Bu geç bir metin ama maalesef güncel bir metin. Elbette bu metin 6 Şubat sonrası hayatı radikal biçimde sarsılmamış olan okuyucuların yaka silkeceği bir metin olabilecektir. Şüphesiz dışarıdan -Antakya ve havalisinden olmayan- okuyucu “hâlâ mı aynı yerdesiniz?” diye iç geçirebilir. Dışarıdan bir okuyucunun içini bunaltan “Ama artık…” diye başlayan bıkkın bir serzenişle daha en başından okumaktan vazgeçip sonuna kadar sabredemeyeceği bir metin olabilir.
Ne de olsa modern ötesi iletişim çağındayız her şey göz açıp kapayıncaya dek bir süratle olup-bitiyor. Evet her şey oluyor ve bitiyor. Ne izleyici ne de olup-bitenin doğrudan muhatabı henüz ne olup-bittiğini idrak edemeden, neden ve sonuçları hakkında hakkınca düşünemeden, hakkınca duygulanamadan, bırakın ağıtı, yası, hakkınca küfredemeden bile yeni bir şeyler başlıyor. Olan şey orada bitiyor. Yeni olanlar, olaylar, gündemler başlıyor. Kelebeğin ömründen kısa yeni süreçler başlıyor. Henüz az önce hayretle izlediğimiz kan-revan içinde yaşadığımız olan kaldırılıp, unutulan şeyler müzesindeki yerini alıyor. Artık onun hakkında düşünmek, konuşmak hatta onun içinde yaşamak bile demode, sıkıcı görünüyor.
Süreğen bir yeniye yetişme telâşından her şeye geç kalınıyor. Hiçbir şeye yetişilemiyor. Zaman dediğimiz nedir ki? Artık hiçbir şeye vakit yok. Dağılmış pazar yerlerine benzeyen bir keşmekeş içerisinden ne olup-bitene efkarlanmak ne hüzünlenmek ne de başka bir insanî duygu geliyor kimsenin içinden, gelse de öyle sürekli değil. Bir caz müziği gibi gelip geçiyor her şey; o kadar çabuk, o kadar kısa, işte o kadar.
Kasavetli konulardan bahseden, zamanın ruhu ve neşesini yakalayamamış sıkıcı biri olarak görünmek pahasına söylemek isterim ki maalesef felaket bir sabaha karşı olup-biten bir şey değil. Felaket bir süreç. Hele ki 6 Şubat gibi ardında bıraktığı yıkım, yıllar hattâ on yıllar sürebilecek büyük bir felaketin etkileri hayatın tüm veçhelerinde süregidiyor. İnsanlar Antakya ve havalisinde bir felaketin, felaket bir sürecin içerisinde yaşamaya çalışmaya devam ediyorlar.
Enkazlar, molozlar, hafriyatlar, konteynerler, çadırlar, akmayan sular, gidip-gelmeyen elektrikler, kavuran sıcaklar ve haşarat baskınları, alelade bir bahar yağmurunun bile felakete dönüştüğü, gündelik yaşamın kendisini felakete dönüştüren olağan gerçekliğin hudutlarını zorlayan gerçekliğin içinde her şey 6 Şubat sabahında durduğu yerde öylece duruyor.
Zelzelenin ardında bıraktığı iktisadî yıkımın üzerine binen çığırından çıkmış bir enflasyon ve ekonomik buhran koşullarının çok katmanlı yükü altında, neredeyse olanaksız olanın içinde olağanlaşmış bir olağanüstü hâlde maddî koşulların da ötesinde zelzelenin neden olduğu onulmaz kayıpların yarattığı travmaların ve bu travmaların doğurduğu sanrıların, sayıklamaların, kâbusların, kimi sessiz kimi nevrotik bir atak hâlinde gelen çığlıkların içerisinde, yankısı duyulmayan derin bir sessizlik kuyusuna, unutulmuşluk kuyusuna itilip, terk edilmiş, mahvolmuş hisseden belki hakikaten mahvolmuş hayatların içerisinde kendi kaderleriyle ve kendi felaketleriyle baş başa, ne hâlleri varsa kendi başlarına görecekleri, rezerv alan dahi türlü devletlu planlarla borçlandırma, mülksüzleştirme tuzaklarının tehdidiyle hülasa boyunlarına asılmış bir yaşamak ağrısıyla yaşamaya gayret gösteriyorlar.
