Aralarında Fikri Sağlar’ın da bulunduğu CHP’li milletvekilleri, sıcak çatışma bölgelerinde, Yüksekova, Van ve Hakkari’de incelemelerde ve gözlemlerde bulunmuşlar. Konuştukları insanlar: “Tayyip Erdoğan’a 3 defa oy verdik, 1 kere oy vermeyince, o da bizi öldürmeye kalkıyor…” demişler.1 Cumhuriyet gazetesinde bu haberi okuduğumda, Bertolt Brecht’in yıllarca önce söylediği yukardaki sözünü hatırladım.
Siz Tayyip Erdoğan’ın “milli irade” tekerlemesini ağzından düşürmediğine bakmayın, o milli iradeden kendine oy verenleri anlıyor. Oy vermeyenleri de “iç düşman” ilan ediyor ve hizaya getirmek için elinden geleni yere koymuyor. Tabii “iç düşmanın” mucidi o değil. Cumhuriyetin kurulduğu günden beri bu rejim, varlığını ve bekasını “iç düşmanlara” karşı yürüttüğü kahramanca mücadeleye borçludur… 7 Haziran’dan (2015) bugüne kadar geçen yaklaşık üç ay içinde olup-bitenleri şöyle bir hatırlamak, ‘Türk demokrasisi’ hakkında bir fikir sahibi olmaya yeter. TBMM’nin nasıl içi boş bir midye kabuğu olduğu, siyasi partilerin ne olduğu ve neye yaradığı, profesyonel politikacıların çapı, anayasanın ve kanunların nasıl niyete göre yorumlandığı veya savsaklandığı, yargının sefil halleri, ikiyüzlülüğün ve ahlâksızlığın boyutları… velhasıl ‘demokratik, laik, sosyal hukuk devleti’ denilenin ne mene bir şey olduğunu görür.
Kan gövdeyi götürüyor ve TBMM ortalarda görünmüyor… Bir parlamento böylesi zamanlarda işini yapmayacaksa ne zaman yapacak? Aslında o parlamento kimin işini, ne zaman ve nasıl yapacağını çok iyi bilir… İnsanlar merak edip “ey efendiler biz sizi neden seçtik biliyor musunuz?” diyebilseler… Bizde siyasi partiler halktan oy alır ama halkı temsil etmezler (tabii bu başka yerlerde durumun matah olduğu anlamına gelmez), siyasi partiler de onların oluşturduğu parlamento da halkı temsil etsin diye dizayn edilmemiştir. Demokrasiyle değil, egemenlerin ‘nasıl yöneteceğiz’ sorusuyla ilgilidirler… Bunlar devletin hizmetinde olan yapılar ve kurumlardır. Devlet de mülk sahibi sınıfların hizmetinde olduğuna göre, çember tamamlanıyor. Tabii “bal tutan parmağını yalar” da denmiştir.
Profesyonel politikacılar sadece bütçeyi, hazineyi, kamu kaynaklarını “birilerine” yağmalatmakla kalmıyorlar. Becerebildikleri ölçüde kendileri de yağmalıyorlar. Onlar için siyaset, kendi ailesini ve çevresini zenginleştirme aracıdır. Öyle söylendiği gibi yüksek ulvi amaçlar, kamuya hizmet gibi kaygılar asla söz konusu değildir.
Elbette aralarında samimiyetle kamu hizmeti yapma niyet ve kaygısı taşıyanlar da vardır ve nitekim var ama onların varlığının şeylerin gerçek seyri üzerinde etkili olması mümkün değildir. Bizde milletvekili olmak ayrıcalıklı bir statüye, ‘seçkinler sınıfına” terfi etmek, bir tür “sınıf değiştirmektir”. Bir milletvekili yaklaşık 15 asgarî ücrete eşit maaş alıyor. Buna diğer reel ve nakdî avantalar da eklendiğinde aradaki fark 20’yi aşıyor. Siyasi partiler de zaten tam bir tek adam şirketi gibi işliyor. Bir partinin en üst düzey sorumlusu, sabahtan akşama rakip partiye küfrediyor, hakaret ediyor… Bir de bakmışsınız pılıyı-pırtıyı toplayıp o partiye geçmiş, hakaretin ve küfrün muhatabı aniden değişmiş… Elbette toplum vicdanı bu tür saçmalıkları onaylamıyor ama gerekli tepkiyi de göstermiyor maalesef… Bir adam kendi partisini bırakıp beklenmedik bir şekilde başka partiye niye geçer? Eğer o parti bir şirket gibi işliyorsa, hiçbir ilkenin ve ahlâkî kaygının orada esamesi okunmuyorsa neden olmasın! Besbelli ki, kişisel çıkar, kişisel zenginleşme arzusu söz konusu…
