“Batı medeniyeti”, “medenîleştirme”… Emperyalizm halkların düşmanıdır

Sanıyorum, emperyalizm üzerine teorik bir tartışma yapmanın çok sınırlı bir anlamı olur. Belki, bize “emperyalizm savaşsız olabilir mi” diye sözüm ona soru sorar gibi yapıp, emperyalizmi aklamaya çalışanlara bir şeyler söylenebilir. Ya da mesela, “emperyalizm sömürgesiz olabilir mi” diye soranlara karşı. Ama doğrusu bu kişiler, emperyalizmin sol içindeki propagandistleridir. Ve sanki bizim, bir çeşit “geri kalmış ülkelerin” kendi suçları-hataları içinde debelendikleri görüşüne inanmamızı istiyor gibidirler (Yeri gelmişken, Fikret Başkaya hocamızın bu konuda, “geri kalmışlık” denilen şeyin ne olduğu konusunda çalışmaları vardır ve bu konuyu ona bırakmak daha iyi olur. Kanımca, bu konuda yeniden yazmak gerekir). Dertleri, emperyalizme karşı bir mücadeleyi önlemek ve emperyalist politikalara boyun eğmemizi sağlamaktır.

Devasa ve tekelci bir burjuva medya var. Ve her adımı karanlık üretme ile bağlantılıdır. O kadar ki, burjuva medyanın tek bir adımını bile, “arkasında ne var” demeden dinlemeyin, izlemeyin. Mesela HTŞ lideri, başına 10 milyon dolar ödül konulan ve ABD tarafından aranan bir terörist idi. CNN, onunla röportaj yaparken, bir gazetecilik başarısı mı ortaya koyuyordu, yoksa onu temizleme operasyonu mu yürütüyordu? Yanıtı biliniyor. Ezidi kadınları satan, kadın ve çocukların ırzına geçen, insanları diri diri yakan, başlarını kesen, Kürt kadınların ırzına geçen adamdır bu. Bunları bizzat yapmıştır. Bir Kürt kadını, onların esaretinden kurtulduğunda, çektiği işkenceleri sayamıyor, şöyle söylüyordu: “Sizi siliyorlar, kimliğinizi, tarihinizi yok ediyorlar, sizi siliyorlar.”

Acaba, emperyalizm savaşsız olur mu, emperyalizm sömürgesiz olur mu diye bize “tatlı sözler”le başlayan bu emperyalist dünyanın sol imajlı görevlileri, “sizi siliyorlar” cümlesini anlayabilirler mi? Anlayamazlar, çünkü öyle bir hisleri kalmamıştır. Tek hisleri, dolar alırken, dolar alma ihtimali doğarken ortaya çıkan hışırtı sesi ile bağlı bir histir. Köpeklere kemik atılırken yaşanan gibi demek istemem, çünkü bu onları köpeklere benzetmek olur ve köpeklerin çok değerli olduklarını bilirim. Bunlar öyle değildir. Akıllarını, ruhlarını, hislerini satmışlardır.

Biz burada daha çok Batı medeniyetinin neler yaptığını, mümkün olduğunca kısa örneklerle anlatmak, bir çeşit döküm yapmak istiyoruz. Ortadoğu’da artan ABD varlığına şahit oluyoruz. Suriye savaşının bu yeni aşaması, bize artan ABD varlığını gösteriyor. Bu noktada, ABD’den medet uman çeşitli siyasal hareketler var ve bu konu, oldukça günceldir. Biz de burada, aslında özelde ABD emperyalizminin, genelde de Batı emperyalizminin halklara neler sunduğunu, bazı örnekleri ile hatırlatmaya çalışacağız. Aslında, bu konuda daha kapsamlı bir çalışmayı Temel Demirer hocanın kaleminden beklemek gerekir. Gereklidir, çünkü bölgemizdeki gelişmeler, hafıza tazelemeyi gerekli kılmaktadır. Bu konuda, bizim burada vereceğimiz bazı özet bilgilerin, elbette yeterli olma ihtimali yok. Hafife almamak gerekir, birçok durumda, bilginin detaylanmış olması, okuyucunun düşünmesi konusunda epeyce faydalı oluyor.

Burada ise, biz, belki birçok ülkedeki emperyalist politikaların ne olduğuna sadece değinmiş olacağız. Sağlıklı biz özet yapmak da derdimiz değil. Bunu daha iyi yapacak yoldaşlar var. Ama politik açıdan konunun önemi nedeni ile, belki genel bir hatırlatma faydalı olacaktır.

Önce, medeniyet taşımak, diktatörlere karşı durmak, barbarları medenîleştirmek, açık toplum savunuları, “özgür dünya” (bazan “hür dünya”), demokrasiyi geliştirmek (bazan ileri demokrasi), Stalin ve Nasır ile Hitler’i bir tutmak vb. gibi ideolojik saldırıları hatırlamak yerinde olur. Buradan başlayalım.