Felaket yerinde, felaketin içinde, hayatın daimi bir felaket sahnesine dönüştüğü hattâ bizatihi felaketin kendisi olduğu, tanığı ve kurbanı olunan olağan dışı, her açıdan neredeyse gerçek dışı felaket deneyimlerinin olağan ve akla indirgenebilen dile tahvilinin felaketin kendisine denk olabilmesinin imkânın olmadığı bir ahval içerisinde tanık ve aynı zamanda kurban olanların bağlamsız, dağınık, kopuk haykırışlar, yakarış ve çığlıklarla ya da derin bir sessizlikle ancak kendini ifade edebildiği kolektif bir haleti ruhiye içerisinde, insanlar yaşam gailesinden sıyrılabildikleri her an artık var olmayan bir eve hafızayı beşerin maluliyetlerinin yanı sıra içinde bulunulan özel travmatik durumu da nazara aldığımızda belki de hiç var olmamış bir eve özlem duyuyorlar. Bir memleket artık eve dönmek istiyor.
Tam da mefhumun Yunanca kökeninin muhtevasına denk düşen ve mefhumun zaman içerisinde kazandığı manalara da tekabül eden biçimde felaket coğrafyasında yaşamı melankolik bir nostalji duygusu kaplıyor. İnsanlar ruhen, bedenen duydukları ızdırap ve elemle evlerine dönmek istiyorlar. Yurtlarındalar ne var ki yurt bildikleri yeri özlüyorlar. Ait olduklarını düşündükleri yuvalarına, zamanlarına, memleketlerine özlem duyuyorlar.
Şimdi ev diye başlarını sokabildikleri konteynerlerin kapısına çıktılarında, ekmek kapısı bildikleri barakaların önüne çıktıklarında, köstebek yuvasına dönmüş yollardan ilerlemeye çalışan araçlarının camlarından baktıklarında hep karşılarına aynı felaket manzarası çıkıyor. Uçsuz bucaksız bir yıkım manzarasına bakıyor insanlar. Birkaç tepedeki göstermelik TOKİ konutu inşası dışında hiçbir değişimin yaşanmadığı, insanda hiçbir ilerleme hissi uyandırmayan nerdeyse donup kalmış bir zamanın içinde, kayıp zamanın izinde bir geleceksizlik fikri hatta kabulü insanların bilincini kaplıyor, toplumsal bilince hatta toplumsal psikolojiye yerleşiyor.
Hâl-hatır sohbetleri, eski tanıdık karşılaşmaları, dertleşmeler, hasbihâller, içki masalarının son dem muhabbetleri mütemadiyen bir şekilde eskiye özleme, eskinin yadına bağlanıyor. Yeninin tahayyülü silikleşiyor. Eskinin Kaf Dağı’nın ardında görünen donuk fotoğrafı hafızanın hileli aynalarında bir avuntu bahçesine, bir sığınağa dönüşüyor.
Gelecek umudunun, hevesinin kaybolması ve gayet maddî nedenlerden ötürü erişilemez görünmesi insanları geçmişin düş bahçelerinde geçmişin belki de hiç öyle yaşanmamış hayaletleriyle kifayetsiz gezintilere mecbur kılıyor.
Geçmişe, geçmişin hayaline dönmenin tesellisi zaten mecali kalmamış, tek başına kendini aşan bir yazgının kör talihiyle dövüşmesi istenenlere güncel dahi gündelik olanın gün geçtikçe daha da keskinleşen, yakıcılaşan çelişkilerinden, açmazlarından, bitap düşüren yorgunluğundan bir nebze de olsa kurtulabilmenin imkânını veriyor.
