Başkaları da var.
Kapitalist sistem, insanî açıdan, eğitim sorununu da çözemez.
Kapitalizm, sağlık sorununu çözemez.
Kapitalizm, ulaşım sorununu çözemez.
Kapitalizm, kentleşme meselesini çözemez.
Bu, aslında üzerinde konuşulmayacak kadar nettir, açıktır ve bilinmektedir. İnsanlar tüm bu toplumsal yaşam alanlarında, mevcut sorunları tüm çıplaklığı ile yaşarlar. Bilinmedik bir şey yoktur burada. Ama, pek çok konuda, birbirinden bağımsız bilgi yığını, bilinç demek olmuyor. Bunca bilgiye rağmen, bunca kanıta rağmen, insanlar, bu sorunlar ile, sistem, kapitalizm arasında bağ kurmazlar ve hatta, sanırlar ki, tüm dünyada bu sorunlar vardır.
Bir örnek olsun, tüm ambargoya rağmen, tüm ABD baskısına ve hukuk dışı saldırılara, engellemelere rağmen, Küba, sağlık sorununu büyük ölçüde çözmüştür. Kaynak yetersizliğine rağmen, ambargolara rağmen bunu başarmış durumdadırlar.
Birçok sağlık emekçisi, bu konuda bilgilere sahiptir. Ve biz, burada bu konuyu ele alırken, muhtemelen birçok konuyu eksik ele almış olacağız ve bu vesile ile herkese çağrımızdır, sağlık meselesini, detayları ile ele alalım, mevcut durumu ortaya koyalım ve mümkünse çözüm önerilerimizi de detaylandıralım.
Sorunumuz aslında şudur: Kapitalist sistemin çözemediği belli başlı sorunlardan biri olarak sağlık alanında durum nedir ve bu ülke sosyalist ve özgür bir ülke olsa, bu sorunu nasıl çözebiliriz?
Öncelikle bugünkü durumu biraz tarif etmeye çalışalım. Bunu ne kadar detaylı tarif edebilirsek, ne kadar doğru ortaya koyabilirsek, önerilerimizin de anlaşılma olanakları o ölçüde artacaktır.
Bugün, sağlık “sektörü”, mülkiyet yapısı açısından ikiye ayrılmaktadır. Birincisi, kamu hastahaneleri vardır, ikincisi ise özel hastahaneler vardır. Özel şirketlere ait özel hastahaneler, esas olarak, 12 Eylül sonrasında başlayan “devletçiliğe karşı savaş” süreci ile gelişmiş, 1990’ların başlarında gelişmeye başlamış, son yıllarda da artan hızla büyümüşlerdir.
Kuşku yok ki, hastahaneler, kendi içinde de teknik olarak farklı tarzda sınıflandırılabilir. Üniversite hastahaneleri, araştırma hastahaneleri ya da bazı uzmanlık alanlarındakiler gibi.
Ama işin en önemli noktası, kamu ve özel hastahaneler ayrımıdır.
Özel hastahane, bir özel şirkettir elbette ve böyle olduğu için, kâr amaçlıdır. Kârı artırabilme teknikleri bir yana, işin en başından, “hasta”ya, müşteri olarak bakma durumunu geliştirir. Bu hasta-doktor ilişkisi denilen şeyi, nitelik olarak en başından değiştirir.
Müşterisi olmayan bir ayakkabı satıcısı, müşteri toplamak için çeşitli yollar dener, mesela vitrinini düzenler, mesela indirim yapar, mesela bir ayakkabı alana bir bedava kampanyası yapar vb. Aynı işi bir manav, belki sokağın başında bağırarak yapar ya da daha başka teknikler uygular. Konu sağlık olunca, müşteri çekmek ve müşteri bulmak denilen iş büyük ölçüde değişiklik göstermektedir.
Konu o kadar çetrefildir ki, anlatmaya nereden başlamalı sorusu çok yerindedir.
Özel şirketlerin sağlık sektörüne, hastahane açarak girmeleri, bir açıdan eskiye dayanır.
Devlet hastahanelerinde muayene işi, hastahanelerin, doktorların, sağlık personelinin, binaların, alt yapının eksik oluşu, devletin sağlık politikasının olmayışı nedeni ile, uzun kuyruklarda beklemek anlamına gelmeye başlar. İşin ilk aşaması budur.
