Bu katliam elbette ki, Erdoğan/AKP iktidarının egemenliğini korumak ve sürdürmek için neler yapabileceğinin bir göstergesi sayılabilir. IŞİD’li cihadistler tarafından Ankara’nın merkezinde gerçekleştirilen bu saldırıyı, aynı zamanda Türkiye’nin Suriye politikasından bağımsız değerlendirmemek de gerekiyor. 7 Haziran seçim sonuçlarını hazmedemeyen ve başkanlık sistemi hayalleri gerçekleşmeyen Erdoğan/AKP iktidarı, hatırlanacağı gibi 20 Temmuz Suruç Katliamı ile Kürdistanda bölgesel bir iç savaş başlattı. Dolayısıyla, 1 Kasım Seçimleri’nde iktidarın istediği sonucu elde edemediği takdirde, ülke genelinde neler olabileceğinin olasılıkları da 10 Ekim Katliamı ile gün yüzüne çıkmıştır diyebiliriz.
Ankara’da patlayan bomba, -amaçlandığı üzere- milyonlarca insan için büyük bir tedirginlik ve korku yarattı. Bombanın yarattığı şok dalgası, kimi kesimlerde Erdoğan/AKP iktidarının ülkeyi nereye sürüklediğini daha fazla sorgulamaya iterken, kimi kesimlerdeyse Kürt düşmanlığının daha da derinleşmesine yol açtı. Toplumsal adalet ve eşitlikten yana olan kesimleri hedefleyen Ankara Katliamı, böylelikle hiç kimsenin bombaların uzağında olmadığının ve her an herkesin bunun hedefi olabileceğinin düşünülmesine neden oldu.
Tıpkı bir zamanlar Suriye halklarının da düşündüğü gibi…
Fakat bu gibi olaylar hakkında sadece düşünmek ve bunlara dair yorumda bulunmak yeterli olmuyor. Eyleme geçmek ve yaratılmak istenen duruma müdahale etmek gerekiyor. Seyirci kalınan her gelişme, Suriye örneğinin hiç de uzağında olmadığımıza işaret ediyor.
Muhtemelen, iç savaş ve işgal başlamadan önce Suriye halkları da böyle bir durumu yaşayacaklarına ihtimal vermiyorlar; Irak, Afganistan veya Libya’daki gelişmeleri kendilerinden uzakta olduğunu düşünüyorlardı. Fakat Erdoğan/AKP iktidarının Suriye dış politikası ve bunun bir uzantısı olan devlet imkânlarıyla IŞİD’in desteklenmesi süreciyle, iç savaş ve işgal, Suriye halklarının beklemediği bir şekilde kendi gerçekleri olmasına yol açtı. Dahası bu durum büyük bir yıkıma neden oldu. Suriye halkları uzun zamandan beri yaşamlarını cehenneme çeviren ve çok sayıda insanın ölümüne yol açan bir iç savaşın içindeler. Milyonlarca insan mevcut durumdan kaçmak ve daha iyi bir hayat kurmak için ülkelerini terk ederek, hedefleri Avrupa’ya ulaşmak olan sonu belirsiz bir yolculuğa çıkıyorlar. Kısacası savaştan sağ kurtulmak için yaşadıkları yerleri terk edenler, hayatlarına mülteci olarak devam etmek zorunda kalıyorlar.
Peki, mülteci olmak aslında ne demektir?
Sadece Suriyeli mültecilere dair haberlere göz attığımızda bile, bu sorunun cevabını hemen bulabiliriz. Mülteci olmak yollarda her türlü kötü muameleye maruz kalmak demektir. İnsan kaçakçılarının insafına terk edilmek, küçücük botlarda denizi geçmeye çalışırken boğularak ölmek demektir. Mülteci kamplarının zor koşullarında katlanmak, varılan Avrupa ülkelerinde en iyi ihtimalle kapitalist sermayeye ucuz iş gücü olmak demektir.
Tam da bu noktada, liberal ideologlar devreye girer. Avrupa uygarlığının(!) insan hakları savunuculuğu kimliğine bürünerek, mültecileri bir ‘sorun’ olarak değerlendirirler. Buna dair söylemler geliştirirler. İnsanların mülteci olmasına neden olan savaşları sorgulamaksızın, Avrupa’nın emperyalist politikalarının üstünü örtmek adına “insanların savaştan, açlıktan, yoksulluktan ölmesindense kaçıp kurtulmalarını” dillendirirler. Böyle bir mantık yürütmenin, gerçekte ‘kaçıp kurtulmanın’ ne olduğunun anlaşılması durumunda, halkların çıkarlarından yana olmadığı görülecektir. Zira liberallerin emperyalist politikaları aklama amaçlarıyla birlikte, Avrupa’yı insan haklarının kalesi ve yardımsever devletlerden oluşan bir birlik olarak gösterme çabaları, aslında ‘savaşların, açlığın ve yoksulluğun’ kimler tarafından yaratıldığının da gizlenmesine hizmet eder. Liberaller “kalıp ölmek, kaçıp kurtulmak” ikilemi yaratarak, direniş ihtimalinin göz ardı edilmesine yol açıyorlar. Çünkü halkaların örgütlenerek direnişine geçmesi, kendi kaderlerini ellerine alarak irade göstermeleri sömürücü devletlerin çıkarlarına ters düşer.
Suriye’deki iç savaş ve işgalden kaçanların mülteciye dönüşme süreçleri, ‘daha iyi bir hayat kurmanın’ ya da ‘savaştan kurtulmanın’, kaçış seçeneği dışında başka herhangi bir seçeneğin olmadığının dillendirilmesi, tüm bunlardan dolayı yanlıştır. Doğrusu ‘savaştan kurtulmak’ halkların tek kurtuluş seçeneği olan sosyalizm için örgütlenmek, direnmek ve mücadele etmektir.
Dolayısıyla Suriye’deki iç savaş ve mülteci durumunun, bizim de geleceğimize dönüşmemesi için, savaşı isteyen ve körükleyen güçlere karşı birlik olmamız ve kolektif bir direniş göstererek bu sürecin önüne geçmemiz gerekiyor. Aksi takdirde, büyük bir yıkım ve vahşet girdabına sürüklenileceği aşikârdır. Bu gerçekliği görmezden gelenlerin, bunun için çaba sarf etmekten kaçınanların, duyarsız kalıp gündelik hayatın içinde kaybolanların, yarının mültecileri olması büyük bir ihtimaldir. o
Ümit Ağgül
22.10.2015, dinesteyiz2.org