Nietzsche, içindedir. “ ‘Sömürü’ yozlaşmış, gelişmemiş ya da ilkel bir topluma özgü değildir: temel bir organik işlev olarak canlı şeylerin özünde yatar, aslında yaşam-istenci olan gerçek güç-istencinin bir sonucudur.” (Nietzsche, “İyinin ve Kötünün Ötesinde”den aktaran G. Lukács, Aklın Yıkımı, Birinci Kitap, Payel Yayınları, s. 373). Ama daha başkaları da var. Bu alıntıyı, “Sosyalist Devrim Zorunludur ve Olanaklıdır” isimli çalışmamızda da kullanmıştık (Bkz. Deniz Adalı, Sosyalist Devrim Zorunludur ve Olanaklıdır, Kaldıraç Yayınevi, s. 48). Orada bu sömürü konusundaki Nietzschevari akıl yürütmeyi eleştirmiştim. Ama galiba bir şeyi eksik bırakmışım. Demek ki Nietzsche, “sömürü” diye bir şeyi biliyor. Emin olun ki Gorbaçov, 1990’da, “emperyalizm sömürgesiz olabilir” derken, Nietzsche’den feyz almamıştır. O daha çok, Batı’ya sığınarak yaşamanın yolunu arıyordu ve sanıyordu ki, emperyalist Batı, onun ülkesini “eşit partner” diye kabul edecektir. Ne diyelim, hayallerin kaynağının ne olduğu, her zaman hayallerin kendisinden anlaşılamaz.

Demek Nietzsche, sömürü denilen şeyi biliyormuş. Peki ne olduğunu bize hiç anlatmış mı? Hayır. Bu zahmete katlanmamış. Bizim sol’un Nietzsche severleri çoktur, onlar sömürüyü nerede anlattıklarını bulurlarsa yazsınlar biz de öğrenelim. Ama biliyoruz ki Nietzsche, çok “esnek” bir kaleme sahiptir; ne yapar yapar, efendilerine hizmette kusur etmez. Bu nedenle olsa gerek, sömürünün gelişmiş, emperyalist toplumlarda olmadığını, dolaylı yoldan öğreniyoruz. Yoksa koskoca filozof, “yozlaşmış, gelişmemiş ya da ilkel toplum” dedikten sonra, emperyalist ülkeleri de eklerdi. Ama her ne ise sömürü, emperyalist ülkelerin, yaşam istencinin bir sonucu olarak, diğer ülkeleri sömürmek zorunda kaldığını, bunun tüm doğada olan bir şey olduğunu bize bildirmektedir. Hizmetlerine efendileri kaç dolar vermiştir? Hissiz bir “filozof”, dolarların hışırtısı karşısında neler hissetmiştir bilmiyoruz.

Ama daha sonraki yıllarda, emperyalist güçler, bu işi, filozof kiralama işini, aydın kiralama işini, gazeteci ekleme işini daha ileri taşıdılar. Ve elbette sınıf savaşımının gereklerine uygun olarak, yeni yapılanmalara girdiler.

Truman, hani adına doktrin bulunan ABD Başkanı (Truman Doktrini ve Marshall Planı hep birlikte ele alınır. Truman, 1945’te Roosevelt’ten başkanlığı devralmıştır), “özgür dünya” terimini bir kampanyaya çevirmişti. “Özgür dünya”, İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmi yenmiş olan SSCB ve müttefiklerini “demir perde” olarak adlandırmanın bir başka yüzüdür. 1945 sonrası ABD devleti “komünist avı”na başlamıştı. O kadar korkuyorlardı ki, ortalama bir Amerikan vatandaşını Stalin hayranı olarak görüyorlardı ve bu nedenle, komünist avı, bir çeşit cadı avı gibi, her alanı sarsmıştı. Komünist olmayanlar, kendilerini komünist olmadıklarını ispatlayarak aklamaya çalışıyordu. Oysa, özgür dünyada yaşıyorlardı ve özgür dünyada hayranlık uyandırıcı bir hukuk olmalıydı. Truman, hukuku iç savaş hukukuna çevirmişti. Hukukçular buna “düşman hukuku” dediler. Oysa o sırada savaş bitmişti.

Emperyalist Batı, yeni hegemon güç ABD önderliğinde, anti-komünist bir savaş yürütüyordu. Bunun için, önce ABD’nin içi temizlenecekti. Komünist dünyaya duyulan hayranlık yok edilecekti. Bunun için sadece basın, sadece hukuk, sadece iç savaş metotları, sadece dünyada darbeler vb. devreye sokulmayacaktı. Aynı zamanda, uzman ve filozofların yaratılması gerekiyordu. Nietzsche artık yetmezdi. Pişir pişir bu eskileri sun, bir yere kadar işe yarardı. Kaldı ki, onları pişirecek aşçı ve filozof karışımı, dolar sesine duyarlı, savaşçı ideologlar gerekliydi. Mesela bunlar, faşizm ile komünizmin aynı olduğunu iddia etmeliydiler. Hannah Arendt, devreye sokulan isimlerden biridir. Marifetli Arendt, kitap yazdı ve adını “Totaliterliğin Kökenleri” koydu. Kitap 1951 yılına yetişti. Gördünüz mü, modern tekelci medya sektörünün, tüketim toplumunun gereklerine uygun olarak slogan geliştirme konusunda ne denli başarılılar! Demek, faşizm ve komünizm, “totaliter” olarak isimlendirilecek. Her ikisi de aynıdır. Demek Hitler ile Stalin aynı olacaktır. Şimdi sıraya medya girecek, gazeteciler, bu temel üzerinden, Stalin’in kimi nasıl öldürttüğü anlatılacak, örnekler ortaya konulacaktır. Tıpkı, CNN’in, Suriye’de bir hapishanede yaptığı gibi. Gazeteci kadın (ne gazetecidir ne de insan cinslerinden birine ait olma ihtimali vardır), senaryo gereği, battaniyenin altına yüzü görünmeden yatan bir adama yaklaşıyor. Ne hikmetse, battaniyenin altında olanın bir taş olmadığını biliyor, ona sesleniyor. Kişi kalkıyor, 100 dolarlık bir roldür bu, ve işkencelerden söz ediyor. Eğer yere yatmaktan doğan toz ve kir bir yana bırakılırsa, CNN ekibinin hiç de iyi makyaj yapmadığı anlaşılıyor. İşte size Esad hapishaneleri. Ya ABD hapishaneleri? Ya Türkiye hapishaneleri? Ve çok acemice hazırlanmış olan bu görüntü, “katil ve diktatör Esad” görüntüsünün besleyeni olarak devreye sokuluyor. Birkaç saat sonra bu yalan, bu senaryo ortaya çıkıyor. Ama bir kere bu algı yayılmış oluyor. İşte sistem böyle işliyor. Sonra, her şey bu teoriyi ispatlamak üzere kanıt olarak devreye sokuluyor. Bir kişi gidiyor ve eski Sovyet topraklarında bir insanı buluyor. Mutlaka yakınan insan vardır. O da yakınıyor ve tüm bunlar, kötülüğün kanıtları olarak sunuluyor.

