Bazen öyle olaylar gerçekleşir ki, taş gediğine oturur.
Barolar Birliği Başkanı Feyzioğlu, değişik bir “serüven” yaşıyor. Bir süredir herkes buna şahitlik etmektedir. Cumhurbaşkanı ve başbakan karşısında konuşurken, Erdoğan’ın salonu terk ettiği dönemler geride kaldı. Feyzioğlu, “gürültülü muhalif” karakterini çıkartıp askıya astı ve onun yerine, “cüppeli, saldırgan bir Saray destekçisi” karakterine büründü.
Baro başkanlarının yürüyüşü, 22 Haziran 2020’de, Ankara girişinde kesildiğinde, Baro başkanları polis tarafından engellenip, ablukaya alınıp, itilip kalkıldığında, Feyzioğlu orada yoktu. Ama 23 Haziran’da, Baro başkanlarını ziyaret etmek zorunda kaldı. Ve utanmadan da bu ziyareti yaptı. Baro başkanları, kol kola girip, topluca sırtlarını Feyzioğlu’na çevirdiler. Baro başkanlarının kıçlarına doğru konuştu. Feyzioğlu, Baro başkanlarının arkasından iş tutmuş olduğu için, bu görüntü de tam yerine oturdu.
Cüppeli Saldırgan Saray Destekçisi Barolar Birliği Başkanı, “yüzüne bakılmayan adam” unvanını kazanmış oldu.
Ne iş yaparsanız yapın, bu unvanı elde etmeniz o kadar kolay değildir. Ve utanmadan Barolar Birliği Başkanı, “istifa etmeyi düşünüyor musunuz” sorusuna karşılık “İstifa etmemi gerektiren herhangi bir durum yok.” diye yanıt veriyor. Yüzüne bakılmayan adam, utanmadan, istifa etmemi gerektirecek bir durum yok, diyor. Oysa başkanı olduğu Barolar, zaten kendisini istifaya davet etmişti, o da reddetmişti. Ardından, Barolar imzalar toplamıştı. Yani, Feyzioğlu, Baro Başkanlığı koltuğunu gasp etmiş durumdadır.
Feyzioğlu, Cüneyt Özdemir’in YouTube kanalında sorulara yanıt verdiğinde, şöyle diyor: “Biz o yürüyüşe katılmak istemedik. O da bizim hakkımız. Her dünya görüşünden insanın gittiği bir yer Anıtkabir.” Evet hakkınız ama Baro ile ilgili bir sorun var ve Baro başkanları bir yürüyüş yapıyor. Sonunda siz onların kibarca söylersek “sırtlarına” konuşuyorsunuz. “Diliyorum ki, iş çözülür. Yürüyorlarmış şimdi. Oradan Anıtkabir’e gideceklermiş. Bütün bunlar eğer o otobüsün önü kesilmeseydi o kadar kardeşçe olacaktı ki, herkes kendi tercih ettiği yolu izlemiş olacaktı. Yürümek isteyenler de Anıtkabir’e gelecekti. Anlaşamayacaktık belki bazı Baro başkanlarıyla ama uzaktan selâmlaşacaktık.”
İşte “yüzüne bakılmayan adam” bunları söylüyor. Hükümetin Barolar Birliği ile ilgili kanunları değiştirme isteği ile, kendini Barolar Birliği Başkanlığı’nda kalıcı olarak sabitleme isteği birleşince, Baroların neyi protesto ettiğini bile unuttu. Devlet adına nutuk atmaktan, avukatlık denilen şeyi unuttu. Grup Yorum üyelerinin muhalif bir şarkı söylemelerini terör eylemi olarak görebilen bir Baro Başkanı, olsa olsa Saray Rejimi Türkiyesi’ne yakışır.
Öyle anlaşılıyor ki, “istifa edecek misiniz” sorusunu bile anlamıyor ya da anlamamazlıktan geliyor. Ya aklî melekelerini yitirmiş ya da kör-sağır modunda bir oyun sergiliyor. Kendine sırtlarını dönen Baro başkanlarının, kendisini de protesto ettiğini anlayamıyor.
Saray Rejimi, yargı sistemini tümü ile kolluk kuvveti denilen polis teşkilâtının bir uzantısı hâline getirmiştir. Bu durum, “burjuva hukuk sistemi” içinde bile sorunlu bir durumdur.
