayabilir ancak ve ne kadar çok emek sömürürse canına o kadar can katar” bilindik bir sözdür, ilk etapta yıkılan 200 binden fazla binanın yıkılması sermayenin sınıf bilinci sebebiyledir. Devlet de böyledir, kendiliğinden, doğal seyrinde yıkılmayacaktır. Bunun için onu tanımak, ayrı bir önem kazanmaktadır.
Depremin üstünden bir ay kadar geçmiştir. Bu, her günü bir yıl gibi geçen günlerin dersleri, notları çokça çıkacaktır. Yazının devamında okuyucu tek tek alıntılarla dolu bir polemik bulamayacak, ancak gittikçe daha fazla netleşen çizgileri artık daha kalın çizmek gerektiğini bulacaktır.
“Devlet nerede/devlet yok” ise niye “Hükümet istifa”?
Sanırım bu sürecin içinde en devleti tanıyan söylev Kılıçdaroğlu tarafından 28 Şubat günü yapıldı. Saray Rejimi içindeki rolü gereği devleti kurtarmak adına uzunca bir devlet dersi verdiği konuşmasının ortalarına doğru deprem karşısında ne yapılacağının bilinmediğinin yalan olduğu, tüm kurumların deprem raporlarının olduğu ve ne yapılması gerektiğinin bilindiğini ifade etti. Elbette yaşananların liyakat-beceriksizlik sebebiyle olduğu algısını da arttıra arttıra. Zira Kılıçdaroğlu devlet adamıdır, onun bunu demesine hiçbir itirazımız yok.
İlk günler halkın tabii tepkisi olan “devlet yok/devlet nerede” anlaşılırdır. Anlaşılırdır çünkü egemen ideoloji, egemen sınıfın ideolojisidir ve toplum büyük oranda örgütsüzdür. Ki çözülen rejim bu serzenişteki insanların çoğunun kafasında bile kurtarıcı olarak durmamaktadır. Hâl böyleyken yıkma ve yeniyi yaratma iddiasında olanların savruluşu göz yaşartıcıdır.
Gerçek de değil ama hadi kabul edelim; “devlet yok”muş! Ee, ne güzel işte! Hangi devrimci devletin yokluğundan şikâyet edebilir, onun yokluğunu sanki çağırırcasına canhıraş bağırabilir? Bu bir kısmıdır. Üstelik devlet yok ise tırlarımızı, Beşir’in tekbirlerle ettiği dualar mı engelledi? Mesela yok ise Ahmet Güreşçi’yi kim öldürdü? İdlib’deki IŞİD’çilere SADAT eliyle gönderilen yardım malzemelerini liyakatsiz kadrolar mı gönderdi? Sorular uzar gider. Diyelim ki bu soruların hepsine “ama bu devlet değil hükümet” dediniz, eh Kılıçdaroğlu kadar devlet tanımak ancak devleti kurtarmakta işe yarar. Bu akıl tutulması değil ise ahmaklıktır.
Şimdi pek çok dostumuz açıklamalarında, sürecin hukuksuzluklarla dolu olduğu, Kızılay’ından AFAD’ına, oradan çocukların tarikat yurtlarına kaçırılmasına kadar onlarca suçtan bahsediyorlar, doğru da söylüyorlar. Kitleler gözünde yıpranmış, çözülüşü hızlanmış ve yarattığı yıkımın bir isyana dönüşmesinden korkan devlet gerçeği önümüzde dururken, tüm bu suçun sahiplerinden mi istifa etmeleri istenmektedir? Sloganlar programların en özlü ifadesidir. Örneğin AFAD’ın içinde onurlu bürokrat aramak (arıyormuş gibi yapmak da denebilir) daha programlı bir iştir ve bu burjuva program işçi-emekçiler lehine de değildir. Olmuş, yaşanmış şeylere “böyle bir şey olabilir mi ya?” diye tepki vermek eğer suçu gizlemek sebebiyle yapılmıyorsa saflık değil midir?
“Beynindeki polisten, ruhundaki devletten, kalbindeki zincirden kurtul” bugün ne kadar da duru bir pankart olduğunu anımsatıyor. Devlet budur, ilk günden oradadır, yıkılmalıdır.
Ne yazık ki devleti tanımada eksiklik olunca, hiçbir şey tam olamıyor.
“Tarihsel sorumluluk”ların gölgesinde
Gezi Direnişi ile Kobanê Direnişi’nin aynı kanallardan akmaya başlamasıyla beraber tüm kuruluş kodları halkların inkârı-imhası, işçi sınıfının reddi ve anti-komünizm olan bu devlet, olağanüstü bir örgütlenmeye gitmiştir. Bu örgütlenmenin adı Saray Rejimi’dir. Burjuva muhalefetin bu organizasyondaki büyük oranda rolü halkın isyanını engellemek üzerinedir. Saray Rejimi’ne “tek adam” rejimi demek ise hafifliktir.