Sorun, “çözüm” yaratır. İlke şudur, kapitalist sistemde sorun demek, para kazanılacak, yeni bir rant alanı demektir. Öyle ise, “sorun”u çözmek için yeni bir para kapısı açılır, bu üretken bir alandan çok, ranta dayalı bir alandır.
Uzun kuyruklar, sağlık sisteminin düzgün işlememesi, öyle bir hâle geldi ki, “özel muayenehane”ler ortaya çıktı. Özel hastahaneler bu işin zirvesi ise, ilk tohumları SSK hastahanelerinin kuyruklarında uzun beklemelerin sonucunda ortaya çıkan “özel muayenehaneler”dir.
Bu aslında “doktor”u, işveren, kendi ofisinin, kendi muayenehanesinin sahibi hâline getirdi. “Doktor bey, acaba bize nasıl yardımcı olursunuz”, gümrükten mal çekmek için karşısına çıkan zorluk çözülsün diye gümrük memuruna soru soran “tüccar”, ailesinden birisi hastalanınca, işin kolayı nedir diye araştırmaya başlar. Ve doktor, bu soru karşısında, “benim muayenehaneme buyurun” der. Özel muayenehane, elbette özel fiyatlara sahiptir. Burada SSK, Bağkur, Emekli Sandığı vb. geçmemektedir. Hatta işin başında, makbuza, faturaya vb. de gerek yoktur.
Böylece kapitalist sistem, borsa mantığı ile örgütlenmiş olan üniversite giriş sınavında, doktor olmak için tıbbı ilk sırada yazan öğrencilerin doktorluktan iyi para kazacaklarını erken uyarı ile algılamış olur. Sistem, bir yeni sorunu, yeni bir rant alanına dönüştürmüştür.
Doktor deyip geçemezsiniz, canınız eline emanettir ve doğrusu Hipokrat yemini ile, elde edilecek paranın neler almayı sağlayacağı arasındaki sıkışmışlık, olsa olsa, çok küçük bir kesim için bir sorun olmaktadır. Çoğunluk için, paranın alım gücü fethedicidir. Bu duruma ayak uydurmak, kapitalist sistemin yapısı açısından son derece kolaydır. Sistem, hırsızı, eğer büyük hırsız ise efendi, eğer küçük hırsız ise suçlu olarak ilan edebilecek “akla” sahiptir.
Birçoklarının piyasa dediği bu “akıl”, aslında, insanî açıdan bir değersizleşme, insansızlaşma iken, piyasa adına hayatın her alanının metalaşması demektir. Kapitalist sistem, sadece yeni pazarları, yeni ülkeler keşfederek bulmaz. Tersine, sistem, var olduğu pazarda da derinleşir, en küçük ilişkilerin içine, en sıradan yaşam alanlarına girer ve oralardaki ilişkileri metalaştırır. Bu ne kadar yaygınlaşırsa, sahiplenmek, değer avcılığı, para sahibi olmak, her şeyi para ile ölçmek, meta fetişizmi de o denli yaygınlaşır. O kadar ki, hazır tıp alanında konuşuyoruz, doktorlar bize affetsinler, sosyolojiden bağımsız olarak örgütlenen psikolojinin bulduğu her hasta, büyük ölçüde bu meta fetişizmi dediğimiz sürece bağlıdır.
İnsan toplumsal bir varlıktır. Eğer, toplumsal hayat zehirli ise, eğer tüm insanî değerler para karşısında erimiş ise, eğer her şey alınıp satılıyorsa, eğer vicdanların (hiçbir değeri olmadığı hâlde) fiyatları oluşmaya başlamış ise, eğer en güzel duygular paralarla ifadelendiriliyorsa, eğer hastalanan bir insan “müşteri” ise, eğer 6 yaşına gelen her çocuk, özel okul için müşteri ise, bu toplumda nasıl olur da insanlaşabiliriz, insan olarak kalabiliriz?
Kuyruklar, doktora ulaşmak için geçen zaman ve zahmet, sonuçta, büyük bir ranta kaynaklık yarattı ve “özel doktor” kesimi gelişmeye başladı.
Bu eskiye aittir.
