Kanuni Sultan Süleyman döneminde İstanbul’da ata binmesine izin verilmeyen tek etnik grup; “buçuk” ilan edilen; Ahırkapı’daki Hıdırellez Şenlikleri’ni izlerken akla gelen onlar yani Çingene>Çigan>Çigani>Zigeuner>Zingar>Çangar ve Kopti>Kıpti>Egyptus ve de Rom>Romanlar. Ve bir etnik grup olarak beş bin sene evvel, Hindistan’ın uğradığı büyük Aryan istilasından hemen sonra, yeni düzeni (Kutsal Brahma’nın kasti sistemini) kabul etmedikleri için Çudraların da Çudrası, hizmetkârların kölesi bile sayılamayacaklarına karar verilerek “dokunulmazlar” (cüzzamlılar) anlamına gelen “athinganoi” adı verilmiştir onlara…
Kastın dışına atılarak Hint ilinden sonsuza kadar sürüldüler. Beş bin yıldır kefareti bir türlü ödenemeyen günah işte bu. O gün bugün beş kıtada amansızca gezdiriliyorlar. Göçmüyor göçertiliyorlar.
Onlar ne gezgin ne göçebe ne de özgür ruhlu. Solun Çingenelere ilişkin “özgür ruh” tanımı bir edebiyat nesnesi olarak kurduğu oryantalizmdir.
“Cellat” nitelemesi tarihî bir haksızlıktan başka bir şey değilken; Sabahattin Ali’nin satırlarında, “Siz sevemezsiniz adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler? Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz? Bizler: Batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingene’ler!” diye tanımlananlardır.
* * * * *
Onlar; “Tanrının lanetlediği” iddia edilen halk olarak anılırlar.
Hz. İsa çarmığa gerildiğinde eline çakılan çivileri Çingenelerin yaptığına inanılır.
Yani… En sonunda parmak kalınlığında olan çiviler getirildi. Mesih’i el ayak bileklerinden tahtalara çaktılar. Acı, kurtuluş olmuştu. Yol göstericinin çilesi bitmişti.
Büyük çivileri, bir Çingene ustası kalıba dökmüştü. Herkes, her şey sona erdikten sonra kenara çekiliverdi. Çingene ise ortada öylece kalakaldı. Tüm günah, yüzü tunç rengindeki bu adamın vebaline yazılmıştı. Sadece çivileri yapan Çingene ustası değil, tüm kavmi de lanetlendi. Suç, tümüyle Çingenelerin üzerine kalmıştı.
Kavmin reisi, “Çalın oynayın ve eğlenin!” diye buyurdu ve ekledi: “Günahtan ancak böyle arınabilirsiniz!” O günden sonra Çingene, hem çaldı hem oynadı. Kederlerinden bu sayede arındı, ruhu bu sayede temizlendi ve bu sayede lanetini gizlemeye çalıştı. İşte 1500 yıllık hikâye buydu…
Bir şey daha var; bir diğer hurafe de şöyle:
Bakara Suresi’nin 258. ayetinde bildirildiğine göre: Hz. İbrahim putları devirip Allah’ın tekliğini dillendirdiğinde, “putperestler” onu cezalandırmak için tutsak ederler. Hükümdar Nemrut, Hz. İbrahim’i huzuruna alarak neden kendisine secde etmediğini sorar.
Hz. İbrahim, “Ben, beni yaratan Allah’tan başkasına secde etmem. Benim Rabbim, dirilten ve öldüren Allah’tır” yanıtını verir.
Kur’an-ı Kerim’de “Onun için (Hz. İbrahim) bir bina yapın ve derhâl ateşe atın dediler.”
Bunun üzerine, Nemrut’un halkı dev bir mancınık yapar ve İbrahim ateşe atılır.
Enbiya Suresi’nde: “Ey Ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol dedik; böylece ona bir tuzak kurmak istediler, fakat biz onları daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk.”
Efsaneye göre, Hz. İbrahim’in mancınıkla fırlatılması sırasında, meleklerin bu duruma engel olduğu ve melekleri kovalamak için de şeytanın telkini ile kız ve erkek olan iki kardeşin mancınığın yanında “ensest” ilişkide bulunarak, ateşe atılmanın gerçekleşmesini sağladıklarıdır. “Çin-Gen” adındaki kardeşlerin cinsel birleşmesinden “Çingene” olarak bilinen bu halkın türediği söylencesi yani…
Yüzlerce yıldır Arap ülkelerinde, Anadolu’da, Orta Asya ve Balkanlar’da anlatılan bu ve benzeri hurafelerin hedefi Çingenelerdir.
Çingenelerin “Tanrı” tarafından lanetlenmiş düşük bir soy olarak gösterildiği bu efsanelerden ötürü milyonlarca insan büyük acılar çekti. İş bulamadı, sevdiğine kavuşamadı. Horlandı, küçük görüldü.
Oysa onlar Hindistan kökenli bir topluluktur. Ataları Hindistan’ın en alt sınıfı olan, hatta sınıf bile sayılmayan paryalardır.
Hindistan kökenli olan toplumsal göçlerle dünyaya dağılmışlardır.
Romanlar veya halk arasındaki tabirle Çingeneler Hindistan’ın Pencap-Sind (Pakistan, Karaçi) nehir havzası boyunca Pakistan ve Afganistan’ın da içinde bulunduğu bölgelerden 1050 civarında İran ve Anadolu üzerinden dünyaya yayılmış Hint-Avrupa kökenli halkın adıdır.
Eski kayıtlarda “Kıpti” olarak anılan bu etnisitenin, Çingenelerin Balkanlar’da, Orta Avrupa ve İtalya’da adları Türkçe’deki ‘Çingene’ kelimesinin muhtelif şekilleridir: ‘Ciganin’ (Bulgaristan) (‘Ciganu’ Rumen ve buradan Macar. ‘Cigany’ ve daha sonra Çekce’den ‘Çinkan’), ‘Zigeuner’ (Almanya), ‘Zingari’ (İtalya), ‘Cingano’ (Venedik) ve ‘Tsigane’ (Fransa).