Demek, marifetli Arendt, faşizm ile komünizmin aynı olduğunu, her ikisinin de totaliterliğin çeşitleri olduğunu söylüyor. Ve elbette demokrasi “özgür dünya” gereklidir. Ve elbette “özgür dünya”nın parçasının hangi ülkeler olduğuna, elbette ABD, efendiler karar verecektir. Mesela 1950’de, Truman, Suudi Kralı Abdülaziz İbni Suud’u “aydın lider” olarak ilan edecektir. Suudi rejimi bir totaliter rejim olmaktan çıkmış olacaktı ve elbette “aydın lider” Abdülaziz, Dhahran hava üssünün anlaşmasını onaylayacaktı. Geriye, Suudi petrollerinin yarı yarıya ABD ve Suudi Arabistan arasında paylaşılması kalacaktı. Öyle oldu. Yoksa, “aydın lider”, ülkesini bir “barış kalesi” olarak tutamayacaktı. Son derece adilcedir ve Nietzsche’nin dediğine uygundur; ABD, yaşam istenci gereği, Suudi petrollerinin kârının yarısını almış olacaktı. Ne yaparsın, “doğa böyle” diyor büyük ve büyük filozof Nietzsche.

Marifeti yüksek Arendt yetmez. Bir örnek daha gerekli. Daha fazlası elbette var ama bu çalışmanın sınırlarını aşar. Doğrusu, “Sosyalist Devrim Zorunludur ve Olanaklıdır” çalışması sırasında yapılan çalışma, bu iki ismi hatırlamama olanak sağlıyor. İkincisi Karl Popper’dir. Karl Popper, bizim ülkemizde daha fazla bilinir. Ama “Totaliterliğin Kökenleri”, üniversitelerimizde okutulan derslerin içine yedirilir. Popper, daha çok uluslararası şirketlerin, dünyanın gerçek efendilerinin hizmetindedir. Liberalizmi savunmak için bir düzenleme yapmaktadır. Kitabı 1945’te yayınlanmıştır ve adı “Açık Toplum ve Düşmanları”dır. Yani, marifeti yüksek Arendt, Popper’in çalışmasını sivriltmekle, silah hâline çevirmekle yükümlüdür. Popper, tam bir “filozof” kılıklıdır. Nietzsche’ye daha fazla benzer. Onun derdi, işsizliğin, yoksulluğun, sömürünün ve savaşın, aslında bazı güçlerin isteklerinin sonucu olmadığını, bu görüşlerin ise bir komplo teorisi olduğunu iddia eder. Ona göre, egemen sınıf olarak burjuvaların, tekellerin, kapitalist sistemin sonucu olarak, yoksulluk, açlık, sömürü ve savaş zorunludur diyen Marksizm, elbette el çabukluğu ile kenara itilmelidir. Komünistler, “demokratik topluma” karşı savaşan komploculardır. Faşizm de bu komplocuların içindedir. Görüldüğü gibi, hiç şüphe etmeyiniz, faşizm ile komünizm, “açık toplum”a karşıdır. Faşizm, tekeller dünyasına aittir ve zaten onu biliyorlar. Ama tek başına komünizmi kötülemek, 1945’ler dünyasında işe yaramazdı. Önce komünizmin faşizm ile aynı, “açık toplumun düşmanları” kapsamında birbirinin aynısı olduğunu vurgulamak gerekiyordu.

1945’lerin dünyasında, ortalama bir ABD vatandaşı, Stalin hayranı idi. Faşizmi yenmiş Kızıl Ordu, her ülkede gözde idi.