Ve sonra, bu özel muayenehanelerin yerine, sermaye konularak kurulan özel hastahaneler devreye girdi. Özel hastahane, kendi alanında isim yapmış doktorları, özel paralarla belli zamanlarda kendi bünyesine alırken, devlette çalışan etkili doktorları ise, önce bir miktar fazla ücretle, ardından prim sistemi ile ve giderek ücretleri de kontrol altına alarak, kendilerine çalışır hâle getirdiler.
Böylece, özel hastahaneler gelişmeye başladı. Özel hastahaneler, birçok açıdan, tam donanımlı devlet hastahanelerinden oldukça geri düzeyde teçhizata sahip olmalarına rağmen, kuyruk ve bekleme meselesini ortadan kaldırdı. Kimin için? Elbette parası olanlar için. Eğer paranız yoksa, durum değişmiyor.
Özel hastahaneler, ardından, özel sağlık sigortası uygulamaları ile birleşti. Böylece, özel hastahanelere gelecek müşteri sayısı artırılmaya çalışıldı. Bu konuda da yol alındı.
Özel hastahane sistemi, özel sağlık sigortası sistemi, gerçekte, sağlık politikalarının, devletin sağlık sisteminin tam anlamı ile iflas ettiğinin göstergesidir.
Sorun, bir yeni rant kapısı doğurmuştur.
Bu yeni rant kapısında, sağlık sistemi daha da fazla dejenere olmaya başladı.
Şimdi, özel sağlık kurumlarına gitmek demek, anlamsız pek çok işleme tabi tutulmak, gereksiz filmler çektirmek, anlamsız analizler yaptırmak, kısacası, “özel sağlık sigortası”nın elverdiği olanaklar içinde büyük kârlara kaynaklık etmek demektir.
Özel sağlık kurumlarına giden hasta, 5 yıldızlı bir otel hizmeti alır gibidir ama bu kurumlar sağlık açısından, sıradan bir sağlık ocağının vereceği desteği veremez durumdadır. Bu büyük çaplı yozlaşmadır.
Ne kadar para, o kadar sağlık hizmeti anlayışı, tüm sistemi paraya ve kâra endekslemiştir. Buna da sağlık reformu demektedirler.
Öte yandan, dün SSK hastahanelerinde, üniversite hastahanelerinde kuyruklarda beklemenin yerini, şimdi, internet üzerinden randevu alma sistemi almış, bunun beraberinde getirdiği bir “hoş”luk ortaya çıkmıştır. Devlet, bugün, bu durumu kullanarak, aslında sağlık sisteminde iyileşme sağlandığını söylemektedir. Oysa durum hiç de böyle değildir. Pek yakın dönemde, bu tablonun aslında daha büyük bir çöküşü, bir dejenerasyonu gizlediği ortaya çıkacaktır. Ne zaman ki özel hastahaneler daha da kârlı yatırımlar yapacak hâle gelirlerse, işte o zaman bu sorunlar kabul edilecek ve yeni rant için kaynaklık edecektir.
Konuyu biraz daha farklı bir perspektiften görmemiz gerekir.
Diyelim ki, bir adadayız ve 20 kişilik 5 aile olalım. Dünya da bundan ibaret olsun. Yani sadece 5 aileden oluşan bir dünya var olsun ve bu dünyanın yüzeyi bir ada olsun. Bu durumda, aramızda hastalanan birisi olursa, mesela birinci aileden bir çocuk hastalanırsa, bunu iyileştirme kapasitesi olan bir Hipokrat’ımız varsa, Hipokrat’ımızın, seni iyileştirmem için, önce bana para öde demesini ahlâken kabul edebilir miyiz? Kesinlikle hayır. Çünkü, burada kişi hasta olmuş ve sonuçta ona yardım edebilecek birisi vardır. Elindeki tüm araç ve olanaklarla bu kişiyi iyileştirmek için uğraşmalıyız.
Elbette biz bir adada sadece 5 aileden oluşmuyoruz. Ama burada görmüş olduğunuz gibi, hastalanmış birisini, bu kadar para verirsen seni iyileştiririm diye karşılamak, aslında onu tehdit etmektir.
Tekrar adaya dönelim, diyelim ki, bizim Hipokrat’ımız, geliştirdiği ilaçlar ile işe yaramaya başladı. Bize ilk yapacağı şey, tedavi konusunda öneriler geliştirmek olacaktır. Demek ki, bir teşhis koymuştur ve bir tedavi önerecektir.