Öte yandan, Çingenelerin Mısır’dan ortaya çıktığı farz ve kabul edilerek, bunlara ‘Kıpti’ de denilmiştir ki, ‘Gipsy’ (İngilizce), ‘Agypciano’ (eski İspanyolca), ‘Gitano’ (bugünkü İspanyolca), ‘Gitane’ (Fransızca) kelimeleri buradan gelmektedir.
Bunlardan başka halk arasında, Türkiye’de ‘kara-oğlan’, Finlandiya’da ‘Mustalöinen’ (“kara”), Macaristan’da ‘Faraonepe’ (“firavun kavmi ve firavun oğulları”), Yunanistan’da ‘Zapari’, Doğu Ermenileri arasında ‘Boşa’ denilir. Fakat Çingeneler kendilerine Rom (“insan”) bazan da Kalo (“kara”) derler.
Yeri geldi anımsatayım: Roman sözcüğünün kelime kökü olan “rom”un insan demek olduğunu; “Roman” demenin Romanların dilinde “insanım” anlamına geldiğini biliyor muydunuz?
* * * * *
Yaşadıkları değişik ülkelerde kendilerine ‘Roman’, ‘Sinti’ gibi adlar verilen ancak, hakaret ve dışlama anlamına gelmek üzere yaygın olarak kullanılan deyimle Çingenelerin kökenlerinin, Hindistan’ın muhteşem bölgelerinden Sind bölgesi olduğu kabul edilir. Bu bölgenin yabancılar tarafından işgal edilmesi üzerine Çingenelerin bütün tarih boyunca ve tüm dünyayı kapsayan göçleri başlar. Yerinden yurdundan edilen Çingeneler artık göçebe bir halka dönüşür ve hem neşeleri hem çileleri eksik olmaz.
Asırlar geçse de, görüldükleri her yerde “doğal bir felaket” gibi kovalanıp dışlanan Çingenelerin bu çilesi ne yazık ki günümüzde de devam ediyor. Uygarlık ve demokrasinin beşiği olmakla övünen Avrupa’nın göbeğinde olsa da durum değişmiyor. İtalya ve ardından Fransa’da yaşanan baskı ve sürgünler ise bunun en pervasız örnekleri.
Romanlar hakkında geçtiğimiz yüzyılda yapılan dil araştırmaları onların geçmişine ışık tutan bilgilere ulaşılmasını sağladı. Dil üzerinden yapılan bu araştırmalarda da Romanların Hindistan kökenli oldukları; ancak göçebelikten kaynaklı olarak dolaştıkları yerlerin dillerinden de etkilendikleri ortaya çıktı.
Romanlarla ilgili ilk adlandırmaya eski Yunanistan’da rastlıyoruz. O dönem Phrygia’dan gelen ve farklı bir dine mensup bu insanlara “Athinganoi” denirmiş.
Athinganoilar, sürekli dolaşır, müzik ve sihirbazlık yapar, çaldıkları müziklerle yılanları dans ettirir, geleceği gören fallar açarlarmış… Bu ismin kelime anlamı ‘dokunulmaz’ olsa da yerleşik devletler yüzyıllar boyu Çingenelere hep dokunmuşlar!
Romanlarla ilgili bir başka kaynak hikâye de onların Mısır kökenli oldukları yolunda. İngilizcede Romanlara ‘Cipsi’ (yazılışı ‘Gypsy’) denmesinin nedeni de buna dayanıyor. İspanyollar da Romanları Mısır’ın İspanyolca karşılığı olan ‘Gitano’ kelimesiyle adlandırmışlar.
Mısır’dan geldiklerini anlatan ‘Çingenelerin’ İngilizce isimlerinin ya da tanıtımlarının temeli de işte bu hikâyeye dayanıyor: İngilizce Egypt (Mısır) kelimesinden İngilizler Gypsy (okunuş: cipsi) kelimesini türeterek Romanlara bu ismi takarlar. Aynı olay İspanya’da da yaşanır: İspanya’da Çingene anlamına gelen Gitano kelimesi yine Mısır sözcüğünün kökenine dayanır.
En son olarak 1971 yılında İngiltere’de değişik ülkelerden gelen delegelerin katıldığı ‘Uluslararası Çingeneler Konferansı’nda, ‘Zigeuner’ (Tr: Çingene) kelimesinin ‘ Zieh-Gauner’dan geldiği (Türkçesi: Çek, çal, çırp; düzenbaz, haydut, dalkavuk) belirtilerek kendilerine Roma (insan) denmesi karar altına alınır.
Sind, doğusunda Hindistan, batısında Bülicistan güneyinde Umman Denizi ile çevrili yaklaşık 5 milyon nüfuslu 100 bin kilometrekarelik bir alan olup Haydarabat, Sind gibi şehirleri kapsayan bir bölgedir. İndus medeniyeti adı verilen ilgi çekici bir eski medeniyetin kalıntılarının bulunduğu bu bölge MÖ 500 yıllarında Persler tarafından ele geçirilir. Daha sonra İskender tarafından istila edilir. Ardından Mauri İmparatorluğu, Baktria Grekleri daha sonra da Kuşanlar ve Guptala İmparatorluğu, VIII. yüzyıl sonunda da Arap orduları tarafından ele geçirilir. Bölge XI. yüzyıl başlarında Gazneli Mahmut tarafından alınır ve bu dönem 500 bin Romanın esir alınarak Anadolu’ya götürüldüğü ileri sürülür.
İranlı Şair Firdevs’in V. yüzyılda yazdığı bir öyküye göre, Pers Kralı, Luri diye adlandırılan halktan on binlerce insanı eğlenmek için Hindistan’dan İran’a getirtir.
Bu öyküye göre buraya gelen grup ve kabileler oradan Mısır’a, başkaları da Girit ve Balkanlara doğru yola çıkar. Göç olayının değişik tarihlerde yaşandığı ama toplu yola çıkışların XI. yüzyılda İran’a, XIII. yüzyıl sonlarına doğru Yunanistan ve Doğu Avrupa’ya, 1417 yılında ilk kez de Batı Avrupa’ya geldikleri tahmin ediliyor.