Burjuva egemenliği, sermaye egemenliği, elbette işçi ve emekçiler için, her zaman katıksız bir diktatörlüktür. Burjuvazi, bir azınlık olarak, işçi ve emekçilerden oluşan toplumun çoğunluğunu, baskı ve zor aygıtları kadar, “rıza” üreten ideolojik egemenliğini de devreye sokarak yönetebilir. Burjuva diktatörlük (siz isterseniz “demokrasi” diyebilirsiniz), elbette kendisi için bir “hukuk” sistemi üretir ve bunu halka “herkes için hukuk” olarak sunar. Burjuva devlet, her zaman burjuva sınıflar için bir “demokrasi”dir ve işçi sınıfı ve emekçiler için ise her zaman bir diktatörlüktür. Günümüz tekelci kapitalizminde, burjuva devlet, burjuvazinin en iri kesimi olan tekelci burjuvazi için bir demokrasidir.
Burjuva hukuk, aslında, burjuva egemenliği, işçi sınıfı ve emekçilerden korumak, onları bastırmak için iş görür. Ama bir kere böyle bir “hukuk” sistemi devreye kondu mu, halkın bunun için “rıza”sı aşındı mı, “herkes” buna uyuyormuş gibi yapar. Yani, bir işçi için işleyen yasalar, sanki bir kapitalist için de işliyormuş gibi görünür. Mesela siz bir caddede araba ile yayaya çarptığınızda, işçi iseniz başınız çok derde girer, ama kapitalist iseniz, yasalar aynı olduğu için “başınız derde girermiş” gibi olur, para cezası vb. yollarla, kayırma vb. uygulamalarla, işten yırtma şansınız vardır. Mesela üst düzey bir yöneticinin oğlu iseniz, sizin karıştığınız trafik kazası, birdenbire “devletin üstün çıkarları” konusu hâline gelir ve kaza hiç olmamış gibi örtülür. Ölü vardır ama kaza vardır ama ne hikmetse, fail yoktur.
Bu duruma, “hukukun üstünlüğü” diyorlar. Yani, her zaman, yasalar, herkes için geçerli olacak. Gerçekte ise, işçi ve emekçi için her zaman ayrı bir “uygulama”, “içtihat” vardır.
Bu nedenle, yine burjuva hukuk sisteminde, halkın “rıza”sını ve güvenini alabilmek için, hukuk sistemi, yargı sistemi, üç çeşit “hukukçu” tarif etmiştir. Bunlar; hakim, savcı ve avukattır. Savcı, aslında devleti temsil eder. Yasa koyucu olarak devletin adamıdır. Bu nedenle her savcı aynı zamanda bir devlet memurudur da. Avukat ise “birey”i temsil eder. Kapitalizm, “birey” denilen şeyi çok sever. Ne kadar toplumsal değil de, bireysel bir varlık varsa, onu öne çıkartır. Böylece, “birey ve devlet” karşı karşıya geldiğinde, her zaman “kasa” kazanır hesabı, devlet kazanır. Avukat, bireyi, devlete karşı, “güçlü”ye karşı, mafyaya karşı, saldırgana karşı vb. savunur. Bu nedenle, burjuva hukuk sistemi içinde avukat, “devlet memuru” değildir. Diyelim ki, bir mülk sahibi, mesela bir zengin, ki yasalar onları korumak için vardır, mülküne tecavüz vakası ile karşı karşıya kaldı, bu durumda onu bir avukat savunacak. Tecavüzü yapan bir kişi, grup ya da devlet memuru olabilir. Bu durumda eğer avukat da devlet memuru olmuş olsa idi, devlet mekanizmasında güç ele geçirmiş herkes, “mülk sahip”leri için korkulu bir rüya olabilirdi. Demek ki, avukatın devlet memuru olmamış olması, biz işçi ve emekçiler için yapılmadı, en başta mülkiyet ilişkilerinin gereği olarak yapıldı. Hakim ise, “tarafsız” olandır. Hakim, yürürlükteki yasaların uygulanmasını isteyecektir. Aslında, tarafsız olması da mümkün değildir. Çünkü, o yasaların kendisi bir taraftır ve kendisi de “devlet memuru”dur. Ve ikinci ayak olarak hakim de “devletin” yanındadır. Bu durumu aşmak için bazı ülkelerde, “jüri”li yargılama sistemi vardır. Ama bu da durumu kökten değiştiren bir uygulama değildir. Jürinin seçilmesinde birçok “mekanizma” devreye sokulabilmektedir. Seçim sistemi üzerine yapılan manipülasyonları bilenler için, jüri seçimini ayarlamak zor olmasa gerek.