Tedavi, sadece hastalığın bir kişide yenilmesini kapsamaz. Giderek öğreneceğiz ki, aslında bir kişideki hastalığı yenmek, aynı zamanda hastalığı ortaya çıkartan ortama müdahale etmek de demek olacaktır.
Günümüzde tıp dünyası, sağlık politikasını, sadece tedavi ve teşhis ile ele almaz. Bir başka ve çok önemli yön olarak, önleyici hekimlik diye anılan bir alan da karşımıza çıkar.
Mesela adamızda, bir hastalık eğer çevre pisliğinden kaynaklanıyorsa, buna önlem almamız gerekir. Yoksa biri iyileşir, diğeri hasta olur. Mesela bir hastalık, beslenmeden kaynaklanmaktadır ve buna nasıl önlem alacağımızı bilmeye başlamış olabiliriz.
Önleyici hekimlik, gerçekte, toplumun elindeki kaynakların, çevre, sağlık, eğitim vb. için kullanılmasını gerektirir. Yani bizim adamızda, biz, sağlıklı yaşamak için, toplumumuzu, çevremizi, vücudumuzu tanıyıp gerekli önlemleri alacak bir bütçe oluşturmak zorundayız. Demek oluyor ki, ortak kaynaklarımızın bir bölümünü bunun için kullanacağız.
Görüldüğü gibi, bu, tamamen toplumsal bir alandır. Kişilerin kendi kendilerine çözeceği bir alan değildir, ki sağlık, eğer yaşamın tümüne ilişkin ise, bunun toplumsal bir sorun olduğu kendiliğinden açığa çıkar.
Kapitalizmin, her toplumsal soruna ilişkin yaklaşımı neredeyse otomatiktir ve şöyledir: Sorun yarat, onu büyüt ki rant alanına dönüşsün.
Demek oluyor ki, sağlık sorunundan konuştuğumuz zaman, bir yandan hasta olmamaktan, bir yandan hastalara ve hastalıklara teşhis koymaktan ve nihayet tedavi etmekten söz ediyoruz demektir. Demek ki, bir toplumsal sağlık politikası gereklidir (isterseniz siz bunu, devletin var olduğu toplumlar için, devletin, daha genel olarak ise kamunun bir sağlık politikası olması gerekir şeklinde ifade edin). Bu sağlık politikası, günümüz tıp dünyasının deyimi ile, önleyici hekimlik, teşhis ve tedavi alanlarını kapsar.
Hasta olmamak ya da sağlıklı yaşamak ve elbette bunu bir “birey” olarak değil, tüm toplum olarak yapmak, toplum olarak sağlıklı yaşamak, işin başıdır. Daha az hasta olmayı başarmak bu demektir. Bu ise, anlaşılacağı üzere, yaşamın her alanını kapsar. Öyle ise, en genel anlamı ile, insanca bir yaşam demektir. Ve bu “insanca yaşam”, sadece belli kesimlere verilen bir olanak olarak ele alınamaz, çünkü, toplumun bir kesiminin bu insanca yaşam olarak ele alınacak koşulların altında yaşaması demek, tüm toplumun sağlığının tehdit edilmesi de demektir. Demek oluyor ki, yiyecekten, içecekten, yani beslenmekten, barınmaktan, giyinmekten, akıl sağlığından vb. söz ediyoruz.
Bu kendi neslini üretme ve kendi yaşamı için gerekli maddi malları üretme sürecinin dışında bir “sağlıklı” yaşam olmaz.
Bu açıdan birkaç rakam konuyu anlaşılır kılabilir.
Ülkemizde her bin çocuktan 13,1’i (2011 OECD Indivators) bebek iken ölmektedir. İşte bu bebek ölümleri, sağlıklı yaşam ya da önleyici hekimlik olarak ele alınmalıdır. Örneğin Yunanistan’da, bu oran, her bin kişide 3,1’dir, İngiltere’de 4,6’dır, ABD’de 6,5’tir, İsveç’te 2,5’tir.