Oysa, SSCB, çok büyük kayıplar vermişti. Kayıpların toplamı 20 milyonu geçiyordu. Ve Hitler’in tüm Batı tarafından desteklenen orduları, Moskova önlerindeydi. Stalin, bu dönem, Roosevelt ve Churchill ile görüşüyor ve Hitler’e karşı bir ikinci cephenin açılmasını istiyordu. Savaşın rengi değişiyordu. SSCB, Hitler’i batağa saplamıştı ve Kızıl Ordu’nun ilerlemeye başlayacağı anların öncesindeydi. Ama SSCB, bu kez, savaşta yara almamış olan ABD’nin saldırmasından korkuyordu. Buna korku denir mi, elbette denir. SSCB, o dönem tüm Batı’da gelişen direnişi yeterli görmüyordu. Fransa’da, İtalya’da direniş son derece gelişkindi. Ama yine de yeterli görünmüyordu. En azından onlar için durum buydu. ABD’nin Almanya’ya birçok silah ve mühimmat tedarik ettiğini biliyorlardı. Ama savaşa ABD’nin, SSCB’ye karşı girmesi endişesi oldukça fazlaydı. Öte yandan Churchill ve Roosevelt, Kızıl Ordu’nun gelmekte olan zaferini hissediyorlardı ve kendi ülkeleri ve tüm Avrupa’da komünizmin zaferinden korkuyorlardı. SSCB, bu endişeleri azaltmak için, 1943 yılında Enternasyonal’i lağvetti. Bize göre hatadır. Siyasal ufuk eksikliğidir. Oysa sosyalizm ve devrim düşüncesi, hızla gelişmekteydi. Savaş sonrası Kominform kuruldu. Ama kominform, hiçbir biçimde Enternasyonal’in yerini tutacak durumda değildi. Zaten Enternasyonal de, büyük ölçüde SSCB’nin ağırlığı ile şekillenmişti. Dünya komünistlerinin birliği olarak enternasyonal bir parti, aslında devrimi gerçekleştirmiş ülkelerin avantajlarını elbette kullanmalıdır. Ama bu durum, enternasyonalin, dünya devrimini yönetmek üzere, nesnel, bilimsel ve doğru politikalar üretmesinin önüne geçmemelidir.

Biz öyle diyoruz, sınıflı toplumların tarihi sınıf savaşlarının tarihidir. Bu nedenle, dünya hakkında konuşurken, bu dünya tarihini, sınıf savaşları içinde ele almak esastır. Kişileri de öyle.

SSCB’nin zaferi, faşizmin yenilgisi, dünyanın her yerinde, sömürge ülkeleri de derinden etkilemeye başladı. Bu durum, aslında emperyalist egemenliğe karşı büyük bir tehdit idi. Bu süreci durdurmak, emperyalist Batı için başlı başına bir konu olmuştu.

Demek ki, ABD hegemonyası otururken, aynı zamanda dünya kapitalist sistemi, Batı emperyalizmi, II. Dünya Savaşı’nda faşizmin yenilmesinin yarattığı hava içinde, oldukça zorlu bir döneme giriyordu. Birçok ülkede emperyalizme karşı savaş gelişiyordu. Latin Amerika’da, Afrika’da, Asya’da bu eğilimler ortaya çıkıyordu. Bu öylesine gelişen bir eğilimdi ki, bir yandan “Bağlantısızlar Hareketi”, BM içinde önemli bir güç hâline geliyordu, içinde Mısır, Hindistan, Yugoslavya yer alıyordu, diğer yandan ise BM 1960’ta sömürgeciliğin tasfiyesi konusunda bir karar bile alabiliyordu. Elbette emperyalist dünya buna uymayacaktı ama bu kararın alınması da onları rahatsız edecekti.

Batı emperyalist örgütlenmesi, bu süreci durdurmak için, kapsamlı bir plan geliştirdi. Bu aslında, komünizme karşı savaş idi ve toparlandıkça, SSCB’nin yok edilmesi hedefi yeniden güç kazanacaktı.

Önce, ABD kendi içini temizlemeye karar verdi. Kendi içinde, Makkarticilik (McCarthy isminden geliyor) devreye sokuldu. Özeti, komünist avıdır. Eğer siz Sovyetler’in faşizmi yendiğini söylerseniz ya da siz Stalin’e övgü düzerseniz, demek ki siz komünizmin ajanısınız. Bu o denli yaygın uygulandı ki, bir çeşit cadı avına döndü.

ABD, aynı zamanda müttefiklerine, cadı avını, komünist avını önerdi. Bizde, bu elbette 1950’lerde devreye girebildi.

Bunun öncesinde, mesela Fransa, İtalya ve Almanya gibi işçi sınıfının büyük bir güç olduğu ülkelere dönük önlemler almaya başladılar. Fransa’da komünist önderleri, sendikacıları mafya örgütlerine katlettirdiler. Almanya’da Nazi artığı subaylara Gehlen teşkilâtı üzerinden Alman istihbaratını örgütlettiler. İtalya’da, Gladio’yu örgütlediler. Böylece biz, savaşın devamı olarak, SSCB’nin zaferinin etkisini kontrol etmek için, “özel devlet örgütlenmesi”ne yöneldiklerini görüyoruz. Bu aynı şey Japonya ve ABD’de de yapılıyordu. Bu, faşist devlet makinasının, iç savaş örgütü olarak devletin yeniden örgütlenmesi yolu ile modern burjuva devlet tarafından içselleştirilmesi sürecidir. Bizim tekelci polis devleti dediğimiz şey de tam budur. Almanya’da yenilen faşizmin yerine “demokrasi” diye bir şey gelmemişti ve RAF’a karşı mücadele sürecinde bunu tüm detayları ile gördük ki, devlet bir özel iç savaş aygıtı hâline gelmiştir. Faşizmin olağanüstü devlet örgütlenmesi, modern Batı dünyası tarafından olağan devlet örgütlenmesi düzeyine yükseltilmiştir. Yine tekellerin egemenliği vardır ve asla o lanet okunan “totaliter” devletlerden bir dirhem olumluluk taşıyan bir yönü olmayan bir “demokrasi” örgütleniyordu. Buna tekelci polis devleti diyoruz. Okuyucu, bu konudaki görüşlerimizin detayını çeşitli yayınlarımızdan öğrenebilir. Biz konumuza devam etmek istiyoruz.

