Bir insan ömrünü neye vermeli?

Bu bildiriyi okumaya başlayan dostumuz, sonradan aklında şüphe kalmasın diye başından söyleyelim; bu bildiri “beynini yıkamak” için yazılmıştır.

Elbette sen, bizi uyutmalarına karşı önlemlerini alıp, birçok kaynaktan doğrulaya doğrulaya haber takip ediyorsundur. “Yandaş” kanallar evindeki televizyonda hiç açılmıyor, yeri geldiğinde kendi fikirlerini tweetlemekten de hiç çekinmiyorsundur.

Hatta belki de, İzmir depreminden zarar görenlere bir yardım kolisi hazırladın, Somalı madencilerin yürüyüşünden heyecanlandın, metal işçilerinin yaka paça gözaltına alınmasına iyice öfkelenip bastın yaygarayı bir WhatsApp grubunda.

Günlerin, haberlerin ağırlığını dağıtmaya da çalışıyorsundur herkes gibi. “Çok şükür kötü günleri geride bıraktık, şimdi sırada daha kötü günler var.” muhabbetindeki şenlik dağılıp bir acı yel kaldığında, yalnız hissediyorsun, biliyoruz.

Seni bu bir başınalığa itenin “pandemi koşulları” olduğunu düşünüyorsan, yanılıyorsun.

Hayattasın hâlâ…

Her akşam açıklanan(!) turkuaz tabloda bir sayı değilsin şimdilik.

Survivor’ın final bölümünün yayınlandığı Galataport’ta Covid’li olarak çalıştırılmaya devam ettiği için kalbi dayanmayan Hasan’la aynı kaderi paylaşmadın daha, çocuklarını ısıtamadığı için saç kurutma makinasını açık bırakıp intihar eden Emine’yle aynı sayfalardan okumadık seni, çocuğu EBA’ya girebilsin diye çatıya çıkan babasının yanına gidip çatıdan düşen 8 yaşındaki Çınar gibi ya da internette yaşadığı sorun nedeniyle öğrencilerine ders anlatabilmek için çıktığı tepede kalp krizi geçiren 50 yaşındaki Aziz gibi ya da maskelerinin işe yaramadığı kendilerine 9 ay sonra söylenip her gün 3’er 5’er ölen sağlık emekçileri gibi olmadın, ölmedin henüz.

Hayattasın yani hâlâ.

Üstü açık bir hapishanede “çile doldurur” gibi hayatta kalman dışında, etrafına baktıkça göğsün daralsa da, bağışıklık kazanmış “sürü”den olman yetişiyor imdadına.

Hayatta kalmanın dayanılmaz hafifliği…

Orda mısın?

Okuyor musun hâlâ?

Artık tanışabiliriz.

Bizler insan olmaktan çıkmamanın yolunu arayanlar, hayatta kalmakla yetinenler değil insanca yaşamak isteyenleriz.

Mutlaka görmüş, duymuş, bilmişsindir.

Belki özenmişsindir tereddütsüz “dayanışma yaşatır” deyip bizim gibilerin yanında oluşumuza, belki “bir avuç deli” diyerek kafanı çevirdin öte yana, bir slogandan sonra cop yiyişimizi izlediğinde “korkuyla” uzaklaştın yahut.

“İnsanca yaşamak” istiyoruz ve bu öyle ilk akla geldiği gibi yiyecek-içecek meselesi değil.

Hayır, bir fırsatını bulur bulmaz TL yerine euro kazanmaya doğru değil adımlarımız.

Gülümseyişlerimizi 64 megapiksellik bir kameraya karşı vermek zorunda da hissetmiyoruz.

Ve gün bitimine doğru işsizlik korkusu, patron korkusu, polis korkusu, komşu korkusu, gelecek korkusu içinde yatağa uzanıp “bugün de kazasız belasız geçti” diyerek kendini rahatlatanlardan da değiliz.

Bize sunulan kırıntılarını değil, dünyayı istiyoruz.

Sen de istiyorsun, biliyoruz.

“…Kara geceler gibi ağırlaşıyor da milyonların yüreği
Burjuvaların suratını dağıtmaya yetmiyor
Binlerin emeği.
Ama biz milim rüzgârın esmediği
Günleri de biliriz.
Biliriz bir gök patlamasıyla yarılır da
Kâinatın yüzü
Bir fırtına kaplar yeryüzünü…”

Bizler, devrimci sosyalistleriz, çağırıyoruz seni de yanımıza, saflarımıza.

Yaklaşan fırtınada “Gemi”mizde olmaya.

Bak etrafına.

Adı kapitalizm olan bir virüsle sarılı dünya.

Dünyanın her yerinde insanın aşağılanması, sömürüsü, tutsak edilmesi sürüyor.

El kadar bebeği açlıktan öldüren de, yıllar içinde kâr için yağmaladıkları sağlık sisteminde artık boş oda yok diye kaderine terkedilen ihtiyarın fişini çeken de aynı aşağılık sistemdir.

Her yerde, yağma-rant-savaş tamtamları çalmaya devam ediyor.

Tam da bu nedenle, güzel günler uğruna savaş da dünyanın her yerinde devam ediyor.

“…Usta kulaklar
rüzgârı dinledi
dedi
‘Fırtına yakın
ateşi körüklemeye bakın…’”

Gaipten değil duyduğumuz sesler.