Yine bu konu kapsamında, doktor ve hemşire sayısı, sadece sayı olarak olmasa da, ama sayısı, ele alınabilir. Her bin kişiye düşen doktor sayısı, 2011 yılı rakamları ile, 1,6’dır. Yani her bin kişiye, 2’den az doktor düşmektedir. Yunanistan’da bu sayı 6,1, İngiltere’de 2,7, İsveç’te 3,7’dir.
Sağlık personeli denilince sadece doktor anlaşılmaz, aynı zamanda hemşire sayısı da önemli bir göstergedir. Türkiye’de her bin kişiye 1,5 hemşire düşmektedir ve bu doktor sayısından da az bir rakamdır. 2011 rakamlarına göre, Türkiye’de 114.772 hemşire, 123.447 doktor istihdam edilmektedir.
Bu konuda aynı zamanda, üniversitelerin ve yüksek okulların, ne kadar doktor, ne kadar dış hekimi, ne kadar eczacı, ne kadar hemşire mezunu verdikleri de dikkate alınabilir. Bu konudaki istatistikler de bilgi vericidir. Mesela 2011 yılında, her 100.000 kişiye düşen yeni mezun hemşire sayısı 6’dır.
Tüm bu rakamlar, gerçekte, bize önleyici hekimlik denilen, özetle hasta olmama mücadelesinin, Türkiye’de ne kadar geri olduğunu göstermektedir. Doğrusu, bu ilaç şirketleri, özel hastahaneler, hastalıkları önlemek istemezler. Bu kâr analizine, maksimum kâr hedefine terstir. Özel sektörü ve liberal ekonomiyi, hele hele neo-liberal politikaları savunan birisi için, önleyici hekimlik kabul edilemez. Öyle ya, bu ilaç satışını azaltır, pazarı küçültür. Pazar ekonomisi denilen yerde, pazarı küçülten her şey kötüdür. Tersine, eğer hastalıklar çok artar ve pazar büyürse, bu iyidir.
Demek oluyor ki, önleyici hekimlik, aslında sağlık politikalarına liberal yaklaşımların sonudur.
Demek ki, bir kere daha, kapitalist sistem, önce sorun üretiyor, sonra bunu yeni ve daha büyük bir rant alanı yaratarak “çözüyor”.
Şimdi, özel hastahanelere kapı açılmıştır.
2000 yılında, 1990’larda gelişen özel hastahane sayısı, 261‘e ulaşmıştı. 2010 yılında ise, bu rakam 489’a çıkmıştır.
Hastahane Sayısı ve Yatak Sayısı
Aslında özel hastahane sayısı ve “özel sektör”ün sağlık alanında gelişimi, 1990’lı yıllarda başladı. 1990’lı yıllardan başlayarak özel muayenehane denilen şey azalmaya, onun yerini sermaye yatırılmış özel hastahaneler almaya başlamıştır. Özel hastahane sayısında hızlı bir artış göze çarpmaktadır. Ama bu aynı artış, özel hastahanelerdeki yatak sayısında görülmüyor. Mesele kârlılıktır.
Neo-liberal politikalar ya da sağlığın “özel”leştirilmesi, aslında sadece hastahanelerle gerçekleşmiyor.
Hastahane varsa, önemli sorunlardan biri, bu hastahanelerin, müşteri çekmesi ve daha çok müşteri çekmesidir. Bunun için, bir yandan, eğitimli ve isim yapmış doktorların, sağlık kadrosunun alınması gerekir. Bu ilk aşamanın ardından ise, diğer yandan, bu isim yapmış sağlık kadrosunun ücretlerinin baskılanması gereklidir. Ve her ikisi de peş peşe yaşanmıştır.
Özel hastahanelerin daha çok hasta çekmesi, daha çok para kazanması için, devletin sağlık sistemine ilişkin değişiklikler yapması gerekirdi. Mesela şu hastalıkların, özel hastahanelerde, şu kadar ücret ile karşılanması vb. gibi. Böylece, devlet, özel hastahanelere, “müşteri” göndermeye başlar.
Şimdi soru şudur; zaten sosyal güvenlik primi ödeyen çalışanlar, emekliler vb. şimdi neden bir kere daha ek ücret ya da katılım ücreti ya da başka adlarla bir ücret ödemektedir? Çünkü, özel sağlık sistemi bunu gerektirmektedir.
Ve tam bu noktada sürece sigorta firmaları girmektedir ve özel sağlık sigortası için yeni kâr alanları açılmaktadır.