Bir yandan ABD hegemonyası şekilleniyordu. Dünya Bankası, IMF, Bretton Woods işin ekonomik sistemini oluşturuyordu. Öte yandan, ABD, bazı ülkeleri, kendi sömürgesi hâline dönüştürmek istiyordu. Güney Kore ve Türkiye bunlardandır.

Türkiye’den ilk olarak 1946’da ABD’ye eğitim için subaylar gönderiliyor. Daha sonra kontrgerillayı oluşturan bu kadrolardır ve Türkeş de içlerindedir. Dikkat edilsin Türkiye henüz NATO üyesi değildir. NATO, 1949’da kuruluyor. Emperyalist kamp, bir savaş makinası örgütlemeye karar vermişti. Bunun anlamı açıktır: Hitler’i arkasından destekleyerek komünizmi yenmek mümkün değildir, topyekûn Batı emperyalizmi, SSCB’yi yok etmek için kapsamlı bir savaş ortaya koyacaktı. Adına “soğuk savaş” dediler. Soğuk Savaş dönemi, komünizme karşı savaş dönemidir. Bunun iç içe geçen üç parçası vardır; ilki emperyalist ülkelerin içlerini komünizme karşı “bağışıklık kazanmış” hâle getirmek. Böylece “steril” bir diktatörlük ortaya çıktı, biz buna tekelci polis devleti diyoruz, siz bunun bir diktatörlük olduğunu kabul etmek koşulu ile buna tekelci demokrasi diyebilirsiniz. İkincisi, sömürge ülkeleri hizaya çekmek, bu ülkelerde sosyalist etkiyi, emperyalizme karşı isyan eğilimlerini yok etmek. Ve üçüncüsü de SSCB’yi kuşatarak, komünizmi yok etmek. İşte bu plan içinde sömürgeci güçlerin, emperyalist güçlerin, dünya halklarına olan “sevgi”sinin örneklerini, halkların payına ne düştüğünü, “medeniyet”i nasıl taşıdıklarını, “demokrasi”yi nasıl yaydıklarını, halklara “yardım” etme konusunda ne denli maharetli olduklarını izlemek istiyoruz. Dediğim gibi, bunu ancak, çok kısa özet ile yapmaya çalışacağım. Oysa bu, kapsamlı bir çalışma konusudur ve maalesef ki günceldir.

Yıl 1847’dir. ABD emperyalizmi, yeni yükselmiş bir güçtür ve yanı başında Meksika “gözlerinin önünde parlıyordu.” Başkan James K. Polk, Meksika’ya askerlerini göndermeden önce, bu görüş propaganda ediliyordu. ABD basını, özgür dünya olmadan önce, yerlileri kesmekle meşgul olmuştu ve bu konuda çok deneyimli idi. “Eski Roma imparatorluğu gibi, Amerikalıların yağmalamakta çok iştahlı oldukları” açıktan yazılıyor, konuşuluyordu. Daha ilerisi var: Meksikalıların, “bakireler gibi yakında tecavüzcülerini sevmeyi öğreneceklerini” söylüyorlardı. Meksika’ya, 1847’de ABD askerleri gönderildi. Bugün ABD toprakları olan şu bölgeler, ABD topraklarına, tecavüzcülerini sevmeyi öğrenmek üzere dâhil edildiler: Utah, Texas, Arizona, Colorado, Kaliforniya, Nevada, New Mexico.

İki yönden itiraz edebilirsiniz; bir, ama yıl 1847 değil ve iki, ABD değişmiş olamaz mı? Bu itirazı ciddiye almak mümkün olmasa da, zaten çalışmanın ilerleyen bölümlerindeki amaç, bunun devam ettiğini göstermektir.

Dünyanın en zenginlerinin %1’inin serveti, 7 milyar insanın servetinin iki katıdır. 500 büyük uluslararası şirket, dünya GSMH’sinin %40’ının sahibidir. Yanı başımızdaki Suriye’nin GSMH’si, Koç Holding’in bir tek şirketinden küçüktür ve Koç Holding bir yana, Türkiye’nin GSMH’si Apple’dan küçüktür. Demek ki, Erdoğan’ın kişisel serveti (yanında kalır mı bilinmez) Suriye’nin 300 katı civarındadır.

