Önceki Bölüm: Program ve Tüzük Üzerine
Buna çok yakın olmalıdır söz. Konfüçyüs’ün sözü olabilir. Umarım yanlış hatırlamıyorum. Ama doğrusu, söyleyeceklerimiz açısından, sözün sahibinin de çok önemi yok. Çok eski zamanlardan beri dile getirilmiş olması önemli. Demek ki insanoğlu, öğrenme süreci üzerinde, çok uzun zamandır düşünüyor. Belki de bugünlerde, dünyanın son 20-30 yılında olduğundan daha fazla.
Bir tek şey öğrenmek mümkün değil. İnsan, bir şey öğrendi mi, mutlaka onunla birlikte başka şeyler de öğrenmiş olur. Eğer ille de bir sayıya ihtiyacımız varsa, “en az iki şeyi aynı anda öğrenirsiniz” demek, işi biraz “karikatürize ederek” anlatmak olur.
Diyalektik ve tarihsel materyalizmin ayırt edici noktalarından birisi; bilgi edinme sürecinin kendisini de diyalektik bir süreç olarak ele almasıdır. Sürecin bir öznesi var; bilgi edinmek isteyen, öğrenmek isteyen. Bu özne, toplumsal pratiğinin konusu hâline gelmiş bir nesnenin bilgisini edinmek istemektedir. Demek ki, bu özneden bağımsız olarak, onun dışında var olan şey, belli tarihsel ve toplumsal koşullarda (yani insanın daha önceki eylemlerinin bir sonucu olarak) bilgi edinme sürecinin nesnesi haline gelmiştir. Bu sürecin kendisi, toplumsal pratiğin, insan eyleminin sonucudur. Buradan anlaşılacağı üzere, şimdi öğrenmekte olduğumuz şey, dün öğrendiğimiz şeylerle doğrudan bağlıdır. Özne, bilgi edinme sürecinde, kendi eylemi ile nesneye “müdahale” eder. Bu eylem olmadan, öğrenme gerçekleşmez. Ve burada öğrenen özne, kendisi de sürecin içinde olduğu için, bilgisini edindiği şeye ilişkin, doğru ve yanlış şeyleri bir arada öğrenir.
Bir şeye ait bilgimizin içinde, o gerçeğe ilişkin doğrular ve yanlışlar birlikte var olur. Bu nedenle, bilgimizin bir bölümü, daha sonraki toplumsal pratikle de doğrulanan yöndür, diğeri ise yanlışlanacak olandır. Demek ki, bilgisini edindiğimiz şeye ilişkin bilgimiz, sürekli derinleşir.
“Dünya düzdür” denildiği dönemde, bu bilgide bir gerçeklik vardı: Dünya, düz değilmiş ama, dünya diye bir yer varmış ve ileriye doğru bakıldığında, sanki düz gibi görünmekteymiş. Ya da; “Su hep vardı”, ama gün oldu, suyun 2 hidrojen ve 1 oksijen atomundan oluştuğunu öğrenme gereksinimi doğdu.
Demek oluyor ki; dışımızdaki dünya, birbirine bağlı, bütünlüklüdür ve biz bu nedenle; bir şeyi öğrenirken, mutlaka, farkında olalım olmayalım, başka şeyler de öğrenmekteyiz.
Öğrenmek ve öğrendiğinin farkında olmak, çok önemli iki şey. Öğrendiğimizin farkında olmadan, birçok bilgi edinebiliriz. Ama öğrendiğimizin farkına vardık mı, bu ciddi bir değişim, bir sıçrama anlamına da gelir.
Bugünlerde, TV kanallarında sürekli, “uzman”lar konuşmaktadır. Bir kadın gazeteci çıkıyor ekranlara; gerektiğinde iktisat uzmanı, gerektiğinde futbol uzmanı, gerektiğinde uluslararası hukuk konusunda uzman, gerektiğinde Kürt hareketi konusunda uzman, oluyor. Bir başka erkek gazeteci de aynı biçimde.