Sarkozy yönetiminde milliyetçi politikalarla dikkat çeken Fransa’ya ilk gelişleri de bu yıllarda olur. XX. yüzyılda da Güney ve Kuzey Amerika ile Avustralya’ya gitmişlerdir.
1389 tarihinde Kosova’yı ele geçirip bu topraklara hükmeden Osmanlı İmparatorluğu döneminde, vergilendirmek için yapılan nüfus sayımlarında Romanların sayılarının giderek arttığı görülür. 1475 tarihli bir sayımda Avrupa yakasında, kayıtlara 3 bin 187 Roman hanesi geçirilir. Kanuni Sultan Süleyman döneminde ise bu rakam 16 bin 591’e ulaşır.
Göçer Romanlar genellikle elişleri, demircilik, sepetçilik, bakırcılık, kalaycılık, kumaş satıcılığı (bohçacılık) sirkçilik, ayı oynatıcılığı, falcılık yaparak geçimlerini sağlarken yerleşik Romanlar ise, müzisyenlik, çiçekçilik, at eğitimciliği ve taşımacılık işleri yaparlar.
Önceleri soylu gezginler olarak nitelendirilen ve haklarında ‘Gölgede herkesin yeri var’ denen bu insanlar, giderek yaşam tarzları nedeniyle vebalı gibi kovulan şüpheliler olarak görülür. Diğer göçebe kabilelerden farklı olarak dışardan idarî zorlamalar ve baskılar altında yaşamlarını sürdürürler. Bu dönem her türlü kötü muameleyle karşılaşır. XV. yüzyıla kadar altın çağını yaşayan bu neşeli insanlar, uçsuz bucaksız topraklar üzerinde gezinirken geçtikleri her ülkenin dillerini öğreniyorlardı. At bakıcılığında usta olan bu nedenle o dönem uzun süren savaşlar nedeniyle her ülkede hem yararlanılmak isteniyor hem de korkuluyordu. Gittikleri ülkenin yönetimleriyle iyi geçinmeye çalışan Romanlar zaman zaman başka ülkelerin ajanları olarak suçlanmış ve yerleşik düzene geçmeleri için baskılara maruz kalmışlardır.
“Çingene” kelimesi Almanya’da ilk olarak “Hildesheim” kentinin evraklarında kullanılmıştır. 1407 tarihli bir belgede “Çingeneler”den (Zigeuner) bahsedilir. O yıllarda bu halk üzerinde bir baskı ya da saldırı olduğuna dair hiçbir kanıt bulunmuyor. 1424 yılında Regensburglu Din Adamı Andreas, ilk olarak “Çıngarı” adlı bir halk üzerine yazar ve onları “Hırsız” ve “Kırlarda gizlenenler” olarak tanımlar. Yazılı belgelere göre 10 Eylül 1498’de Çingeneler “Avlanabilen kuş” olarak yasal suçlu gösterilirler. Freiburg’da bulunan “Reich parlamentosu” uygulamaya koyduğu yasayla, suçüstü yakalanan ‘Çingenelerin’ “yakalandığı yerde” cezalandırılmasına imkân verir.
Sonraki yıllarda da ‘Çingenelerin’ öldürülmesi veya kovulması için onlarca yasa ve kural yürürlüğe konur. 1540 yılında Brandenburg Kralı, “Çingeneler, dilenciler ve serseriler kent sınırlarına ulaşırsa onlara saldırma, varlıklarına ve eşyalarına el koyma ve onları sürgün etme izni”ni içeren bir yasa çıkarır.
XIV. ve XV. yüzyıllarda özellikle Güney Almanya ve Ren kıyılarında hatırı sayılır bir servet birikimi oluşmaya başlar. Bunun arkasında ise köylüler üzerinde artan baskılar, yükümlülükler ve angaryalar vardır. 1525 yılında büyük Köylüler Savaşı ve birçok başkaldırı yaşanır. Özellikle savaşın çok zorlu geçtiği bölgelerde, isyanlar kanlı bir biçimde bastırılır ve köylülerin bütün hakları ayaklar altına alınır.
Romanların Almanya’ya göç ederek geldikleri dönemde feodal otoritelerin ayrıcalıkları hüküm sürüyordu. Toprak beylerinin mutlak egemenliği söz konusuydu. Dokuma vb. gibi el sanayiini kontrol eden güçler elişlerinde usta olan Çingenelerle rekabette zorlandıkları için bunlara karşı yasalar hazırlanmasında önemli rol oynamışlardır.
Almanya ve tüm Avrupa’da bu dönem, aralarında Romanların da bulunduğu ve küçük çaplı üretimle uğraşan topluluklara karşı ceza ve yaptırımların sertleşmesine sahne olur. Sorgusuz sualsiz kürek mahkûmluğu, dayak, el ve ayak kesme gibi cezalar bu dönemin yaygın örnekleridir.
Almanya’da “Çingene katliamlarının” yoğunlaştığı yıllar ise 1700-1750 yılları arasıdır. Bu yıllarda kaç ‘Çingenenin’ öldürüldüğü bilinmiyor. Bu yıllarda kadın ve çocuklar hapishanelere atılıyor ya da toplu hâlde ülke dışına sürülüyorlardı. Ancak kesin olan bir şey var ki bu dönem, herhangi bir başkaldırı olduğunda ‘Çingenelerin’ öldürülmeleri yasaldı, bir anlamda dönemin ‘günah keçileri’ydiler.
Yine bu dönemde Romanları zorunlu olarak belirli yerlerde toplayıp “medenileştirme” politikaları uygulandığı görülür. Bir türlü “Yola getirilemedikleri” için “Eğitilemeyen halk” olarak tanımlanırlar. Göttingen’de yaşayan Tarihçi Heinrich Moritz Gottlieb Grellmann’ın 1783’te ilk baskısı ve 1787’de ikinci baskısı yayınlanan “Çingeneler- bu halkın yaşam biçimi, durumu, töre ve kaderi üzerine tarihi bir araştırma” adlı kitap bütün Almanya’da yaygın olarak kabul görür. Grellmann’a göre Çingeneler “Yarı insan” ve “Çocukça düşünen bilinçsiz insanlar”dı. “Her insanın gücü ve beraberinde getirdiği bir bilinci vardır, Çingenelerinki ise kesinlikle bulunmamaktadır. Bundan dolayı devletin görevi, Çingenelere bunları öğretmektir.” diye yazan Grellmann, “Çingenelerin hırsız, tembel ve pasaklı insan”lar olduklarını “bilimsel” olarak kanıtladığını iddia eder!