Kâh “Vallahi de billahi de korkmuyoruz sizden” diyen Somalı maden işçilerini işitiyoruz, kâh “Öfkemiz sarsın dünyayı” diyen kadınlarla yürüyoruz Taksim’de, Şili’de “depresyon değildi, kapitalizmdi” yazıyoruz duvarlara, Guatemala’da halk düşmanı bütçe planlamasına karşı merkez bankasını ateşe vererek aydınlatıyoruz geceyi, Hindistan’da milyonlar olup çıkıyoruz greve, Fransa gettolarından “Özgürlük, özgürlük, özgürlük” diyerek iniyoruz meydanlara.

Duyuyor musun sesleri?

Geliyor, gelmekte olan.

Güzel günler için yaşıyoruz, güzel günler için savaşıyoruz.

Çalışmanın, günlük geçimini sağlamak, yaşayabilmek, karnını doyurabilmek için bir zorunluluk olmaktan çıktığı, insanın insana boyun eğişinin tüm biçimlerinin sonuçlarıyla birlikte yok olduğu, insanın tüm yeteneklerini özgürce geliştirebileceği, insanın yeniden ve toplumsal doğuşunun gerçekleştiği bir dünya için, sosyalizm için, komünizm için savaşıyoruz.

Ve zafere kadar da bu yola devam edeceğiz.

Çünkü dostum, sadece gelecek için değil, bugün için de aşağılanmaya, pisliğe, sömürü ve baskıya karşı, özgürlük için savaşmak yaşamanın tek yoludur.

Bu aşağılanmaya, bu insanı kirleten sisteme, bu sömürüye karşı savaşmamak, bunlara alışmak ölümün en acısıdır.

Bizler devrimci sosyalistleriz.

Devrimcilik, yaşam karşısındaki alınan tutumla belli olur.

Ölüm karşısında alınan tutum da, bunun doğal bir devamıdır.

Yaşam karşısında tutum sağlam olmadı mı, sağlam yaşanmadı mı, ölüm hem bir sığınak, hem korkulası bir karşılaşma oluyor. Tersine, bazı ölümler, ölümü aşmak anlamına geliyor.

“İnancı uğruna ölümü yenen
öğretti ki yeniden
bazen eylem
yaşam adına verilen son nefestir
ve bu nefes
anlamsız geçirilen
on yıllara bedeldir.”

Bundan tam 23 sene önceydi.

İçimizden ikisini gökyüzüne uğurladık.

Ölümü aşan, gidişiyle kalan, iki devrimci, iki yoldaş, iki insan…

Uludağ Üniversitesi öğrencisiydi Burhanettin Akdoğdu. Kaldıraç dergisinde Bekir Kilerci adıyla yazdı şiirlerini, yazılarını.

Devrimci tiyatrocuydu, şairdi.

Bekir, rüzgârın karşıdan estiği, devrimciliğin ahmaklık olarak pompalandığı, her türlü ideolojik dezenformasyonun yapıldığı ve sosyalizmden dönmenin göklere çıkarıldığı bir dönemde atıldı kavgaya, “Gemi”nin komutanı oldu.

Erdal Eren’e yazdığı şiirinin yayımlanacağı ay, Erdal Eren’in ölümsüzleştiği günde, 13 Aralık 1997’de, Ankara TEM şubesinde işkencede, ser verip sır vermeyerek ölümsüzleşti.

“Kendi idealleri için savaşmayı göze alamayanlar, başkalarının idealleri için ölür” diye yazmıştı Bekir.

“Bugün sorarsanız bana
ne laz,
ne arap,
ne tatar,
ne boşnakım
elbette köklerime ulaştığım için çok
mutlandım
ama ben öncelikle sınıfımın adamıyım.
Bir işçi çocuğu olarak doğdum,
bir işçi olarak yaşadım
ve sınıfımın savaşçısı olarak öleceğim.” dedi, öyle yaşadı, öyle ölümü yendi.

Ege Üniversitesi öğrencisiydi Ali Serkan Eroğlu.

19 yaşındaydı, gözü yıldızlardaydı. Devrimci tiyatrocuydu, şairdi.

Ege Ensemble’nin (Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu’nun) kurucusuydu. Okulunda sayısız edebiyat fanzininin çıkmasına yardım ediyordu. Kaldıraç dergisi okuyor, düşlediği özgür dünya için savaşıyordu. Yoldaşlarına karşı ajanlık teklif edildi, cevabını yaşamıyla verdi.

İnsan olmak, insan kalmak için satmadı yoldaşlarını.

24 Aralık 1997’de, okulunun tuvaletinde asıldı. Bir çığlık oldu gidişi, İnsan Olmanın Çığlığı.

“Siz siz olun, doğru dürüst ölün!” diye yazmıştı Serkan. Doğru dürüst ölmek için, doğru dürüst yaşamak gerekirdi zaten, Serkan da öyle yaşadı.

Sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir dünya için düşen, dövüşen bu iki kahramanımızı anıyoruz.

Onlar dünyanın her yerinde işçilerin, halkların bu aşağılık sisteme karşı isyanında yaşamaya devam ediyor.

Aramızdalar, şimdi ve daima!

Bizler onları anarken, onları anlatırken, onların mücadelelerini sürdürürken, insan kalmak isteyen, insanca özgür bir yaşam isteyen herkesi onlar gibi “yaşamaya” davet ediyoruz.

“Basit doğruları aradım önce.
Başım döndü gerçekleri görünce.
Kavramak ne zordu;
beynim yetmedi,
ellerim işe koyuldu.
Başladım yaşamı değiştirmeye.
Aslında her şey ne kadar basitmiş
bütün mesele
yaşamı 
ilmek ilmek örmekmiş”

Yaşamı ilmek ilmek örmeye, Kaldıraç’a katıl!