Böylece, sosyal güvenlik sisteminin açıklarından, yani sorundan, yeni bir rant alanı daha yaratılmış olmaktadır.
Türkiye Sigorta ve Reasürans Şirketleri Birliği’nin verilerine göre, 2006 yılında, toplam 283 bin sağlık poliçesi imzalanmıştır. Bu rakam 2010’da ise 553 bine çıkmıştır. İnsanlar, giderek artan sağlık riski ve büyüyen harcamaları karşılamak için, sosyal güvenlik kapsamı dışındaki alanlarda başlarına gelebilecek durumlar için sigortalanmaktadır. Bu pazar, bugün, yani 2015 yılında 2 milyar ABD dolarına dayanmaktadır. Bu, küçümsenmez bir pazar demektir.
Elbette, işin bir de ilaç şirketleri boyutu vardır. Aslında, bu alanı da ikiye ayırmak mümkündür. Birincisi, tıbbî cihazlar pazarıdır ve ikincisi ise, doğrudan ilaç sektörüdür. Bu her iki alanda da dev firmalar devrededir.
Tıbbî cihazlar pazarı, elbette pazardaki kârlılığa göre şekillenmektedir. En çok kârlı alanlarda cihazlar geliştirilmektedir. Dünya çapında 2010 yılı itibari ile tıbbî cihazlar pazarı 250 milyar dolardır. Pazarın, nasıl ihtiyaçlara göre değil de, taleplere göre şekillendiğini anlatmak için, diyaliz cihazlarını incelemek çok yerinde olur.
Diyaliz cihazları, böbreklerin işlevini göremediği durumlarda, tıbbî olarak kullanılmaktadır. Hasta belli aralıklarla diyalize bağlanarak, böbreklerin göremediği işlevi cihaz görmektedir. Duruma göre haftada 3-5 kereye kadar bu tedavi devreye sokulmaktadır.
İhtiyaç hâlinde bu bir tıbbî müdahale aracı iken, gerçekte, diyaliz aynı zamanda böbreğin giderek tembelleşmesini de beraberinde getirmektedir. Aslında, tıbben, diyalize bağlanma kararı hekim için son derece titizlikle verilecek bir karardır.
1996 yılından 2010 yılına kadar, cihaz sayısı 80 kat artmıştır.
Her yıl kronik böbrek yetmezliği hastaları, son 10 yılın verilerine göre ortalama %14 büyümektedir. 2010 yılı verilerine göre, 390 özel diyaliz merkezi yılda yaklaşık 35 bin hastaya bakmaktadır. Bu toplam hasta sayısının %70’i olarak düşünülmektedir.
Peki, acaba, bir ülkede, böbrek yetmezliği, nasıl olur da bu denli hızla artar? Acaba, hekimler, kronik böbrek yetmezliği teşhisi ve diyalize bağlanma tedavisi konusunda yeterince titiz olmuyor olabilir mi?
Ülkemizde tıbbî cihaz pazar büyüklüğü, bugün 2,7 milyar dolar olarak tahmin edilmektedir. 2010 yılında bu pazar 1,9 milyar dolar idi.
Şimdi, hepimizin bildiği bir yakınmayı düşünelim, diyelim ki bir özel hastahaneye gittiniz, sizin midenizde bir sorun olduğunu, akşam yemekten sonra fenalaştığınızı söylemiş olasınız. Buna benzer bir örnek, bizzat yaşayan birisinin ağzından şöyledir: Eşini, akşam yemekten sonra fenalaştığı için, ülkenin en büyük özel sağlık kuruluşuna götürür, özel sağlık sigortası vardır. Hastahane, hemen özel sigorta var mı diye sorar. Var olduğu öğrenildikten sonra, 3 saat, çeşitli filmler, röntgenler, MR dahil çekilir ve sonra hiçbir teşhis konmadan 6500 TL ödeyerek hastahaneden çıkılır. İstanbul’da yaşayan çift, Ankara’da yaşayan doktor arkadaşını arar ve durumu anlatır. Ankara’daki doktor, hemen bir hastahaneye gidin ve “yemekten zehirlendim, midemi yıkatacağım” deyin der. Ve sonuçta gerçekten de bir yemek zehirlenmesidir ve mide yıkanması ile tedavi başarılı olur. Peki bu durumda, bu en büyük özel hastahanenin aldığı 6500 TL nedir? İşte size, özel hastahanelerde bir cihaz alındığında, o cihazın maliyetinin çıkarılıp, işletmenin kâr etmesinin sağlanması için uygulanan, pazarlama ve satış tekniklerinden biri. Kanımca, servise giden bir otomobile, hastahaneye giden bir hastadan daha büyük bir saygı ile davranılmaktadır.