Ne demek istediğimi görmek için AKP’nin geride kalan 13 yılda yaptıklarını hatırlamak yeter. O kadar çok yağma ve talan yaptılar, yağmalattılar, yağmaladılar, talan ettiler ki, onlar için iktidardan düşmekten daha büyük kâbus olamaz. Ülkenin geleceğini kendileriyle özdeş saymalarının nedeni odur… Son dönemde yaptıkları ve yapmak istedikleri, “iktidarımızı nasıl koruruz” sorusuna verdikleri cevapla ilgili. İktidarlarını ‘ilelebet muhafaza ve müdafaa edebilmek” için, rejimi değiştirmeleri gerekiyor. Gönüllerinde yatan faşizmin din soslu bir versiyonu… Nitekim din soslu bir dikta rejimiyle 2023’ü, 2054’ü, 2071’i gözlerine kestirmişler… Tabii ne de olsa ‘ileri görüşlü, ‘vizyon sahibi’ adamlar…’ Aç tavuğun düşünde kendini darı ambarında görmesine bir engel yok. Başkanlık sistemine geçme söylemi aslında ideolojik bir manipülasyon. Bir aldatma aracı. Tayyip Erdoğan başkanlık retoriğiyle XXI’inci yüzyılın padişahı olma niyetini ortaya koyuyor. Osmanlı İmparatorluğu’nu ihya etmek istiyorlar. Tabii aralarında Suudi Arabistan’daki rejimi bu topraklara ithal etmek isteyenler de az değil…
Lâkin unuttukları, bilmedikleri, bilmek istemedikleri bir şey var: Tarihte geriye dönüş mümkün değildir. Çözüm her zaman ilerdedir, gelecektedir. Dolayısıyla geçmişte çözüm aramak beyhude bir çabadır. Öyledir ama nedense gerici, karanlıkçı saplantılara ve hezeyanlara kapılanlar da hiçbir zaman eksik değildir.
Sömürünün, yağma ve talanın, yaptım-oldu’nun tadına o kadar çok vardılar ki, ne yapıp-edip iktidarı elden bırakmak istemiyorlar, “yeni Türkiye’yi” inşa etmek için yanıp-tutuşuyorlar. Fakat, iktidara bunca yapışmalarının yegâne nedeni o değil, bir neden daha var: Hırsızlığa, yolsuzluğa (corruption) ve suça o kadar çok batmış durumdalar ki, iktidarı bıraktıkları gün yakalarına yapışılacağını çok iyi biliyorlar… Hesap verme korkusu zihinlerini esir almış durumda. Lâkin ‘korkunun ecele faydası yok’ denmiştir…
Tayyip Erdoğan ve “şahin ekibinin” din soslu bir baskı rejimini dayatmaları mümkün değil. Gericiliği asla dayatamazlar zira eşyanın tabiatına aykırı. Bu ülkenin demokratik, özgürlükçü birikimi ve potansiyeli bu iktidar sapkınlarına o fırsatı vermez. Kaldı ki, meşruiyetini kaybetmiş bir iktidarın “istediğim kadar iktidarda kalırım” demesinin de bir karşılığı yok. Bu rejim çoktan geniş halk kitlelerinin gözünde meşruiyetini yitirmiş, değersizleşmiş, itibarsızlaşmış bulunuyor. Maç bitti… Şimdi uzatmalar oynanıyor ve uzatmalar da sürekli uzatılabilir değil. En sonunda penaltılarla iş bitiyor… Fakat, yazının başlığında söylendiği gibi, “ateş en çok dumanı sönerken çıkarır” denmiştir. İktidarlarını kalıcılaştırmaları mümkün değil ama, zararı büyütmeleri mümkün. O halde süreci vakitlice tersine çevirmek ve hasarı olabildiğince küçültmek için, seçimlerden ve TBMM’den çözüm bekleme aymazlığından yakayı kurtarmak gerekiyor. “Seçim demokrasisi” yanılsamasından kurtulmak gerekiyor. Bu tehlikeli tırmanıştan, saçmalıklardan, akılsızlıklardan rahatsızlık duyan geniş kitlelerin duruma müdahil olması gerekiyor. Unutmamak gerekir ki, böylesi kritik durumlarda şeylerin seyri, ancak kitlelerin sürece aktif bir şekilde müdahil olmasıyla, kendi işini kendi eline almasıyla, yani kitleler sokağa çıktığında değiştirilebilmiştir. Ve kitlelerin gerekeni yapmamaları için de hiçbir neden yok. Zira, ‘sandık demokrasisine’ hak etmediği gücü vehmetmek doğru değildir. İktidar sahipleri ne kadar gaddar, ne kadar saldırgan, ne kadar kıyıcı olurlarsa olsunlar, kitlelerin istemediği hiçbir şeyi dayatmaları mümkün değildir… Tabii kitleler gereğini yapmaya hazır ve niyetli olmak kaydıyla…