Yine Göttingenli olan Christoph Meiners adlı bir başka meslektaşı da “Irk teorileri” üretir ve derileri koyu renkli olan halkları aşağılar. Romanlara ilişkin bu değerlendirmeler sadece kitaplarda kalmaz, imparatorluk bünyesinde onlara karşı özel birimler de kurulur.
* * * * *
Özeti özeti: Onlar, nerede olurlarsa olsun, çoğunlukla “Nefret Suçu”nun nesnelerindendirler.
Sürüldükleri her coğrafyada dışlanmış, ötekileştirilmiş, ezilmiş, ön yargıyla bakılıp; dünyanın her yerinde ırkçılığın, ikinci sınıf insan muamelesinin hedefi olmuş halktırlar…
“Aşağılanan, itilen, hor görülen, ilk fırsatta hırsızlıkla, arsızlıkla suçlanan topluluk”turlar.
Dünya üzerinde yaklaşık 6-11 milyon arasında Çingene yaşar ve çoğunlukla, haksızlığa uğrayanlardır. Kolay mı? İnsanlar, “Çingene” sözcüğünü birbirlerine hakaret ederken kullanıyorlar…
Kimse onlara güvenmez, mahalleleri ayrıdır; Avrupa’nın en kalabalık azınlığıdır.
Avrupa’da istenmeyen bir topluluk olarak bastırılmış, köleleştirilmiş, sürgünlere uğratılmışlardır. Nazi işgal döneminde ise 1.5 milyon, belki daha fazlası öldürülüp, cinsel tacize, işkenceye tabi tutuldu…
Nazilerin toplama kamplarına kapatıp biyolojik deneylerde kullandıkları; Adolf Hitler’in yaklaşık 1 milyonunu katlettiği mekânsız halktır onlar…
2 Ağustos 1944 günü SS lideri Heinrich Himmler, nihayet kararını vermişti. Auschwitz-Birkenau toplama kampındaki “küçük” sorun çözülecek, “aşağı ırkın en dipteki temsilcileri” olan “başbelası” Romanlar, tümüyle yok edilecekti.
Öyle de yapıldı…
Doğrusu Nazilerin Romanları sevmesi zaten pek beklenemezdi. Daha Führer’in ilk yıllarından beri Alman ırkını korumak için yok edilmesi gereken topluluklar sıralamasında, Yahudiler, akıl hastaları, eşcinsellerle birlikte onlar da yer alıyorlardı.
Avrupalılar, zaten yüzyıllar boyunca onları dışlamıştı. Almanya’da Sinti (Göçebe Çingeneler) ve Romanlara yönelik zulüm, Nazi rejiminden önce de vardı. 1926’da Bavyera’da çıkarılan “Çingenelerle, Serserilerle ve Tembellerle Mücadele” yasası Sinti ve Çingenelerin fişlenmelerini öngörüyordu. Hitler de iktidara geldiğinde hemen işe girişti. Temmuz 1933’te çıkarılan, “Çocukların Kalıtsal Bozukluklardan Korunması” kanunuyla doktorlar, belirsiz sayıda Çingeneyi kısırlaştırdı. Kasım 1933’te “Tehlikeli Daimi Suçlulara Karşı Kanun” ile polis, “asosyal” olarak görülen -fahişeler, dilenciler, alkolikler, evsizler- ile birlikte çok sayıda Çingeneyi tutukladı ve toplama kamplarında hapsetti.
1935’te çıkarılan “Alman Kanı ve Onurunun Korunması Kanunu” ve “Nazi Almanyası Yurttaşlığı Kanunu”na tabii ki Romanlar da dahildi. Haziran 1936’da “Çingene Belasıyla Mücadele Merkez Ofisi” açıldığında ise artık toplama kampları dönemi başlamıştı. Romanlar kamplarda, “asosyaller” için olan siyah parçaları, profesyonel suçlular için olan yeşil parçaları veya kimi zaman da “Z” harfini giysilerinde taşıyordu. 1940 ve 1941 yıllarında Romanların Polonya’ya gönderilmesi başladı. 1940 yılının Mayıs ayında SS ve polis yetkilileri, çoğunlukla Hamburg ve Bremen’de yaşayan yaklaşık 2 bin 500 Roman ve Sinti’yi Lublin bölgesine sürdü. Çalışma kamplarından çoğu hastalıklardan ölürken, SS’ler sağ kalanları da Belzec, Sobibor ya da Treblinka’daki gaz odalarında katletti. 1941’de 5 bin kadar çingenes Lodz’da bir gettoya sürüldü. Orada da hastalıklardan sağ kalanlar 1942’nin ilk aylarında Chelmno ölüm merkezindeki gaz odalarında can verdi.
Ama bunlar yetmiyordu. Himmler, 1942 yılının Aralık ayında tüm Romanların yok edilmesi emrini verdi. Romanlar, genelde Auschwitz-Birkenau’ya gönderildi. Auschwitz’e yaklaşık 23 bin Roman, Sinti ve Lalleri sürüldü ve çoğu burada Dr. Joséf Mengele gibi kasapların sözde bilimsel tıp deneylerinin kurbanı oldu. Bu arada, kamp nüfusu zaten hastalıklar nedeniyle büyük oranda azalmıştı. SS yetkilileri, mart sonunda bin 700 Roman’ı da gaz odalarında öldürdü.