Ne var ki her hakikatten kaçış yöntemi gibi, her yalancı bahar çağrısı gibi, her farmakon gibi, her nevî uyuşturucu illeti gibi bu nafile çaba da yanılgıları, yanılsamaları, marazları beraberinde getiriyor. Bir memleket umutsuzluğun, yarından ümitsizliğin batağında yeninin velut yaratıcılığından, gelecek azminden, bugünden, yarından, zamandan kopuyor. Ne içinde hissediyorlar zamanın ne de büsbütün dışında; artık ileriye doğru akmayan çoktan yitip gitmiş donmuş retro ve retorik yitik cennet masalının içinde bugünün yalın gerçeğinden, hakikatten kaçıyor olmanın verdiği iç sıkıntısının boğuntusuyla, çıkışsızlıkla, daha da beteri yalanla, avuntuyla karışmış bir geçmiş özleminin beyhude sıkıntısıyla boğuluyor.
Hiçbir mahkûmiyet umutsuzluktan daha ağır değildir. Yarına duyulan ümit zayıflayıp, belli belirsizleşerek yok olup gittikçe kadere rıza, süregidene rıza, kafa karışıklığı, iradesizleşme, ruhu kemiren endişe, korku, serseri bir mayın gibi yerli yersiz patlayan öfke hüküm sürüyor. Ne yazık ki böylece memleket ve nesiller eskinin içinden zuhur eden kendi yeni özgün hikâyelerini yazabilme yetisinden mahrum düşüyorlar.
Felaketin ardından, onun korkunç anılarından, kaygının ve endişenin toprağından karılan yeni bir sosyal yapı, yeni bir toplumsal bellek doğuyor. Zira uzun erimde sular durulup çekilmeye başladıktan sonra felakettin hafızası, felaketten geriye kalanlardır. Ve eğer siz büyük bir felaketten arda kalan kişiyseniz, meğer siz büyük bir felaketten arda kalanlara bakan kişiyseniz neredeyse hiçbir şey hissedemiyorsunuz. Bir felaketi hatırlamak aynı zamanda onu unutma süreciyle birlikte işler. Mamafih felaketin büyük yıkımının karşısında fert planında kendini yapayalnız, çaresiz hisseden zihin, neyi unutup neyi hatırlaması gerektiğine dair acze düşüyor. Felaketten geriye belki de hatırlanmaya değer olmayan kimi unsurlar galebe çalıyor. Korkuya kapılmış, karamsarlığa düşmüş zihin geçmişin, bugünün ve geleceğin işe yarar unsurlarını bilince çıkarmakta zorlanıyor. Böylece bir memleket yeis içerisinde bedbin kendi kendine mırıldanıyor: “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”
Oysa bu ifade evvel vakit, bugünden bakınca çok bir vakit önce, başka bir bağlamda başka bir ahval ve şerait içerisinde ama tam da bugünlerdeki gibi bizi rezil bir geleceğin kölesi sandıkları bir zamanda, ardımızda bırakarak güz çağrısını umudun şafağına uyandığımız ve şarkılarla geçip caddelerden meydanlara indiğimiz o ilk yaz günlerinde, hepimizin yeni bir hikâyesi olduğu, kolektif belleğimizin yarına dair düşle, umutla karılmış bir masalsılıkla harmanlandığı izzet-i nefsin ayaklandığı, mukadder görünene başkaldırdığımız, dayanışma ile direniş ile imkânsızın içinde bir imkân devşirdiğimiz, tek başımıza kurtuluşun olmadığını bilince çıkardığımız ya hep beraber ya hiçbirimiz diye haykırdığımız o şölen günlerinde, Haziran İsyanı günlerinde söylenmişti.