İlaç pazarı daha da ilgi çekicidir. Pek çok özel hastahanede doktorlar, ilaç şirketlerinden rüşvet alarak ilaç yazmaktadır. Diyelim ki doktor, her ay benzin faturasını ödeyen firmanın ilaçlarını, duruma uysun uymasın yazmaktadır. Elbette burada bazı küçük hassaslıklar da vardır. Ama bu çarkın işlediği bilinmektedir.
2011 yılında ilaç pazarı, Türkiye’de 13,3 milyar dolardır. Dünya pazarında, son derece büyük oyuncular vardır. YASED’in 2012 yılında hazırlattığı, “Türkiye Sağlık Sektörü Raporu” 54. sayfasında, ilaç pazarının ülkelere göre büyüklüğü konusunda 2011 yılına ait veriler vermektedir. ABD’da pazar büyüklüğü 397 milyar dolardır. Aynı raporda, dünyanın en büyük 10 ilaç firmasının ciroları şöyle verilmektedir (s. 55).
Ciro büyüklüğüne göre dünyadaki ilk
10 ilaç firması
Sıralama Firma Ciro
1 Pfizer 58,5
2 Novartis 42
3 Sanofi-Aventis 40,3
4 MSD 39,8
5 Roche 39,1
6 Glaxosmithkline 36,2
7 Astrazeneca 33,3
8 Jonson & Janson 22,4
9 Eli Lilly 21,1
10 Abbott 19,9
Bu ilaç firmaları, acaba hastalıklar da üretmekte midir?
Türkiye’de, ilaç sektörünün en büyükleri ise, aynı raporun, 70. sayfasında yer alıyor.
Türkiye İlaç Pazarında En Çok Ciroya Sahip Firmalar (milyon TL)
Firma 2010 2006
Abdi İbrahim 1120 657
Novartis 950 663
Bilim İlaç 752 448
Pfizer 717 560
Glaxosmithkline 625 441
EastPharma 588 495
Sanofi-Aventis 577 619
Bayer 503 356
Astrazeneca 475 356
Sanovel 463 312
Bu 10 firma, toplam ilaç pazarının %50’sinden fazlasını elinde tutmaktadır. Bu 10 firmanın uluslararası pazarın büyük firmaları ile ilişkisi de açık olsa gerek. Ülkemizde ilaç sanayiinin üretimi de bunun içindedir. 2011 rakamları ile 13,4 milyar ABD doları olan pazarın, %75’i ülke içinde üretilmektedir.
Pazar, 2006’da toplam olarak 7,9 milyar ABD dolarından, 2011 yılında 13,4 ABD dolarına çıkmıştır.
Peki bu büyüme nasıl gerçekleşiyor?
Ülkemizde, her kişi başına yılda toplam 42 doz antibiyotik kullanılmaktadır. Bunu “bilinçsiz” ilaç kullanımı ile açıklamak yaygın bir eğilimdir. Doğrudur da. Ama bu acaba neye dayanmaktadır? Birçok özel doktor, ilaç firmalarının “tasviyesi” ile ilaç yazarsa, hastanın da kafasına göre antibiyotik kullanma hakkının ortaya çıkması anlaşılmaz değildir.
Önemli bir veri de üretilen ilaç adedidir. Ülkemizde, 11.500 çeşit ilan kullanılmakta ya da tedavüldedir. Oysa bu rakamlar, mesela Almanya’da 4 bin adet civarında, mesela Rusya’da daha da azdır. Ülkemizde, birçok ilaç, etken maddesi azaltılarak, SSK tarafından rahatlıkla verilebilsin diye, ucuzlatılmaktadır. Bu, özellikle, artık tarih olması gereken verem gibi hastalıkların hiç bitmemesi, sürekli antibiyotiklere karşı direnç kazanmasına neden olmaktadır.