Nihayet, 1944 Mayısı’nda kamp yetkilileri, tüm Romanları öldürme kararı aldı. SS muhafızları, Çingene kampının etrafını sardı ve dışarı çıkmalarını emretti. Ancak Romanlar direnişe geçerek, demir sopa ve küreklerle içeride beklediler. SS liderleri, önce geri çekildi. Ancak daha sonra, 2 Ağustos’ta kamptaki tüm Romanları ele geçirmeye karar verdi. Kurbanların çoğu zaten hastaydı, aralarında kadınlar, çocuklar ve yaşlı erkekler de vardı. Tümü de Birkenau gaz odalarında öldürüldü. Hatta saklanmış olan birkaç çocuk bile sonraki günlerde yakalanarak öldürüldü. Auschwitz’e gönderilen 23 bin Romandan en az 19 bini orada hayatını kaybetmişti.
Almanya dışında da durum farklı değildi. Alman ordusu ve SS birlikleri, Baltık Devletleri ve işgal altındaki Sovyetler Birliği’nde yaşayan en az 30 bin Romanı vurarak öldürdü. Yine Sırbistan’da 1941’de ve 1942 başlarında erkek Romanlar vurularak, kadın ve çocuklar ise mobilize gaz odası işlevi gören kamyonlarda öldürüldü.
Romanya’daki işbirlikçiler ise 1941 ve 1942’de başta Bukovina ve Besarabyalı olmak üzere Moldovyalı ve başkent Bükreşli yaklaşık 26 bin Romanı, Güneybatı Ukrayna’da bulunan Transnistria’ya gönderdi. Sürülenlerden binlercesi hastalık, açlık ve işkence nedeniyle hayatını kaybetti.
Hırvatistan’da Alman işbirlikçisi Ustaşa örgütünün ise yaklaşık 25 bin kişilik tüm Roman nüfusunu katlettiği biliniyor.
Büyük soykırım sırasında ne kadar Roman’ın öldürüldüğü tam olarak bilinmiyor. Yine de tarihçiler, Avrupalı Romanların yaklaşık yüzde 25’inin öldürüldüğünü düşünüyor; yani savaştan önce Avrupa’da yaşadığı düşünülen yaklaşık bir milyon Roman’dan 220 bin kadarını!
Bunlara rağmen, Yahudiler ile beraber katledildikleri hâlde, adları Yahudiler kadar anılmayanlardır da!
Yeri geldi anımsatalım: Nazilerin Yahudiler dışında soykırım yapmayı planladığı tek etnik grup Çingeneler. Yalnız Auschwitz’de yirmi bin Çingene öldürülmüştü ve toplam ölü sayısı 500.000’i buluyordu. Peki, neden Yahudiler gündemdeyken ve onlardan özür dilenirken, Çingenelerden hiç söz edilmiyordu? Çiftçi Yahudiler Filistin’e yerleşip tarıma başladılar ve din unsurunu başat hâle getirerek İsrail devletini kurdular. Devlet olmaktan gelen güçleriyle Nazi zulmünü hatırlatmaya devam ettiler. Ama onlar da devlet olmakla şiddet kullanmaya başladılar. Peki, ya Çingeneler? “Çingenelerde ise devlet kurma isteği yoktu, zaten onlar unutmayı seçtiler. Acılarını müziğe gizlediler. Başka çareleri de yoktu. Bu yüzden tarih onları görmezden gelmeyi seçti.”
İşbu nedenle de Romanlar, dünyanın her yerinde azınlıktırlar ve her yerde dışlanırlar. Türkiye’de Roman nüfusu 2 milyona yakındır ve dünyanın her yerinde olduğu gibi bu coğrafyada da ırkçılıktan nasibini almaktadır. Yasal düzenlemelerde ve genelgelerde tehlike arz eden bir topluluk oldukları her fırsatta belirtilir.
Mesela 14 Haziran 1934’te çıkarılan 2510 sayılı “iskan kanunu”nun 4. maddesi şöyledir:
“madde-4) Türk kültürüne bağlı olmayanlar, anarşistler, göçebe Çingeneler, casuslar ve memleket dışına çıkartılmış olanlar Türkiye’ye ‘muhacir’ göçmen olarak kabul edilmezler.”
Bu kanun 1986’da tekrardan onaylanmıştır.
Ayrıca Kültür Bakanlığı tarafından yayınlanan ‘Türkiye Çingeneleri’ başlıklı kitapta bariz bir şekilde aşağılanmışlardır. Yapıtta “Alınları dar, kafatasları küçük, saçları kıvırcık, siyah uzun ve kalındır. Orta yaşlı Çingene kadınlar geniş kalçalı ve şişmandır. Romanlar, yankesicilik, hırsızlık ve fuhuştan geçinir,” biçimindeki tanımlamalar mevcuttur!
* * * * *
Bursa Valiliği yaptığı açıklamada, Bursa’daki Roman vatandaşlara yönelik olarak, “Roman vatandaşların genelinin yasal gelir getirici herhangi bir mesleklerinin olmadığı, bu sebeple gerek uyuşturucu ticareti ve gerekse hırsızlık, yankesicilik, kapkaç, gasp gibi suçları işleyerek hayatlarını sürdürdükleri gözlemlenmektedir,” denilen Türkiye’ye gelince: Onlar 66 ilde yaşıyorlar: Türkiye’de Avrupa Konseyi’nin tahminlerine göre 2 milyon 750 bin, STK’lara göre 5 milyona yakın Roman yaşamaktadır. 81 ilde yapılan araştırma sonrası 66 ilde Romanların yoğun olarak yaşadığı tespit edilmiştir. Türkiye’deki Romanlar; eğitim, istihdam, sağlık ve barınma gibi temel ekonomik-sosyal haklara erişimde zorluk çekmektedirler. Romanları hem risk altındaki gruplar bütünlüğünde hem de dezavantajlı gruplar özelinde değerlendirmek gerekmektedir.
Romanlar yüzde 96’lık işsizlik oranıyla en tepedeki gruptur.
Roman ailelerin yoksulluğu ve işgücüne duydukları gereksinim çocukların özellikle kız çocuklarının ilköğretimden sonra eğitim almasını zorlaştırmaktadır. Roman kadınların neredeyse yüzde 80’inden fazlası okuma yazma bilmemektedir. Kız çocuklarının küçük yaşta evlendirilmesi Roman kadınları açısından en can alıcı sorun olarak durmaktadır. Romanlarda topluluk içinde yapılan evlilik ortalaması 13-18 yaştır.