Peki ama o günlerden bugüne bir rabıta bizler için bir misal, bir yol yok mudur? Yoksa dayanağı muğlak naif bir nostaljiden mi ibarettir bu nazariye?
Nostaljinin bir veçhesinde melankoli, sinizm, varsa bir diğer veçhesinde yaşanan hayatın, bize neler kaybettirdiğini anlamaya başlayan insanın gitgide yoksullaşan hayatı, yeniden daha zengin, velut, renkli bir hâle getirme arzusuna, isteğine yaslanan şimdiyi sorgulayıcı, sarsıcı, şimdi ve burada diyen yeniden kurucu, şimdinin karabasanlarına direnmenin, şimdiyle yüzleşmenin yollarını açan ferdi anımsama ile kolektif anımsama arasındaki karşılıklı ilişkiye toplumsal hafızayı yeniden inşa edici hususiyetleri de var.
Bir yüzümüz felakete dönükse bir yüzümüzü hayata dönebilmeliyiz. Felaketten öğrendiklerimizi yarının inşasına tahvil edebilmeliyiz. İster yitip giden eski cennetin özlemiyle yahut kendi küllerimizden kendi ellerimizle yeniden inşa edeceğimiz yeni cennet özlemimizle, geri dönülemez, fert fert hepimizin iradesini aşan bir felaketin ardından işte şimdi buradayız. Ne yaparsak yapalım kaçıp kurtulmayacağımız bir yazgı bu. Her şeyi şimdi ve burada hep birlikte yaşayacağız. Buradan çıkacaksak hep beraber ancak birlikte çıkacağız.
Öyleyse filhakika şu anahtar soruyu sorabiliriz: Ne yapmalı?
Bir yanda 5’li çeteler, şantiye, rantiye, faiz akbabaları devletlu zevatla kol kola girmiş evimize barkımıza hatta mülkten-topraktan öte, memlekete, tabiata, feleğe, devrana çökmeye azmetmişken, makamlarda, müsteşarlıklarda, salonlarda, çalıştaylarda kalan ömrümüz birilerinin gelecek cirolarına, taşınmaz varlıklarına rezerve edilirken öfkemizi ne kadar borçlandığını bilemediği borç taahhütlerine imza atmaktan imtina eden bizimle aynı kaderi paylaşan komşumuzdan, önümüze sürülen göstermelik günah keçilerinden ziyade esas müsebbiplere, esas muhataplarına yöneltmeliyiz.
Biz kendimize yardım etmezsek kimsenin bize yardım etmeyeceğini bilmeliyiz. Biz birbirimize el vermedikçe kimsenin bize elini uzatmayacağını bilmeliyiz. Biz bize saygı duymazsak kimsenin bize saygı duymayacağını bilmeliyiz. Birbirimize sahip çıkmazsak kimsenin bize destek çıkmayacağını bilmeliyiz. Her koyun kendi bacağından asıldıkça sürünün hiçbir şansı olamayacağını bilmeliyiz. Birlikte ve beraber konuşmazsak kimsenin sesimizi işitmeyeceğini bilmeliyiz.
Ev ev, bina bina, mahalle mahalle yan yana gelmeliyiz. Birlikte düşünmeli, konuşmalı eylemeliyiz, hülasa birlik olmalıyız. Ne olacaksa hepimize olacağını bilmeliyiz. Nihayet, elbette her şeye rağmen yüzümüz yaşama dönük olmalı, nikbin olmalıyız zira umut; sabır, azim ve tahammülle mündemiçtir.
Ezcümle, “ne geçmiş tükendi ne de yarınlar” ama elbette bir şerhle “bugünlerden geriye, bir yarına gidenler kalır bir de yarınlar için direnenler” ve artık hepimiz her günkü gündelik tecrübemizden biliyoruz ki: Yaşamak direnmektir! DİREN HA! Müthiş kazandığımızı göreceksin! o
Mayıs 24 / Antakya
* İlk kez Ehlen dergisinin internet sayfasında yayınlanmıştır.