Mahkeme salonu, burjuva hukuk sisteminde, savunma için “deplasman” olarak tarif edilmemiştir. Her ne kadar avukat, savunma, savcı kadar hakime yakın değilse de, normal şartlarda mahkeme salonu “tarafsız saha” olarak sunulmaktadır. Diyelim ki, kapitalist sisteme ve burjuva hukuk sistemine karşı bir başkaldırı eylemi varsa, mahkemenin “tarafsız saha” olarak dizayn edilme durumu, birden ortadan kalkar ve burjuva devlet, tüm dişlerini gösterir. Yine de o mahkeme sahasında, savcı ve hakim yan yana gelse de, avukat, hâlâ savunmadan yana bir tutum içindedir.
Mahkeme salonu, Saray Rejimi’nin “inşaat” hamleleri ile, şekil değiştirmiştir. İçerikteki değişim, biçime de yansımıştır. Artık, hukuk sisteminin mekânları “saray” adını almıştır. Barolar Birliği, usul ve esastan bu isme karşı çıkmalı idi: Adında “saray” olan bir yerden “adalet” çıkar mı? Adalet Sarayı ismi, aslında, mahkeme salonlarının görünürdeki “tarafsız” saha görünümünü de ortadan kaldırmaya dönüktür. Artık, her avukat, Adalet Sarayları içindeki mahkeme salonlarında “deplasman”dadır.
Ve Barolar, ta o dönemden, “saray” ismine karşı çıkmalı, yapılmakta olanı anlamalı, gelmekte olanı sezmeli idi. Ta o zamandan, bu yürüyüşler yapılmalı idi. Barolar Birliği, CHP taktiğini uyguluyor; ses çıkarma, bizi sokağa çekmek istiyorlar, diyerek kitleyi korkut, sonra bir iki eften püften açıklama yap, Anıtkabir’i ziyaret et ve olaylar olup bitsin. Sonra da sen “muhalif” olarak, ben elimden geleni yaptım, bak açıklama yaptım, bak Anıtkabir’i ziyaret edip Ata’nın huzurunda şikâyette bulundum. Başka ne yapsaydık? İşte size Saray Rejimi’ne gizli destek politikası.
Mahkeme salonlarının görünürde bile olsa, “deplasman” olarak kokmaması gerekir. Zaten, savcı devletin tarafındadır. Hakim, verili hukuk sistemi içinde otoritenin yanında görünmemesi gerekirken, aslında onun yanındadır.
Adalet saraylarından sonra, savcılar ve hakimler yüksek kurulu veya adı her ne ise, bu da burjuva hukuk sistemine aykırıdır. Savcılar, devleti temsilen, bir birliğe sahip olmalıdır. Ama hakimler, en azından görüntüde tarafsız olmaları gerektiği için, ayrı bir birliğe sahip olmalıdır. Yani hakimler kurulu, savcılar kurulu ve baro gibi üç birlik olabilir. Hakimler ve savcılar birliği, hakimlerin de açıktan devlet adına hareket etmesi demektir.
İşte hukukçuların, bu noktaya da karşı çıkıyor olması gerekirdi. Adalet sarayı ismine ve uygulamalarına karşı çıkma, hakim ile savcıyı bir gören sisteme karşı çıkma, öyle ise barolara da saldırılacağını bekliyor olman gerekirdi.
Bu nedenle diyebiliriz ki, burjuva hukuk sisteminin tarif ettiği hakim, savcı ve avukat üçlemesinden, avukat, hukuk sisteminin, bireyler açısından en önemli unsurudur.