Bu kadar da değil elbet!
Türkiye’de Çingenelere yönelik ayırımcılık dün olduğu gibi bugün de devam etmektedir.
Pek çoğumuzun aklına, Çingene denince köşe başında fal bakan kadın gelir. Kâğıt toplayıcısıdır, bohçacıdır; Taksim Meydanı’ndaki çiçekçidir.
Keman çalan Çingene’nin müziği karşısında mest olmuş, şarkılarına eşlik etmişizdir. Ancak onunla arkadaş, dost olmayı aklımızdan bile geçirmemişizdir. Onların hayatımızda yerleri yoktur.
Ama vardırlar; bizimle aynı havayı teneffüs ediyorlar.
En ufak bir hırsızlık olayının önde gelen “olağan şüphelileridir” onlar…
Türkiye’de Çingene olmak, her gün haksızlığa uğramak ama hakkını arayamamak demektir.
Son yıllarda ise bir başka karabulut dolaşıyor üzerlerinde; kentsel dönüşüm adı altında evleri yıkılıyor, sokağa terk ediliyorlar.
Onlara, içinde “rahat yaşayabilecekleri” konutlar vaat edilmişti. Böyle olmadı.
Derme çatma evlerden kurtulacak, sağlıklı konutlarda yaşamlarını sürdüreceklerdi. Böyle umut ediyorlardı. Umduklarının tam tersi bir uygulamayla karşılaştılar.
Kentsel dönüşümün başlatıldığı semtlerden biri ise Gaziosmanpaşa İlçesi’ne bağlı Sarıgöl Mahallesi oldu.
Başta ilçe belediye başkanı olmak üzere yetkili kişiler mahallelilere kimseyi mağdur etmeyeceklerine dair sözler verirler.
Yıkılan gecekonduların yerine çok katlı apartmanlar dikilir. Yüzme havuzlu ama balkonu olmayan lüks apartmanlardı bunlar. Zamanlarının çoğunu küçücük bahçelerinde veya evlerinin önünde oturarak geçiren bu insanlar balkonu olmayan dairelere yerleştirileceklerdi.
Bir büyük problem daha vardı: Gecekondu sakinleri bu pahalı konutları hangi parayla satın alacaklardı? Sarıgöl sakinlerinin bir ay içinde eline geçen toplam para bile bu taksitleri ödemeye yetmiyordu. Var olan gecekondularını bile kaybedebilirlerdi.
Sokakta kalmamak ve daha çok mağdur olacakları günleri yaşamamak için güçlerini birleştirmeye karar verirler. Doğma büyüme Gaziosmanpaşalı olan Şadi Çatı, arkadaşlarına öncülük eder ve bir dernek kurulmasına önayak olur. Başkan seçilir. Derneğin açılışına Gaziosmanpaşa Belediye Başkanı da davet edilir. Başkan, burada da bir kez daha kimsenin mağdur edilmeyeceğine dair söz verir. Sözler yerine getirilmez. Bir yandan da gecekondu yıkımı devam eder. Buna direnenlere gözdağı verirler. Zorla imza attırılmaya çalışılır.
Kabul etmeyenlere ise başka ikna yöntemleri uygulanır.
Susuz ve elektriksiz bırakılırlar. Yaşam onlar için daha da çekilmez olur.
Oysa gidecek başka bir yerleri yoktur. Şadi Çatı şunu söylüyor “Burada yaşayan pek çok insanın yiyecek ekmeği bile yoktur. 700 aile belediyeden aldığı yemekle yaşama tutunmaya çalışıyor. Bırakın taksit ödemelerini, 250 TL olan apartman aidatını bile ödememiz mümkün değildir.”
Şadi Çatı’nın belirttiğine göre kentsel dönüşüm sonucu 50 bin insanın buralardan göç etmesi söz konusudur.
Peki, nereye? Çingeneler, yaşadıkları yerlerden uzaklara, kentin dışına doğru itilmektedirler.
Canan Kızılaltun’un deyişiyle, “Roman’ın yaşam alanını elinden al, evini yık, çocuğunu okula alma, hastasını hastaneye sokma, gencine iş verme, kiralık evine layık görme, bakkalından alışveriş yaptırma, ondan sonra da ‘bunlar hırsız, yankesici yavv’!
7 yılda 10 bin roman vatandaş, kentsel dönüşüm adı altında çıkılan rant avları nedeniyle yerlerinden edildi. 2006’da Sulukule’de 650, Küçükbakkalköy’de 140, Kâğıthane’de 60, Bursa’da 200, İzmir’de 20 roman ailenin; 2013’te Gaziosmanpaşa Sarıgöl’de 600’ü aşkın ailenin, Sakarya’da 400’ü aşkın roman ailenin evi çok cüzi paralarla kamulaştırıldı. Samsun’da TOKİ’ye yaptırılan 200 evler mahallesi’ndeki konutlarda oturan 314 roman aile icralık oldu.
Roman’ın yaşam alanını elinden al, evini yık, bilinmeyene yolla, çocuğunu okula alma, hastasını hastaneye sokma, gencine iş verme, kiralık evine layık görme, bakkalından alışveriş yaptırma, ondan sonra da ‘Bunlar hırsız, yankesici auuvv…’
Hakikâten be devlet-yurttaş işbirliği; faşizminizi, ikiyüzlülüğünüzü yazsam roman olur!”
Yüzlerce yıl dışlanan Çingenelerin, kendi mahallelerinde özgürce yaşama hakkını, sadece rant uğruna ellerinden almak insan hakkı gaspıdır, ırkçılıktır.