Kuşkusuz burada verilen örnekler, sağlık çalışanlarını suçlamak için vb. değildir. Burada sistemin nasıl dejenere olduğunu göstermeye çalışıyoruz.
Acaba bu ilaç şirketleri, bazı hastalıkları “icat” etmekte midirler? Bu sorunun kimseyi şaşırtmadığını biliyoruz. Peki neden?
Acaba sağlık alanına ilişkin kararları kim veriyor, ilaç şirketleri mi? İlaç şirketlerinin bu kararları verdiği bir yerde, nasıl sağlık sistemi iyileştirilebilir?
Aslında, buraya kadar sorunu, birçok açıdan ele alıp, durumu özetlemeye çalıştık. Tekrar olması pahasına, inancımız odur ki, birçok sağlık çalışanı, bu çizilen resmi daha da genişletecek, netleştirecek pek çok bilgiye sahiptir ve bunları ortaya koymak, açıklamak önemlidir.
Şimdi, biraz da, nasıl bir sağlık sistemi kurmalıyız, nasıl bir sağlık politikamız olmalı, yani alternatifimiz nedir sorusunu tartışmalıyız.
Aslında tüm çözüm, sorunu ele alırken içeride saklıdır.
Öncelikle, özel sağlık kurumu, özel hastahane, özel klinik vb. gibi şeyler, gerçekte, sistemin işlememesi nedeni ile vardır. Burada ücretsiz, eşit, kolay elde edilebilir bir sağlık hizmeti, tüm halka sunulmak zorundadır.
İşin iki boyutu vardır, ilki, mahallelerde örgütlenmiş sağlık ocaklarıdır. Bu sağlık kurumları, sık rastlanan sağlık sorunlarının, ayaküstü tedavi edilebilecek olanların, daha ciddi sağlık sorunlarından ayrılarak tedavi edildiği, takip edildiği kurumlardır. Elbette ücretsizdir. Bu kurumlar, aynı zamanda önleyici hekimlik denilen şeyin dayanaklarından da biridir. Yani, sürekli olarak halkın bilinçlendirilmesini sağlayacak olanaklara da sahiptir.
Bu konu ele alındığında hemen, hekim ve hemşire sayısı, sağlık çalışanlarının niceliği ve niteliği meselesi devreye girmektedir. Bu, aynı zamanda üniversite eğitiminin, daha özel olarak tıp eğitiminin de ele alınması demektir. Bu sağlık ocakları ya da kurumları ile tıp eğitimi veren kurumların arasında doğrudan bağlar kurulmalıdır. Belki de bu konu “halk sağlığı” başlığı altında da ele alınabilir. Sağlık ocağı denilen şeyin, bugün bir hekimle hizmet veren, alet ve edevatsız kurumlardan köklü olarak farklı olduğunu anlamak gerekir. Burada, ayakta müdahale edilebilecek hastalıklardan sağlık eğitimine, gebelikten ilaç kullanımına vb. kadar pek çok alanda görevler yerine getirilecektir. Demek ki, bu, tek personelli sağlık ocağı demek değildir.
İkincisi ise, hastahanelerdir. Bu hastahaneler, elbette kamuya ait olacaktır. Elbette kendi içlerinde uzmanlaşan hastahaneler de olacaktır. Bu son derece açık, aslında bilinen bir konudur. Dünyada da son derece güzel örnekleri vardır.
Hastahaneler, sağlık hizmetinin üretilebilmesi için, hastaya beş dakika tanınan kurumlar olamazlar, bundan da çıkarılmaları gerekir. Sağlık sorununun paraya endeksli olarak çözülmeyeceği, bugün çok açıktır. Parayı sağlık alanından tamamen çıkartacak bir sistem gereklidir.
Kuşku yok ki, hastahanelerde kuyruk, bekleme vb. gibi sorunların çözülmesi, son derece kolaydır. Para ve rant alanları ortadan kalkınca, işler daha da kolay çözülecektir.
Elbette ilaç üretimi, devlet denetiminde, devlet tarafından ve gerçek anlamı ile ilaç olacak tarzda düzenlenecektir. Kuşku yok ki, halkın yıllardır birikimi olan uygulamaların, bilimin ışığında ele alınması da, ancak, bu işi örgütleyecek olan sağlık personelinin işi olacaktır. o