Yanılmıyorsam burjuva muhalefet ilk erken seçim çağrısını 2020 yılında yaptı. 3 yılın tüm gündemlerine bakmaya kalksak üç cilt yazı çıkar. Pandemi, ekonomik krizin derinleşmesi, Gezi’ye yeni saldırılar… Uzar gider. Seçim eğer olursa, 18 Haziran yerine en erken 14 Mayıs’ta olacaktır. “İlk seçimde gidecekler”, “Erdoğan’ı göndermek önemli” diye harcanan 3 yılda elde edilen “erken”lik 34 gündür. Acı tablodur ancak gerçektir. 1980 yenilgisinden yadigâr “dengeli” siyasetle bir yere kadar gidilebilir. Samimiyetle söylemeliyim ki Kaldıraç Hareketi’nin bu 3 yıl içinde “seçim gündemini aşan, direnişi örmek ve devrimi örgütlemek için Birleşik Emek Cephesi” çağrılarına verilen “siz seçimi önemsemiyorsunuz”, “kitleler direnişte değil ki”, “yüksek siyasete de ihtiyaç var” cevaplarını değerlendirirken anlaşılmadığımızı da düşündüğümüz oldu. Ancak daha doğru ifade sanırım anlaşılmamak değil anlaşamamaktır. Devrimcilik irade, söylem ve eylemin uyumluluğu içinde anlam kazanıyor. Devrim bir andan ibaret değildir. Devrim örgütlenir ve devrimi örgütleme çabasında olanların “güncel fırsatları kaçırma”, “sürece kaba yaklaşma” gibi kaygıları ancak devrimi örgütlemeye dair olabilir, bu da iktidarı almayı istemektir, kusura bakmayın aşağısı bizi kurtarmıyor.
Bu halka iç savaş ilânını çok önce yapmış olan devlet, depremi ilk saniyesinden itibaren katliama dönüştürmüştür. Devrimciler, sosyalistler, yurtseverler, öğrenciler, kadın örgütleri, meslek örgütleri, DKÖ’ler de ilk saniyesinden itibaren bölgeye koşmuştur. Kıymetli bir adımdır bu, pandemide, yangında atılmamıştır. Ancak herkesin “iş başa düştü” dediği bir yerde “iş” nedir, tekrar altını çizmek gerekiyor. Zira en başından itibaren AFAD’la koordineli çalışacağını ilân eden AHBAP da ilk günden itibaren bölgededir. AHBAP’a kızmak ise yersiz, bu sistem içinde kalıp sadece “iyi” olmanın bile imkânsız olduğu bilinen bir gerçektir. “Dayanışma yardım dağıtmak değildir, ihtiyaçları örgütlemenin yoludur. Çiğli Vansan fabrikasında 400 kiloluk dalgıç motorları deprem nedeniyle devrildikten sonra çalıştırılmaya devam eden işçiler için işi durdurmak, dayanışmadır. ‘Deprem vergileri nerede?’ diye sormak, dayanışmadır.” Bu satırlar İzmir depreminin hemen ardından yazılmıştır.
Binlerce gönüllü adeta savaştan çıkmış gibi duran kentlere gitmiştir, milyonlarcası da onların lojistiğini sağlamıştır. Depremin daha ilk günü “merkezî koordinasyon” kurulması için toplantı önerilerine “Önce halkın yaralarını sarmamız lazım” bile dendiği olmuştur. Peki dostlar saralım, biz mesela bu milyonlarla Saray’ın önüne yürüsek? Hem sadece 11 ildeki insanlarımızın değil de tüm sınıfın yaralarını sarsak, iş biraz da bu değil midir?
Özellikle Antakya, devrimcilerin muazzam bir çabasıyla yaşama tutunmaya çalışıyor. Halkın ihtiyaçları devrimcilerin tüm olanaklarını seferber etmesi ile karşılanıyor. Bu yapılmasın diyor olabilir miyiz, ayıptır. Ancak bireysel çıkışları videoya alıp paylaşma dışında halkın öfkesini örgütlemek bir kenara atılmamalıdır. “Devlet nerede”, “donuyoruz”, “çadır lazım”, “içme suyumuz yok”, “yakacak yok”… Çadırdan bozma kaymakamlık orada durmaktadır, AFAD’ın el koyduğu mallar Expo’dadır, SADAT’ın bekçiliğini yaptığı çadırlar da orada durmaktadır. Tüm depremzedeler hijyen konusunda bilgilendirildiği kadar bu konuda da bilgilendirilse Antakya’da yeni bir yaşamı kurma mücadelesi daha da büyüyecektir, anlam kazanacaktır.
Dikkatli her göz, gelen devrim dalgasını görecektir.
“Tarihsel sorumluluğa uygun adımlar atmak”tan bizim anladığımız artık nefes kadar ihtiyaç olan devrime, sosyalizme doğru adımlamaktır.
Devrim için ileri; ya sosyalizm ya ölüm!
7 Mart 2023