Kendilerini ifade edebilecek örgütlenmelerden yoksun olan Çingeneleri, sonuçta beş bin yıllık kaderlerinin tekrarı beklemektedir. Uygulamaya konulan “Kentsel Dönüşüm Projeleri’nde” asıl amacın Roman mahallelerinin dağıtılması olduğu görüldü. İstanbul’un Anadolu yakasının Küçükbakkalköy semtinde bulunan Çingene Mahallesi yıkıldığında, burada yaşayanlar Dudullu, Ümraniye, Çamlıca, Alemdağ, Sancaktepe gibi farklı yerlerde yalnızlığa mahkûm edilip yoksunluğa bırakıldılar. Avrupa yakasında, Yahya Kemal Mahallesi yıkımından sonra, Çorlu ve Yalova gibi yerler göç almıştır ve Sulukule dramında ise mülkiyetin nasıl el değiştirildiği açıkça görüldü.
Teoride Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı gibi bir imparatorluk değildir. Cumhuriyetin yurttaşları etnik ve dini yapıya göre kümelendirilip gettolarda yaşamaya zorlanamazlar.
Her yurttaş istediği yerde yaşama hakkına sahiptir. Fakat yüzlerce yıl dışlanan Çingenelerin, kendi mahallelerinde özgürce yaşamak hakkını, sadece rant uğruna ellerinden almak da insan hakkı gaspıdır. Çingene mahallelerinin dağıtılması bu halkın katliama uğraması ile eşdeğerdedir.
Ancak bunlara aldıran yok!
Örneğin Romanların yaşadığı sorunların temelinde ayrımcılık ve sosyal dışlanma olduğunu vurgulayan ilk Roman CHP milletvekili Özcan Purçu hazırladığı raporda, “Yetenekli Roman çocukları teşvik edilmeli, Roman kadınlarının okuma yazma öğrenmesi için kampanya başlatılmalı” önerileri yer alsa da; Türkiye ile Avrupa Birliği arasında, 10 milyon Euro’luk bütçeye sahip, ‘Romanların Yoğun Olarak Yaşadığı Yerlerde Sosyal İçermenin Desteklenmesi’ (SİROMA) projesi kapsamında Roman çocukları okul bahçesinde konteynırda eğitim görüyor hâlâ!
Konuya ilişkin olarak ‘Gazete Duvar’a konuşan CHP İzmir Milletvekili Özcan Purçu, “Düşünün ki bir okul bahçesine konteynırlar konuluyor. Burada Roman çocuklarına eğitim veriyorsunuz. Bu tam bir ayrımcılıktır. Okul bahçelerine konteynırlar kuruldu. Roman çocuklarını toplayıp içine koyacaklar. Roman çocukları başı eğik gezecek. Bu projenin kendisi saçma sapan bir proje. Roman çocuklara yapılan bir ayrımcılıktır. Bunu nefret söylemi olarak görüyorum,” dedi…
* * * * *
Diyeceklerimi Gönül İlhan’ın öğretici uyarısıyla noktalıyorum:
“Darı taneleri gibi saçıldık Hindistan’dan yeryüzünün dört bir köşesine.
Göç yollarında geçti atalarımızın nenelerimizin ömrü.
Yokluğun yoksulluğun ince kederini, müziğin ve dansın kıvrak ritmini taşıdık her zaman genlerimizde.
Gökyüzünün altında uzanan bütün topraklar vatanımız oldu.
Nereye yerleşsek, oralı olmak istedik. Dilimizi unuttuk, dinimizi değiştirdik bu yüzden.
‘İncindiğin yerdir gurbet’ diyor ya şair, yerleştiğimiz memleketlerde çok incindik biz de.
Nazilerin gaz odalarında yakılıp, ‘tıbbi deneylerinde’ kobay olarak kullanıldığımızda kılı kıpırdamadı kimsenin.
Yine de küsmedik; doğan güneşe, açan çiçeğe, uçan kuşa. Ve insana.
Kağıtlara yazmadığımızdan belki, geçmişi çabucak unuttuk.
Ölümü değil, hayatı güzelledik hep.
Yakıp yıkmadık, kendi yüreklerimizden başka hiçbir ülkeyi.
Şarkı söyleyerek uzak tuttuk kendimizi kötü düşüncelerden. ‘dans ederek açlığı unuttuk.’
Falına baktık, kaplarını kalayladık, ayakkabılarını boyadık, çiçeklerini sattık, faytonlarını sürdük, yüklerini taşıdık, sirklerinde cambazlık yaptık, evlerinin kirini pasını temizledik, sepetlerini ördük, demirlerini dövdük,çöplerini karıştırıp hurdalarını topladık, bohçayla kapısına götürdük çeyizlerini, söyleyip oynayarak düğünlerini neşeledik dünyanın bütün gacolarının.
Yeryüzünü dolaşan nehirler içeri akan su damlaları kadar duru kaldık, hayatın dokusunda.
Bataklıkta açıp da yaprağına kir bulaştırmayan lotus çiçekleri kadar heveskar olduk, yaşamaya.
Dokunulmaz anlamına gelen Çingene sözcüğüyle anıldık bütün dillerde.
Gün geldi, yüklenen anlamlarla öylesine kirlendi ki bu güzelim sözcük, çaresiz kalıp Roman’laştık.
Esmer tenli ve yoksuluz. Esmer tenli ve işsiz. Esmer tenli ve unutulmuş. Esmer tenli ve itilmiş. Esmer tenli ve öteki…
Ayrımcılığı, ayrımcılığa uğrayanlar duyar yüreğinde en çok.
Kentlerin dokusunda biz, sonradan işlenen renkli nakışlar gibi eğreti duruyoruz. Bu yüzden.
Yerlisiyiz oysa bu güzelim yeryüzünün.
Herkes kadar payımız var; gün ışığında, bulutların beyazında, sesinde rüzgârın, dağların morunda, çiçeklerin kokusunda, yıldızların ışıltısında, gölgelerinde ağaçların.
Cümle kalabalıklar şarkılarımızla eğleniyor, alıp şıkır şıkırlığını sesimizin.
Kıpır kıpır gövdelerimizin ritminde siliyor gövdelerinin pasını.
Yine de; yaşadığımız mahalleler rant getirdiği anda, ‘kenti dönüştürmek’ gerekçesiyle evimizi barkımızı başımıza yıkıp, uzaklara sürüyorsunuz bizi.
Bilmezden geliyorsunuz yokluğumuzu, yoksulluğumuzu.