Bu “uzmanlar”; tam da; çok bilmiş dediklerimize benzerler. Ne bilgileri vardır, ne de ilgileri. Onları oraya çıkaran, yeşil renkli dolarlardır, bilgilerinin kaynağı da budur. Kendileri “dinlenir” bulunmuş ve medyanın patronlarınca, uygun tarzda öne çıkarılmışlardır. Onlara kimse, “Arkadaş, sen nasıl oluyor da eğitim uzmanı oluyorsun, nasıl oluyor da hukuk uzmanı oluyorsun, sen terör uzmanı unvanını nereden aldın, nasıl oldu da futbol konusunda da uzmansın”, diye sormuyor. Hayır, bu sorular sorulmuyor.
Bu “uzman”lar, öğrenmesini de bilmeyen kişiler hâline gelmişlerdir. “Okumuş cehalet” denilen şey bu olsa gerek. O kadar şişirilmişlerdir ki, kendi durumlarının hiçbir biçimde bilgisine sahip değildirler ve her şeyi bildiklerini düşündükleri için, öğrenme zevkine de sahip olamıyorlar. Bunlara; “kurumuş kafalar” desek, belki kendileri açısından durumu özetleriz.
Ne kötü bir durumdur, belki de acınası bir durum, öğrenme yeteneğini kaybetmek, her şeyi biliyor olmak. Ne kötü şeydir, yaşamı, hayvani zevklerden ibaret bir zaman geçirmeye indirip, buna da “kaliteli yaşam” adını takmak.
Bu tür, incelemeye değerdir. O kadar ki; yeşil renkli dolarları aldıkça, karanlık üretmeyi başaran bir çıktı veriyorlar. Yeşilin bir suçu olmasa gerek, bütün mesele doların albenisinde. O kadar akıllarını alıyor ki, geriye karanlıktan başka bir şey kalmıyor.
Bunlar, öğrenmesini sevmezler, bilmezler. Onlar sadece efendilerinden gelen emirleri bilirler, onları “öğrenirler” ve efendileri için iyi ve kötü olanı bilmek zorunda kalırlar.
Ülkemizde; en azından bunu yakinen biliyoruz; ilk öğretimden başlayan eğitim sistemi, öğrenme zevkini öldüren bir sistemdir. Merakı, öğrenme isteğini öldürdün mü, o insanı sürü haline getirmen kolaylaşıyor. Öğrenme isteğini öldürdün mü, aydınlık ile karanlığın farkını yok edebiliyorsun. Öğrenme isteğini yok ettin mi, kişinin, sadece sahip olduğu mallarla mutlu olması gerektiğini, kafalarına kazıman kolay oluyor.
Nasıl ki, büyük çaplı, kitlesel kapitalist üretim, kâr amaçlı, otomasyona dayalı, büyük çaplı üretim işin ilginçliğini yok ediyor ve insanı makineye hizmet eder hâle getiriyorsa, eğitim sistemi de buna uygun şekilleniyor. Öğrenme isteğini yok ediyor. Köhnemiş düşünceler için, paranın ve metanın sınır tanımaz egemenliği için, öğrenme isteği yok ediliyor.
Öğrenme isteği olmayınca, öğrendiğini anlamak da mümkün olmuyor. Bir işyerinde patron, sendikal çalışma yapanı işten atıyorsa, işçi bundan; “sendikadan uzak durma, haklarını aramama”yı öğreniyor. Ama bunu anlasa, aslında bu arada, başka şeyler de öğrenmiş olacak, mesela, patrondan gizli bir örgütlenme yapma gerekliliğini öğrenmiş olacak vb.
Öğrenmek, bilinçli bir pratikle gerçekleşiyorsa, elbette ne öğrendiğini bilmek, daha olanaklı oluyor. Burada da öğrenen kişi, mutlaka kendi hakkında da bir şeyler öğrenmeye başlar, bilgileri derinlik kazanır. Burası işin, hem en korkutucu, hem de en özgürleştirici noktasıdır. Kendisi hakkında bilgileri derinleşen kişi, bu noktada kendine karşı objektif davranabilir mi?