Bu nedenle, Barolar, birçok meslek örgütü gibi, yarı kamusal örgütlerdir. Ama bu durum, onları “devletten yana” hâle getirmemelidir. Pratikte ise Barolar, çoğunlukla devletten yanadırlar ve bunu “yasalar”ın bağlayıcılığı ile açıklarlar. Bazen ender bir dava, tüm toplumun ilgisini toplar ve sonuçta sanık-avukat öyle bir savunma ortaya koyar ki, burjuva hukuk sisteminin gerçek karakterini ortaya serebilir ve ilgili yasanın “ne kadar saçma ve taraflı” olduğu ortaya çıkabilir. Bir hukuk adamı olarak avukatın, böylesi bir davaya sadık kalması, mevcut yasaların ötesinde “adalet” duygusunun ağır basmasını ve toplumdaki siyasal mücadelenin anlamını kavramasını gerektirir.
Bu burjuva hukuk sistemi, ülkemizde, mesela 12 Eylül’den bu yana, kesintisiz işlemez. Türkiye, belki tüm tarihi boyunca, daha çok “olağanüstü” dönemler mantığı ile yönetildiği için, yasalar bizzat yasa koyucu tarafından bile tanınmaz. Diyelim ki, bir kişi, sosyalizm propagandası yaptığında, “fikir özgürlüğü” kavramı ortadan kalkar ve o kişinin “suçlu” ilan edilmesi için, ilgili bir yasa maddesi bulunur. Bu durum yeni değildir. Ama 12 Eylül ile birlikte, bu “hukuk sistemi”, özgürlükleri daha da kısıtlayıcı hâle geldi.
Burjuva hukuk sisteminde, önce suçlu olduğu düşünülen sanık yargılanırken, onun suçlu olduğunun ispatlanması gereklidir. Oysa Türkiye’de, tüm 12 Eylül hukuku döneminde, işleyiş değişmiştir. Önce bir suç ilan edilmiştir. Suç varsa, bir suçlu da gereklidir. Bu durumda, suçlu için uygun adaylar bulunur. Sonra, bu adaylara, “suçsuz olduğunu ispat et” görevi verilir. Böylece, suçlayan makam, ispata zorunlu olmaktan çıkarılmıştır, onun yerine suçlanan sanık, suçsuz olduğunu ispat etmek zorunda bırakılmıştır. Bu ise, burjuva hukuk sistemine ait değil, daha çok ortaçağ hukuk sistemine ait bir uygulamadır. En azından hukuk tarihi içinde gelişim seyri böyledir. Yani “evrensel hukuk değerleri”ne aykırıdır.
Saray Rejimi ile birlikte ise bu yolda epeyce daha yol alındı. Artık, suç tarif edildikten sonra, suçlu adayları bulunarak, onlara “suçsuz olduğunu ispat et” denilmiyor. İş daha da ilerledi. Önce bir kişi “suçlu” olarak tespit ediliyor. Adeta “yok edici” irade, yok edilmesi gereken “zararlı”yı tespit etmiştir. Bu işi Saray basını bu aşamada devralmaktadır. Bu tespit edilen “zararlı kişi”, hedef tahtasına oturtulmaktadır. İtibarsızlaştırma faaliyeti yürütülmektedir. Eğer bu saldırılar, o kişide bir korku ve tedirginlik, bir kendini savunma hâli yaratmış ise, “zaman uygundur” kararı verilmektedir. Yani bu “zararlı” tam bir direniş gösteremeyecektir ve buna saldırmak toplumsal bir tepki ile karşılaşmayacaktır kararı verilmektedir. Basın, bu işi bizzat yapmaktadır. Ardından, kişi tutuklanmaktadır. Bu tutuklanan kişinin ne ile suçlanacağı, tüm devlet mekanizması tarafından yürütülen bir süreçtir. Yani, iş savcıya, “yasalara” bırakılmamaktadır. Bunun yerine, basın, bazı köşe yazarları, polis, cumhurbaşkanı vb. hep birlikte bu kişinin suçunun ne olacağına karar vermektedir. Ardından ise, buna uygun deliller toplanmaktadır. Adam eğer “casus” olmakla suçlanacak