İnsana yaraşmayan yaşam koşullarımızı görmezden geliyorsunuz.
Uzak duruyorsunuz hayatlarımızın acı gerçeklerinden.
Önyargıları yıkmak daha zor, demiş atomu parçalayan adam.
Yine de. Tanışalım artık. Ne dersiniz?”
21 Ekim 2016 15:37:38, Ankara.
Dipnotlar:
1- “Çingene, insanın tabiata en yakın kalan güzel bir cinsidir… İnsan şekline girmiş bir takım neşeli ağaçlardır. Çingene bizzat bahardır.” (Ahmet Haşim)
2- Etnik guruplar kendi kültür, âdet, norm, inanç ve geleneklerine sahiptirler. Farklı bir tarihî kolektif şuurdan kaynaklanan kimliğin oluşturduğu bir tür sosyal guruptur. Her ne kadar fiziksel özellikler bu tür gurupların önemli bir özelliği olsa da, gurup üyelikleri evlenme veya sosyal olarak kabul edilmiş diğer yollarla değişebildiğinden, “etnik gurup” kavramı “ırk gurubu” kavramıyla eş anlama gelmemektedir (Öte yandan, “ırk” kavramı ve “ırklar” arasındaki farklılıkların muğlaklığı, bu kavrama başvurmaktan sakınmamızı da gerektiriyor).Etniklik kavram olarak “ırk grubu”ndan farklı bir anlam ifade eder. Etniklik belli fiziksel özelliklere dayanabileceği gibi kültürel veya siyasî faktörlerden de oluşabilir (D. Jary ve J. Jary, ‘Ethnic Group’ maddesi, The Harper Collins Dictionary of Sociology.E. Ehrlich (ed.), Harper Perennial, New York, 1991, s150-151).
Çoğunlukla fiziksel özellikler belirleyici veya güçlü bir faktör değildir. Meselâ, Amerikan siyahileri beyaz “ırk”tan olmamalarına rağmen toplumda, bu kültürden ayrı kendilerine has farklı bir sosyal hayatları yoktur. Bu bakımdan, sosyoloji açısından kullanılabilir genel bir ölçü ancak, gurubun kültürel faktörlerle yansıttığı görünümü, başka bir deyişle kültürel uygulamalarıdır.
3- Birçok celladın Çingenelerden çıktığı doğrudur ama bu işi de gönüllü yapmamışlardır. Cellatlık ancak Çingenelere reva görülen bir iş olduğu için bu onlara yaptırılmıştır. Osmanlılar da cellatların birçoğu Çingene devşirmelerinden seçilip küçük yaşlardan itibaren yetiştirilmiştir. Bir çocuğu ölüm makinesine çevirecek eğitimin yükünü tahmin edebilirsiniz sanırım. Bu işin sebebi de Çingenelerin en alt tabaka ve fiziki olarak kusurlu görülmeleriydi.
4- Sabahattin Ali, Dağ, Değirmen, Rüzgârlar, Varlık Yay., 1965.
5- Orhan Demirel, “Bıçak Sırtında Yaşayan Bir Halk”, Evrensel Hayat, 19 Eylül 2010, s. 10.
6- M. Ender Öndeş, “Onların Kanı Hiç ‘Saf’ Değildi ki…”, Gündem, 8 Ağustos 2016, s. 16.
7- M. Utku Şentürk, “Unutturulan Tarih: Çingene Soykırımı”, Güney, No: 75, Ocak Şubat Mart 2016, s. 33-35.
8- Ömer Faruk, Çingenelerle ilgili şu tespitleri yapıyor: “Devlet kurmamış, kale yapmamışlar, düzenli orduları, bayrakları, milli marşları, ulusal önderleri, anıtları yok. Ekolojik kriz ve küresel ısınmada hiçbir payları yok. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının sorumluluğunu taşımıyorlar. Nükleer santral deliliğine düşmemiş, atom bombası patlatmamışlar. Heykel dikmiyor, mezarlık kurmuyor, ölülerin öldükten sonra da hüküm sürmesine, kendilerine hükmetmesine izin vermiyorlar. Gökdelenleri, uçak gemileri, barajları yok. Çokuluslu şirketleri, bankaları, borsaları yok. Seri katilleri yok. İstihbarat teşkilâtları kurup, faili meçhullere bulaşmamışlar.”, “İnsanlık bütün bunlarla uğraşırken Çingeneler yürüyüp gitmişler. Üstelik Göbekçibaba Türbesi gibi başka halklarda kolay kolay rastlanmayacak biriciklikleri de var.”
Faruk şu önemli soruyu soruyor: “Yerleşikliğe dayanan tüm eski medeniyetler kapitalizme teslim oldu, Haçlı orduları değil AVM İslâm’ı yendi. Büyük fotoğrafı görerek, medeniyet bilgisini edinerek, kapitalizmi aşmayı hedefleyerek, Çingeneleri dikkate alarak yeni bir medeniyet üzerine düşünmemiz gerekmez mi?” (Ümit Kardaş, “Çingene Medeniyeti”, Taraf, 13 Aralık 2014… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/cingene-medeniyeti/).
9- Tarık Işık, “O İfadeler Emniyete Ait!”, Radikal, 26 Eylül 2013, s. 12.
10- Meriç Tafolar, “Purçu’dan Roman Açılımı”, Milliyet, 11 Nisan 2016, s. 15.
11- Enver Sezgin, “Çingene Olmak”, Taraf, 17 Şubat 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/cingene-olmak/
12- Canan Kızılaltun, “Faşizmi Yazsam Roman Olur!”, Radikal İki, 29 Eylül 2013, s. 14.
13- Bayram Sarı, “Roman Bildirgesi Düştü mü?”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2015, s. 18.
14- Meriç Tafolar, “Purçu’dan Roman Açılımı”, Milliyet, 11 Nisan 2016, s. 15.
15- “Haydi Romanlar Konteynıra!”, Özgürlükçü Demokrasi, 30 Eylül 2016, s. 2.
16- Gönül İlhan, Bizim Mahalle Tenekeli Mahalle, Heyamola Yay., 2011.