6 Ağustos 1945’te ABD, Japonya teslim olmuş iken, aslında SSCB’ye tehdit olarak, Hiroşima’ya atom bombasını attı. Bomba yere düşmeden patlatıldı. Hiroşima o dönemler 350 bin nüfuslu bir kentti. 80 bin insan anında öldü ve ardından, 100 binlerce insan öldü. Üzerinden 3 gün geçti ve bu kez Nagazaki kentine aynı bomba atıldı. Hiroşima’ya atılan bomba 64 kg idi.

Soru şudur; Hiroşima ve Nagazaki kentlerindeki insanlar, çocuklar, kadınlar, hangi savaşın mağdurudurlar? Savaşta sivillere karşı katliam politikalarını yeren birçok uluslararası anlaşma vardır. Tarihte böylesi bir katliamı yapan güç ABD’dir ve şimdi ABD’nin dünyanın herhangi bir yerindeki halka, özgürlük ve medeniyet getireceğini mi söyleyeceğiz? Bunu ummak mümkün müdür? Bu, tarihte kalmış bir olay olarak bir değere sahip değil midir? Unutulmaya değer midir? Hiroşima’ya ve Nagazaki’ye atom bombasını atan anlayış ile, dünyanın gözleri önünde Filistin halkını katleden anlayış arasında fark var mıdır?

Emperyalizmin sömürgecilik politikasının ne demek olduğunun birçok örneği vardır. Biz, NATO’ya katılmak için, binlerce asker gönderen bir ülkede yaşıyoruz ve 1952’de Kore’ye asker gönderirken, TC devleti asker başına 1 dolardan az para kabul etmiştir.

Modern Batı, medeniyet götürmek için Vietnam’a saldırdı. 1946’da sömürgeciliğe son vermek üzere gelişen Ho Şi Minh önderliğindeki Vietnam devrimini yok etmek için, Fransızlar devreye girdiler. 1946-54 yılları arasında Fransa, Vietnam devrimini yok etmek için akıl almaz saldırganlıkla, işkence politikaları ile saldırdı. 1956’dan 1975’e kadar savaşı ABD devraldı. Ho Şi Minh önderliğinde Vietnam devrimi, çok büyük kayıplarla zafere ulaştı. Amerikan askerleri, savaş sırasında, “görevimiz komünist öldürmektir” diye bağırıyorlardı. Vietnam halkı her şeye rağmen, emperyalizmi, kolektif Batı’yı yenmeyi başardı.

Bu savaşın detaylarını, yukarıdaki 1847 Meksika işgali ve Hiroşima’ya atom bombası atılmasının detaylarını, galiba detaylı olarak hafızaya çıkartmak gerekiyor. Dediğim gibi, bu, bu makalenin işi değil. Bunu daha iyi yapacak yoldaşlara bırakalım ve devam edelim.

Yıl 1919’dur. Sanırım, bugünkü BM’nin ilk hâli olan Milletler Cemiyeti, 1919 yılında kurulmuştur. Hindistan hareketlidir. İngiliz sömürgeciliğine karşı isyan bayrağı yüksektedir. Hindistan’ın Amritsar’ında, bir geniş toplantı gerçekleştirilmekteydi. İngiliz birlikleri, bir katliam sahneye koydular. Bu kez İngiliz komutanlar, İngiliz kurşunlarının boşuna harcanması endişesine sahip değildi. Bine yakın insan öldürüldü. İngilizler, Hindistan’ın birçok bölgesinde, silahsız Hindistanlıları öldürecekleri zaman, bir örnek anlatılır. Buna göre, bir Hintlinin eşini köle olarak almak isteyen komutan, kocasının öldürülmesini emreder. İngiliz asker, tüfeğini doğrultur ama daha tetiği çekmeden subay arabasından iner ve bir İngiliz kurşununun maliyetini hesaplar ve bu maliyetin bir Hintli öldürmek için çok olduğunu söyler. Sonra o adam, sopalarla öldürülür. İşte size sömürgecilik konusunda bir tutum.

1911’de İtalyanlar, Libya’ya bombalar yağdırdılar. Artık bomba keşfedilmişti. Ölenler, yaşlılar, gençler, çocuklar ve kadınlardı. Medeniyet, Libya’ya böyle ulaşıyordu. Aynı şeyi İngilizler 1924’te Irak’ta yaptılar.

Daha yakına gelelim. Kenya, 1952-60 yılları arasında bir İngiliz soykırımına sahne oldu. Bu soykırımın bir kitabı, İngiliz güçlerinin şeflerinden birisi tarafından yazıldı. Yazar Ian Henderson’dur ve kitabının adı, “Man Hunt in Kenya”dır. Man Hunt, insan avı demek oluyor.

ABD, NATO’nun kuruluşunun ardından, bölgesel organizasyonlara yöneldi. OAS (Amerikan Devletleri Örgütü) Latin Amerika’da komünizm tehdidine karşı Washington’da kuruldu. Kolombiya’da 1948 yılının 9 Nisan’ında, Kolombiya’nın anti-emperyalist lideri Jorge Gaitán, bir suikastla öldürüldü. Böylece örgütün kuruluşunun yolu açılmış oldu.

Güneydoğu Asya Antlaşması Teşkilâtı (SEATO) 1954’te kuruldu. Elbette hedefi Güneydoğu Asya idi. 1962’de Laos’a karşı ABD askerleri Tayland’a bu nedenle iniyordu.

Ve 1955’te Ortadoğu’da CENTO (Merkezî Antlaşma Teşkilâtı) kuruldu.