Bizim toplumumuzda eleştiri, her zaman “kötü” olarak ele alınır. Günlük dilimizde de bu böyledir. Eleştiri, neredeyse düşmanca bir davranış olarak ele alınır. Hep övülmek, hep takdir edilmek, aslında insanın kendinden, gerçeklerden kaçmasının bir yoludur da. Ve sistem bunu körükler. O kadar ki; bir arkadaşınız, değişik bir gömlek, etek, kazak, pantolon vb. giyse ve siz bunu beğenmezseniz; sanki “Onu beğenmiyor” gibi bir tepki ile karşılaşırsınız. Bu kadar kendini eleştiremeyen, kendine kapalı kişiler, gerçekte, öğrenmeye de dirençlidirler. Eleştiri yoksa, özeleştiri yoksa, kendi yaşadıklarından bile öğrenme yeteneği kalmaz.
İngilizlerin bir atasözü var, kibir kokar; “Ben sadece kendi deneyimlerimden öğrenecek kadar aptal değilim.” der. Muhtemelen İngilizler, Mısır’da, Hindistan’da altın ararken, buldukları deliklere önce yerlileri sokarak, oraların ne kadar tehlikeli olduğunu öğreniyorlardı. Fakat; işin kibrini bir yana bırakırsak, bu söz anlamlıdır. İnsan sadece kendi deneylerinden öğrenmemelidir, başkalarının deneylerinden de öğrenmesini bilmelidir. Eğer kişi, kendini eleştiremiyor ve eleştiriyi düşmanca bir davranış olarak görüyorsa, kendi deneylerinden de öğrenemez.
Minimum öğrenme, belki de en “sorunsuz” yaşamanın yoludur. Öyle ya; ölülerin sorunu olmaz, cansızdırlar. Otların öğrenmediğini varsayabiliriz. Minimum öğrenmeye, ot olma durumu, dersek, büyük ölçüde “sorunsuz” olmak, aynı anlama gelmek üzere, yaşamamak anlamına gelir.
Bizim toplumumuzda öğrenmek, mutlaka bir öğreticiyi şart koşar. Öğretici ise, öğretme işini emirle yapar, daha fazla baskı ile. Böyle olunca, öğretici her zaman öğrenene yabancıdır. Öğrenme sürecini cansızlaştıran etkenlerden biridir bu.
Öğretmen, acaba kendine şunu sorabilir mi: “Ben bu derste, öğrencilerime şu konuları öğretirken, ben neler öğrendim?” Aslında öğretmenin; öğretirken öğrenmemesi mümkün değildir, mesele; ne öğrendiğini bilince çıkarmasındadır. Bunu yapabilmesi için, kendini eleştirebiliyor olması, eleştiriyi öğrenme sürecinin içinde ele alması gereklidir.
Demek oluyor ki; öğrenmek, mutlaka, öğretmenden öğrenmek anlamına gelmiyor. Bir eylem, örneğin; öğretmenin verdiği ders, öğretmenin öğretmeni olabiliyor.
Bu nedenle, “toplumsal pratiğin öğreticiliği” dedik mi, son derece önemli bir öğretmenden söz ediyoruz demektir.
Bu nedenle, somut durumun somut analizi, sanıldığı kadar basit bir akıl yürütme değildir, bu, toplumsal pratiği doğru okuma; ancak ondan öğrenmekle mümkündür.
Eğiticinin eğitilmesi ve öğrenenin öğretmesi, kibirin, tabuların, hurafelerin tamamen gömülmesi ile olanaklıdır.
Gerçekte; öğrenme süreci böyle işler, siz farkında olun ya da olmayın. Siz bu sürecin aktif bir dinamosu olun ya da edilgen bir parçası.