ise, onun bilgisayarına ilgili bir dosya yüklenmelidir. Tıpkı, kötü polisin adamı tutuklarken, arama sırasında evine eroin paketi koyması gibi. Böylece, suç için delil üretilmektedir. Yani, 12 Eylül’de suçlu adayı bulunup, şimdi kendinin suçsuz olduğunu ispatla süreci, ortaçağ hukuku, biraz daha “ilerletilmiş” durumdadır. Adam ne ile suçlanacaksa, “imha edici” devlet, bunun için gerekli delilleri de bizzat oluşturmaktadır. Bu önemli bir “ilerleme” noktasıdır. Hukuk sistemi açısından bu durum, “ortaçağ” hukuk anlayışı ile tekelci kapitalizmin “kamuoyu imalatı montaj hattı”nın bir bileşimidir. Tekeller çağında, kamuoyu imalatı ile görevli bir montaj hattı vardır. Nasıl ki, kitlesel üretim, akan bant sistemleri üstünde, işçinin makinanın uzantısı olduğu ve çalışmanın tüm zevkinin yok edildiği bir hâl almış ise, aynı biçimde kamuoyu imalatı da bir kitlesel üretim hattı hâline sokulmuştur. Diyelim ki bir yeni “şarkıcı” imal edecekseniz, bu montaj hattına, bir müzik, birtakım sözler, bir giyim tarzı, bir “hareketler sistemi” (buna dans denilemez), bir imaj ayarlanmalıdır. Sonra, gerisi gelecektir. Bir başkan adayı mı lazım, kamuoyu imalatı devreye sokulur. Bir milliyetçi dalga mı lazım, kamuoyu imalatı için bant sistemi çalıştırılır. İşte bugünlerde, ülkemizde ortaçağ hukuk anlayışına ek olarak, kamuoyu montaj hattı devreye sokulmaktadır. Sahte deliller, basının açık yargılama sistemi ile, mahkeme süreci beklenmeden, sanık “suçlu” hâline getirilmektedir. Böylece, karar verilmiş olmaktadır.
İşte tüm bu yeniliklere rağmen, Saray Rejimi, durumu yeterli görmemektedir. Her hakim, Saray ne diyorsa onu yapıyor. Tersini yapan, zaten başına iş almış demektir. Her savcı, zaten Saray savcısı olarak iş yapıyor. Ama tüm bunlar yetmiyor. Saray Rejimi, bu “kamuoyu imalatı” ile, basın aracılığı ile yapılanan yargılama sistemini de yeterli bulmuyor. Avukatları da tam olarak denetim altına almak istiyorlar.
Avukatları, “savunma” ile görevli olmaktan çıkartmak istiyorlar.
Saray medyası, bildiğiniz gibi, kendi kendine işlevsiz hâle gelmeye başladı. Nasıl? Mesela Hürriyet gazetesi bir dönem, yanlış hatırlamıyorsam, 600 bin civarında tiraja sahip idi. Ama bugünlerde en iyi ihtimalle 30 bin tiraja sahiptir. Neden? Çünkü, habercilik ve gazetecilik yapmıyorlar. Ve elbette bu nedenle bir gazete olarak okunması da mümkün değil. Saray Rejimi’nin uğursuz eli bir yere değdiğinde, orası hızla kurumaya başlıyor.
Yargı sistemini, doğrudan polis gücünün eklentisi hâline getirdiler. Bizzat kendileri yasaları tanımıyor. İstemedikleri herhangi bir mahkeme kararı varsa, onu veren hakimi açıkça tehdit ediyorlar. Bu durumda ise, hakim ve savcı olmak, artık utanılası bir şey hâline gelmiştir. Utanmayanları elbette vardır. Ama en azından, bir itibarı kalmamış meslekler hâlindedirler.
Avukatlık, güçlü savunma örnekleri yarattıklarından değil, ama bu yargının özel hâli nedeni ile, çok önemli hâle gelmiştir. Büyük ölçüde “yalan üzerine kurulu bir faaliyet” gösteren ortalama avukat, bir hakim ve savcıdan daha prestijli hâle gelmiştir.
İşte şimdi sıra Barolara gelmiştir.