Öncesinde, 1953’te, İran’da Musaddık’a karşı darbe yapıldı. Demokrasi işte böyle bir şey. Roosevelt, Tahran’da, halk tarafından desteklenen Musaddık’ı devirmek için, kiralanmış kalabalıklar organize etmek üzere bir milyon dolar para devreye soktu. Şah liderliğinde Batı yanlısı bir iktidar organize edildi.

1954 yılında ise Guatemala’da darbe devreye girdi. 1950’de kendisi komünist olmasa da, seçimi kazanmış olan Arbenz oldu. Komünist lider Fortuny’ye yakın olduğu için düşman olarak ilan edilmesi uzun sürmedi. Çünkü Arbenz hükümeti, 1953’te, United Fruit adlı bir Amerikan şirketine ait olan 80 bin hektar araziyi kamulaştırdı. İş orada kızıştı. United Fruit Company’nin ABD hükümeti ile yakınlığı vardı. ABD Dışişleri Bakanı Dulles (kardeşi Allen Dulles CIA direktörüydü) Cabot Dulles’in bakan yardımcısı ve Latin Amerika’dan sorumlu kişi ve Dulles’in uluslararası güvenlik işlerinden sorumlu direktörü Cabot, United Fruit’in hissedarlarıydı. “CIA’in acımasızca iş görmesi gerektiği, böylesi oyunlarda kural olmadığı” söyleniyordu. Guatemala’ya karşı ekonomik savaş devreye sokuldu. 1954’te darbe gerçekleştirildi. Bu darbe planı, aslında, daha sonraki darbeler için bir el kitabı hâline getirildi. Bir liste ile katledilmesi gereken komünistler listelendi.

1961’de Kongo’da, 1963’te Irak’ta, 1964’te Brezilya’da, 1965’te Endonezya’da, 1971’de Bolivya’da, 1973’te Şili’de Batı, medeniyet ve demokrasi taşımanın örneklerini sundu. Honduras, Uruguay, Arjantin, Paraguay, Gana, Mısır, Türkiye ve daha başkaları da bu demokrasi taşıma sürecinden payını alacaktır. Bangladeş 1975, Çad 1975 ve 1978, Pakistan 1977, Irak 1978, Güney Kore 1979 sayılması gereken diğerleridir.

Görüldüğü gibi, dünyanın her yerinde, Batı emperyalizmi, medeniyet ve demokrasi taşımakla meşgul olmuştur. Bu medeniyet taşıma ve demokrasi götürme sürecinin gerçekte sömürgeleştirme süreci olduğu, emperyalizme karşı isyan ve sosyalist devrimleri bastırma politikası olduğu bilinmelidir.

Sadece Endonezya’da ölen kişi sayısı bir milyonun üzerindedir. Avustralya, bu konuda epeyce rol aldı. Arjantin’de ölü sayısı 100 binin üzerindedir. Hapsedilenleri, işkenceleri, diğer birçok ayrıntıyı buraya almak mümkün değil.

Bu dönem içinde Castro’ya karşı yapılan suikast girişimlerinin hikâyesi, muhtemelen bir düzineden fazladır.

Ve aynı dönemde, komünizme karşı İslam organize edilmeye başlandı. Adına Yeşil Kuşak denilen projede, Şah dönemi İran’ı, TC devleti özel roller aldılar.

1978’de Afganistan, 1979’da Nikaragua ve Granada devrimleri ortaya çıktı. 1979’da İran’da Şah’ın devrilmesi ise apayrı bir konudur.

Dönemin ABD Başkanı Carter’dır ve Brzezinski görevdedir. Brzezinski, 1977 Pakistan darbesinden sonra, mücahitlere yardım ve Afganistan’a müdahale konusunda acil hareket edilmesi için öneriler geliştiriyordu. Pakistan’ın yeni iktidarına, Ziya ül Hak’a, geniş bir askerî yardım, bölgede yeni üsler edinmek, İran ve Afganistan’da örtülü eylemler organize etmek, Güney Yemen ve Eritre’deki halk hareketini önlemek üzere harekete geçmek, dönemin ABD politikası olmuştur. Güney Yemen 1969’dan beri bir Halk Cumhuriyeti hâline gelmişti ve kapsamlı toprak reformu devreye sokulmuştu.

SSCB çözüldü. Yıl 1989’dur.

1989’da ABD, Panama’yı işgal etti. Kendi adamı olan Noriega birdenbire şeytanlaştırıldı. Saddam’ın durumuna benziyor. Saddam 1990’da ABD onayı ve emri ile, Irak’ı büyütmek üzere Kuveyt’i işgal etti. Aradan bir süre geçince, onun da iktidardan indirilmesi gerekli idi. Bir sürü yalan hazırlandı ve bu yalanlar sonradan tek tek ortaya çıktı. Ardından Yugoslavya’nın parçalanması, bölüşülmesi devreye sokuldu. Irak ve Afganistan işgallerini Libya’nın dağıtılması izledi. Ve ardından Suriye savaşı başladı.