Bir Gezi davasını düşünün. Burada avukatlar vardır ve kendilerinin bazı “ayrıcalıkları” vardır. Bu güçlerini ellerinden almak, savunma hakkını “denetim” altına almak istiyorlar. Bunun için, hukukî ve ekonomik tedbirler almaya çalışıyorlar. Baroların gücünü bölmek, Feyzioğlu’nun Baro Başkanı olarak seçilmesinin önünü açacak bir önlemdir. Feyzioğlu, bu havucu almak için, savunma hakkını tümü ile yok eden uygulama ve “içtihat”lar ortaya koymaya başlamıştır. Şarkılar ve Grup Yorum üzerine açıklamaları, savcıların bile yeltenmediği açıklamalardır.
Demek oluyor ki, Feyzioğlu’nun istekleri ile, Saray Rejimi’nin amaçları bir geçici yol arkadaşlığı ortaya çıkarmıştır. Saray’da yer alan hukukçu Mehmet Uçum ile, Feyzioğlu, yeni bir yasa hazırlamışlardır. Saray, Barolar Birliği Başkanı’nı “balta sapı” olarak kullanmak istiyor. Yeni yasal düzenleme baltanın keskin yeri ise, Feyzioğlu ve arkadaşları ise “balta sapları”dır. Böylece balta, işini görebilecek ve Barolar istenilen kıvama getirilecektir.
İşte planlanan budur.
Eğer bunu başarabilirlerse, emin olun, sıra Tabipler Birliği’ne ve TMMOB’a gelecektir. Böylece tüm odalar, meslek kuruluşları, denetim altına alınmak istenmektedir. Sendikaları nasıl işçi sendikası olmaktan çıkarmışlarsa, odaları, baroları da öyle kendi işlevlerini yerine getiren kurumlar olmaktan çıkaracaklardır. Bu, işverenler için daha ucuza çalıştırılacak avukat, yasadışı inşaatlara olur verecek mühendisler vb. bulmak demektir.
İşte tüm bu nedenle biz diyoruz ki, Baro başkanlarının tek yürümesi doğru değildir. Baro başkanları, önce tüm avukatlarla yürümelidir. Gerçeği olduğu gibi açıklamak, avukatların önüne koymak gereklidir. Yarın her tarikatın bir barosunun İstanbul’da var olmasını istemiyorsanız, yarın avukatların işsiz hâle gelmesini istemiyorsanız, yarın avukatlık mesleğinin yerlerde sürünmesini istemiyorsanız, bugünden bir şeyler yapmanız gerekir.
Baro başkanları, halktan, avukatlardan korkuyorlar. Onları kendi eylemlerine almak istemiyorlar. Bunu da belki, “bakın biz halkı eyleme, sokağa davet etmiyoruz, yani biz aslında ‘uslu’ çocuklarız” demek için yapıyor olabilirler. Oysa yürüyüş yapmaları, her vatandaş gibi onların da anayasal hakkıdır. Bir avukat, kendi mesleğine dönük bir saldırı karşısında, eyleme kalkışırsa, bu onun en doğal hakkıdır. Dahası, halkı, geniş kitleleri eyleme, kendileri ile birlikte yürümeye çağırması da en doğal hakkıdır. İşler o hâle geldi ki, anayasal haklar bile, “bakın bizim bir kötü niyetimiz yok” mesajları ile, korku ve tedirginlik içinde kullanılmaktadır. Bu tereddüt, Saray Rejimi’ni daha da saldırgan kılmaktadır. Direnenlerde ne kadar tereddüt varsa, saldırgan daha bir cesaretle saldırmaktadır.
Bu nedenle diyoruz ki, bu yürüyüş, tüm avukatlarla birlikte yapılmalı idi.
Görüldüğü gibi, Baro Başkanı Feyzioğlu, işte tam da bu nedenle, yürütülmeyen avukatlar üzerine konuşurken, Anayasa’nın ayaklar altına alınmasına, yürüyüş hakkına vb. değinmiyor. O kendini düşünüyor.
Avukatlar, CHP gibi davranarak, mücadeleyi geliştiremezler. Yürüyorsanız, tüm avukatlar bu yürüyüşe davet edilmelidir. Henüz geç değil. Tüm avukatları, kendi haklarını savunmaya davet etmeniz gerekir.
Öte yandan, bu yürüyüşün hedefi Anıtkabir olamaz. Anıtkabir’e uğramak mümkün elbette. Ama, ne görüşmelerin, ne de yürüyüşün muhatabı, parlamento, Anıtkabir ve bakanlar değildir. Feyzioğlu’nun açıklamalarına bakın. Bakanlarla görüşüyor, Adalet Bakanı ile görüşüyor, Meclis Başkanı ile görüşüyor vb. Oysa her avukat, bir hukukçu olarak, parlamentonun, bakanlıkların vb. bir öneminin kalmadığını bilir, biliyor. Feyzioğlu, arkada kiminle görüşüyor? Cumhurbaşkanı ile mi, Mehmet Uçum ile mi, başka bir danışmanla mı? Feyzioğlu yasa tekliflerini kime veriyorsa, kime sunuyorsa, avukatlar da onunla görüşmelidir. Saray Rejimi’nde artık, parlamentonun bir önemi yoktur. Herkes biliyor. Belki Kılıçdaroğlu haberdar değildir. Partilerin bir önemi yoktur ve bunu da herkes biliyor. Milletvekilliğinin bir önemi yoktur. Ve bakanların bir önemi yoktur. Milli Eğitim Bakanı, sınav tarihini açıklayamamaktadır. Sağlık Bakanı, koronavirüs önlemlerini açıklayamamaktadır. İçişleri Bakanı sokağa çıkma yasağı açıklayamamaktadır.
Artık, yeni rejimde, yürütme Saray’dır. Saray Rejimi tam da budur. Öyle ise avukatlar, Anıtkabir ziyaretini takiben Saray’a yürümelidirler. Cüppeleri ile, doğrudan Erdoğan’ın ya da kararları veren her kim ise onun, doğrudan Saray’ın karşısına çıkmaları gerekir. Muhatap kim ise onunla görüşmek, en azından hukukî açıdan esastır, usullere de uygundur. Yani, “adalet saray”larından, ana saraya gitmek, hakkını aramanın doğru yolu olarak görülmelidir. Madem ki, Saray Rejimi var, madem Simit Saray’ı bu kadar “özel”, mademki “adalet saray”ları var, mademki bir de baş “saray” var, öyle ise, tebaa bu saraylara başvurmalı, derdine çareyi saraylarda aramalıdır.
Barolar bir eylem yaptılar, son derece sıradan, son derece sınırları belli, son derece “biz kötü niyetli değiliz” mesajı veren bir eylem. Bu eylem, Saray Rejimi’ni durdurmaz. Çünkü, hem içeride “balta sapları” var, Feyzioğlu var, hem de eylem kitlesel değil. Eylemin hedefinin doğrudan ve sadece Anıtkabir olması da bir zayıflıktır. Ama buna rağmen, sessizliğin bozulduğunu gördük. Şimdi, tüm avukatlar eylemlere katılmalıdır. Ama bu sefer, kararlılık kadar, hedefler de net ortaya konmalıdır.
Feyzioğlu “yüzüne bakılmayan adam” oldu. Sanıyor ki, istenilen başarıldıktan sonra, o yine görevinde olacak. Olmayacak. Bunun pek çok kanıtı vardır. Sanıyor ki, Saray, kendisine “adalet sarayı” kralı unvanını verecektir. Yanılıyor. Yani Saray Rejimi’nin “içtihat”ları açıktır.
Barolar, tepki sınırını çok geri noktaya taşımışlardır. Ülkede birçok olaya seslerini çıkarmamışlardır. Açlık grevine yatan iki avukatı bile savunamamışlardır. Savunma hakkına karşı her türlü saldırı karşısında güçlü bir ses çıkarmamışlardır. Avukatsız yargılamalara bile sesleri çıkmamıştır. Savunma hakkı gasp edilirken, kendi işlerini yapamaz hâle gelmişlerdir ve sesleri güçlü çıkmamıştır. Çok olay sayılabilir. Bunları yapmadıkları için, iktidar, onlara daha net bir tarzda saldırmaktadır.
Soruyu şöyle soralım: Neden Saray Rejimi, avukatlığı tamamen ortadan kaldırmıyor, hâlâ mahkemelerde avukat bulunduruluyor? Neden “parlamento”dan bir yasa çıkarmaya çalışıyorlar da, bir KHK ile düzenleme yapmıyorlar? İşte Feyzioğlu gibi balta saplarının görevi burada ortaya çıkıyor.
Ne kadar direniş, o kadar onur.
Ne kadar yalakalık, o kadar onursuzluk.