Burkina Faso (eski adı Yukarı Volta) 1983’te, ciddi bir borç krizi içinde IMF kıskasında kıvranırken, Sankara iktidara geldi. Sankara 1987’de Afrika Birliği’nin toplantısında, borçları ödemeyeceklerini ilan etti. “Borcu ödemeyiz, çünkü borcun sorumlusu biz değiliz,” diye haykırdı. “Borcun kökenleri, sömürgeciliğin kökenlerine dayanır,” diyordu. Amerikalılar ve Fransızlar işbirliği içinde Sankara’yı 1987’de öldürdüler. Ama onun ruhu orada yaşıyor. Burkina Faso, dik insanların diyarı anlamına geliyor.

Şu sözler Sankara’ya ait. 1985’te söylenmiştir:

“Bir miktar çılgınlık olmaksızın köklü değişim gerçekleştiremezsiniz. Bugünkü durumda köklü değişim itaatsizlikten, eski formüllere sırt çevirme ve geleceği icat etme cesaretinden geliyor. Bugün bizim aşırı bir berraklıkla hareket edebilmemiz, dünün çılgınları sayesinde oldu. Ben de o çılgınlardan biri olmak istiyorum. Geleceği icat etmeye cüret etmeliyiz.” (Vijay Prashad, Washington Kurşunları, Yordam Kitap, s. 108).

Tüm bu örnekler, elbette daha detaylıca ele alınabilir, alınmalıdır. Ve bu örnekler bize gösteriyor ki, Batı medeniyeti ya da Batı değerler sistemi vb. her zaman halklara sömürgeciliği dayatmıştır ve bu elbette katliam, yağma, yok etme demektir.

Dünyanın birçok yerinde halklar, çeşitli durumlarda, tüm bu örnekleri bilseler de, yeniden Batı emperyalist güçlerine inanmayı seçmişler ya da seçmeye zorlanmışlardır. Ama her seferinde sonuç, hep bildiğimiz gibi olmuştur.

Emperyalizm, tanımı gereği, sömürgesiz olmaz. Eğer sömürgeler olmamış olsa, ABD, İngiltere, Almanya, Fransa vb. refah içinde mi olur? Elbette olmaz. Onların cenneti, dünyanın çoğunluğunun cehennemine bağlıdır. Emperyalizm budur. Bu tabloda başka emperyalist güçlerin doğuşu, büyük altüst oluşlar olmadan gerçekleşemez. Egemenler, kendi pastalarını kimse ile paylaşmazlar. Ortadoğu pastasından pay almak için, önceden emperyalist olmuş olmanız gerekir. Ve hiçbir zaman halklar, bir emperyalist güç sayesinde özgürleşmezler. Tersine emperyalist güçler, önlerine kim gelirse, onu, kendi çıkarları için kullanırlar. Bu açıdan, dini, sömürgesi olan devletleri, mezhepler, ulusal kimlikleri vb. kullanmakta bir an bile tereddüt etmezler. Bölgemizde yaratılan İslamî çeteler, aslında emperyalist Batı’nın ürünüdür ve doğrusu, onlara hizmet eden bu güçlerin İslam’la da bir ilgileri yoktur. Onlar kendilerini İslamcı olarak tanıtıyorlar ama mesela İsrail’den çok İran’a karşı savaşmakta isteklidirler; egemenlerden çok halkı, sıradan halkı öldürmekte, kadınları katletmekte, çocukları köleleştirmekte marifetlidirler. Gerçekte, efendileri, onlara verdiği işler için, onlara ganimet olarak kadınları, çocukları, uyuşturucuyu, parayı vermektedir. Ve sonra, tüm bu güçleri, bir anda atacaklardır, kullanım süresi bitmiş mal gibi, onları bir kenara atacaklardır. Ama onlar aracılığı ile, yakıp yıkmakta bir yol almaktadırlar. Böylece korkuya teslim olmuş kitlelere, bir kurtarıcı olarak ABD’nin ortaya çıkması, büyük bir bayram gibi sunulmaktadır.

Şimdi, Ortadoğu’da Suriye savaşının yeni bir evresindeyiz. Ortadoğu’da savaş yayılmış ve daha da yayılacak eğilimdeyken, çok farklı eğilimlerde, irili ufaklı birçok güç, bir yandan, kendilerine bir gelecek ararken, diğer yandan emperyalist Batı merkezlerinden, en çok da ABD’den medet umar hâldedirler. Elbette her coğrafyanın kendine has durumları vardır. Bunu hesaba katmamak mümkün değildir. Ama tüm bölge için, emperyalizmin her türlü varlığından kurtulmanın tek yolu, ulus, din, mezhep vb. temelinde mücadeleyi aşarak, bunları yokmuş gibi davranarak değil ama bunları aşarak, sosyalist devrim yolunda mücadele etmektir. Belki de tarih, ister yakın ister uzak tarih, bize bu konuda yol gösterebilir. Elbette günlük mücadele gereklidir. Ama uzun erimli, emperyalizmin bölgeden sökülüp atılmasını sağlayacak perspektif olmadan, kurtuluş mümkün değildir. Bu da, işçi sınıfının kurtuluşu yoludur. Bölgemiz, topyekûn ve birbirine bağlı sosyalist devrimler için nesnel olarak olgunlaşmaktadır. Bunu görmek, buna göre, daha derinlemesine bir savaşa hazırlanmak, işçi sınıfının devrim ve sosyalizm mücadelesine kilitlenmek gereklidir. Sadece gerekli değil, zorunludur da.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz