“Kimseye sayın demeyin,
bana hiç demeyin.”[1]
O kimilerine inat, “sayın” olarak anılmayı, kendisine böyle hitap edilmesini reddeden “kara koyun”lardandı; önderliği çok farklıydı. David J. Schwartz’ın, “Lidere tapmayın,” dediklerinden değildi; Ben Elton’un, “Liderler asla ama asla havalı görünmeye çalışmamalı; bu, diktatörler içindir,” ya da Karl Marx’ın, “Her toplumsal çağın, büyük adamlara gereksinmesi vardır ve eğer onları bulamazsa, kendisi yaratır, icat eder,” vurgusunaki üzere!
O; yemek borusu kanserinin karaciğerine sıçradığını ve artık tedavi görmeyi istemediğini duyurup, köpeğinin yanına gömülmek istediğini açıkladıktan kısa bir süre sonra, 89 yaşında yaşama veda eden José “Pepe” Mujica idi.
Eski(meyen) bir gerilla ve sade yaşam tarzı ile kendini tüketim çılgınlığına kaptırmış Latin Amerika’da ve dahi dünyada saygın bir siyasi figürdü.
Uruguay’da 1970’lerde emperyalizme karşı mücadele eden kent gerilla hareketi Tupamaroların kurucu liderlerden José Mujica, askerî darbeden sonra yıllarını zindanlarda, işkencelerle geçirdi. İki yıl boyunca bir kuyuda tecritte kaldı, sevk edildiği diğer zindanların da kuyudan aşağıya kalır bir yeri yoktu; ama inandığı yoldan sapmadı.
Politikaya Küba Devrimi’nden ilham alan Tupamaro Marksist gerilla grubunun lideri olarak atılan Mujica, halk arasında “Pepe” lakabıyla tanınır; 1935 doğumlu Pepe, 1972’de bir polisi öldürmek suçlamasıyla tutuklandı. Askerî cunta koşullarında geçen, uzun ve eziyetli bir mahpusluk yaşadı.
1985’te diktatörlüğün sona erdirilmesiyle serbest bırakıldı. Daha sonra siyaset sahnesine döndü ve sol görüşlü bir koalisyon olan “Geniş Cephe/ Frente Amplio” hareketine katıldı. Devlet Başkanı da oldu.
José Mujica, 1960’ta Uruguay Milli Parti temsilcisi olarak Sovyetler Birliği ve Çin’e giden Latin Amerika heyeti içindedir. Kruşçev ve Mao ile tanışır. Küba Devrimi olmuştur ve José Mujica, sosyalist dünyaya sempati duymaktadır.
Ülkesine döndükten sonra daha çok okumaya başlar ve Milli Parti’den ayrılarak genç bir sendikacı olan Raúl Sendic’in kurduğu şehir gerillası örgütü Tupamaro’ya katılır.
Askerî diktatörlükle birlikte Tupamaro gerillalarının 12 yıl süren korkunç hücre yaşamı, Cunta subayının “Sizi öldürme fırsatımız varken öldürmeliydik. Şimdi ise sizi çıldırtacağız,” sözleriyle özetlenebilir.
Çıldırmadı… Diktatörlüğün devrilmesiyle sevinç gösterileri arasında hücresinden çıkarıldı ve bu kez kendisini Devlet Başkanlığına götürecek siyasal serüvenine yeniden başladı. Sonuna doğru ise, Busqueda dergisine demecine, “Dürüst olmak gerekirse ölüyorum. Hayat güzel bir macera ve mucize. Mutluluğa değil, zenginliğe odaklanmış durumdayız. Sadece bir şeyler yapmaya odaklanıyoruz ve siz farkına varmadan hayat geçip gidiyor,” diye özetleyivermişti tüm yaşamını güden dünya görüşünü.
Başkanlık sonrası yıllarını Montevideo’daki çiftlik evinde eşi Lucía Topolansky ile birlikte geçiren José Mujica, çiftlikteki sekoya ağacının altına, köpeği Manuela’nın yanına gömülmek istediğini söyleyerek şöyle diyordu: “Orada büyük bir sekoya var (kendisine hediye edilen bir tohumdan ekilmiş). Manuela (köpeği) buraya gömüldü. Beni de buraya gömebilmeleri için tüm evrak işlerini ben yapıyorum. Ve hepsi bu.”
Tüm bunlar da tamı tamına Tupamaroların macerasına denk düşen hikâyeydi.
* * * * *
Burada durup, Tupamarolara ilişkin parantez açmak gerekiyor.
José Mujica Tupamaroların 1968’den beri öncülüğünü yapan ve 13 yılını cezaevinde geçiren 9 efsane önderden biri olduğu örgütün adı, 1781’de Peru’da İspanyol sömürgeciliğine başkaldıran Latin Amerikalı yerli lideri Tupac Amaru’dan gelir.
Tupac Amaru Latin Amerika’da yüzyıllar boyunca süren mücadelenin simgesi, ilham kaynağı olmuştu. XVI. yüzyılda, başkaldırdıkları İspanyol sömürgecileri tarafından yenilgiye uğratılınca diğer arkadaşlarının adlarını vermesi için işkenceden geçirilen İnka hükümdarı, bütün sorulara tek bir cümleyle yanıt verir: “Tanıdığım ve bildiğim iki kişi var. Birisi siz işkenceyi yapanlar diğeri de ben. Başka kimseyi tanımıyorum.”
Bu sözleri üzerine önce dilini keserler sonra ayaklarından ve kollarından dört ayrı ata bağlarlar. Vücudu dört parçaya bölünür. Her parçası Latin Amerika’nın bir merkezine asılır ve yerli halka gözdağı verilmek istenir. Ancak tam aksine, kahramanlığı ve fedakârlığıyla Tupac Amaru; Simón Bolívarlara, José Martílere, Fidel Castrolara, nihayetinde de Tupamarolara ilham olur.
Tupamarolar Latin Amarika isyan tarihinin bir parçasıdır. Örgütün doğuşu 1960’lara uzanır. Tupamaroların kurucu önderi Raul Sendic, ilk olarak şekerkamışı tarlalarında çalışan yoksul köylüleri örgütler. Köylüler 30 bin hektarlık toprağı kendi adlarına işlemek isterler. Talepleri kabul edilmeyince toprakları işgale girişirler. Diğer yandan başkentte de işçi hareketi gelişmektedir. Kuzey’de başlayan isyan, başkent Montevideo’daki işçi hareketiyle birleşerek MLN/Tupamarolar hareketini oluşturur. Hareket çoklu bileşimden oluşmaktadır (komünistler, Troçkistler vb). 1962-66 yılları arası teorik ve pratik hazırlık dönemi olarak geçirilir. 1966-72 yıllarıysa yükseliş dönemidir. 150’den fazla eylem gerçekleştirilir.
Tupamarolar, Uruguay’da 1963’te kurulan şehir gerillası örgütü Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin (MLN) halk arasındaki yaygın adıydı. Ülkenin kuzeyinde şekerkamışı işçileri sendikasını örgütleyerek işe başlayan genç sendikacı Raúl Sendic’in önderliğinde gelişen hareket, özellikle bankaları ve şirketleri “kamulaştırarak” kaynakları halka dağıttığı eylemleriyle kısa sürede büyük bir etki ve sempati yarattı.
Daha ilk eylemlerinde, 1963’te, Uruguay’ın en büyük gıda maddeleri satış zinciri olan “Manzanares”e ait bir kamyona el koyarak, tavuk, hindi ve pastaları yoksul halka dağıtan Tupamarolar, ilk bildirilerinde “Devrimciler yoksulların Noel’ini kutlar!” diye seslenmişti.
İlerleyen yıllarda örgüt, yaptığı daha büyük eylemlerde zaman zaman şirket ve banka belgelerine de el koyarak büyük yolsuzlukları da halka açıklamayı başardı. Hatta bu açıklamalardan ötürü tutuklanan bankacılar bile oldu. 1970’lerin başında artık Tupamarolar, Uruguay’ın ABD’ye bağımlı oligarşisi için ciddi bir tehdit hâline gelmiş, Küba’dan sonra kıtadaki en ciddi devrimci odaklardan biri ortaya çıkmaya başlamıştı. Örgüt, soyguncu Amerikan banka ve şirketlerinin yanında, halka işkence eden polis şefleri ve ordu görevlilerine de yöneliyor, geleneksel Komünist Parti’nin üyelerini bile yanına çekmeye başlıyordu. CIA ajanı Dan Mitrione’nin kaçırılması ve Pando gibi küçük kasabaların işgal edilerek bütün resmî kurumlara el konulması, dönemin en önemli eylemleri olmuştu.
Doğal olarak 1973’te gerçekleşen askerî darbenin ilk hedefi Tupamarolar olacaktı. Çatışmalarda ve işkencelerde 300’e yakın gerilla ve sempatizan katledilirken, 3 binden fazlası da tutuklandı. Cunta’nın tutsak Tupamarolara karşı uyguladığı yöntem, katı bir tecrit politikasıydı. Ülkenin çeşitli kışlaları arasında sürekli gezdirilen tutsaklarla konuşmak yasaktı. Kendi aralarında konuşmaları ise (duvarlardaki tıklamaları saymazsak) zaten imkânsızdı. Tutsaklığın önemli bölümünde zaten kafalarında çuval bulunmaktaydı. Kısacası, “yaşayan ölüler” yaratmak, cuntanın gerçek hedefiydi. Binlerce tutsak arasında Eleuterio Fernandez Huidobro (Nato), Mauricio Rosencof (Ruso) ve daha çok tanıdığımız bir isim olan Uruguay eski Devlet Başkanı José Mujica (Pepe) vardı.[2]
Tupamaroları belki en iyi anlatan, onlarla özdeşleşmiş, “Kelimeler böler, eylem birleştirir,” sloganıyken; metinlerinden birinde siyasal anlayışları kısaca, “Sosyalist bir devrimin temel ilkeleri Küba gibi bir ülkede çizilmiştir. Bu ilkeleri benimsemek ve bunların silahlı mücadele olgusuyla başarıya ulaşacağını kanıtlamak yeterlidir,” sözleriyle ifade edilmişti.
Tupamarolar örgütsel yapıda demokratik merkeziyetçiliği geliştirerek uygulamaya çalışıp kolektif önderliği benimser ve doğal önderliğe önem verirlerdi. Bu bağlamda hareketin önderliğini temsil eden dokuz kişinin hareket üzerinde doğal bir ağırlığı vardı.
Bürokratikleşmeye karşı önlemler de geliştirmişlerdi. Örgütün yöneticilerinin eylemlere katılması zorunluydu, örneğin.
Ayrıca örgütlenme tarzları sosyalizm anlayışlarıyla da uyumluydu. Tupamarolar önderlerinden Mauricio Rosencof, 1990’larda kendisiyle yapılan söyleşide sosyalizm anlayışlarına dair kabaca şunları ifade etmişti: “Gerçek bir sosyalizm dünyada uygulanmış değil. Çağımızda sosyalizmin sorunlarından bahsediliyor. Ama ortada sosyalizm krizlerinden çok uygulamaya girişilen yöntemlerin krizi vardır. Sovyetlerin krizine Sovyet tipi sosyalizmin krizi demek daha doğru olur. Tupamaroların sosyalizmi KGB’siz olacaktır. Her ülke, her halk kendi yolunu bulur. Uruguay sosyalistleri hiçbir ülkeyi taklit etmeyecek, kendi yollarını şimdiye kadar olduğu gibi kendi pratiklerinden bulacaklardır”!
* * * * *
Hakkında olumlu ya da (sol liberal gibi olumsuz) birçok şey söylenebilmesi mümkün olan José Mujica geçmişinde devrimci bir kent gerillası, son nefesini verirken de devrimci demokrat bir hümanistti.
“Üzerinde bulunduğumuz bu toprak parçası aynı anda hem cennet hem de cehennem. Hiçbir şeyden geldik ve hiçbir şeye gideceğiz. Hayat, tüm biçimleriyle moleküllerin macerasıdır”…
“Aynı kıyafetleri giymekten, büyük bir cep telefonuna sahip olmamaktan veya eski bir araba kullanmaktan utanmayın. Utanç, olmadığın biri gibi davranmaktır”…
“Mutluluk, daha az şeye ihtiyaç duymaktır”…
“Bana en fakir devlet başkanı diyorlar. Ben fakir değilim. En fakir olan, yaşamak için çok fazla şeye ihtiyacı olandır”…
“Siyaset para biriktirmek için değildir. Halka hizmet; basit, sıradan, halk, ve bir vatandaş gibi olmaktır”
“Dünyada bu kadar savaş varken, hangi yüzle Nobel Barış Ödülü veriyorlar?” diyen o; hapishane süreci sonrası yeniden aktif siyasete başlamaya dair 1985’teki konuşmasında şöyle konuşmuştu:
“Yitirdiğimiz yoldaşlarımıza, yaşadığımız bunca acıya ağlamak için gelmedik buraya. Şunu tereddüde yer vermeyecek şekilde netleştirmek gerek: Yoldaşlarımızın bize kazandırdıkları her zaman bizimle olmalıdır ve böyle de olacaktır. Bununla birlikte, aslolan, bir kovan çubuğu değil, bu çubuğun çevresinde oluşup büyüyen ve tüm verimini bize sunan arı kovanı olabilmektir.
“O yıllarda zindanlarda, bir kimsesiz, bir yetim gibi yaşarken, ne kadar az şeyle ile mutlu olunabileceğini öğrendik. Eğer az ile mutlu olmayı başaramazsanız, her şeye sahip olsanız da başaramazsınız. (…)
“Sosyalizm, çok farklı anlamlar yüklenilen ve karmaşıklaştırılan bir sözcük hâline geldi. En yalın hâline indirgemek gerekirse, insanların özgürlüğü ve eşit haklara sahip olması için mücadele ediyoruz.”
* * * * *
1935 doğumlu, aile kökleri Bask ülkesi ve İtalya’ya dayanan José Mujica, ilk gençliğinde dedesinin ve babasının izinden milliyetçi parti saflarında faaliyet yürüttü. 1960 ortalarında Küba Devrimi esinli kent gerilla hareketi Tupamarolara katıldı. Birçok eylem yönetti.
1970 Martında başkent Montevideo’daki bir barda teslim olmayı reddederek polisle çatışmaya girdi. İki polis yaraladı, altı yerinden vuruldu. Hayatını gizli bir Tupamaro olduğu söylenen bir doktor kurtardı. 1971’de Punta Carretas hapishanesinden tünel kazarak firar eden 100’den fazla gerilladan biriydi.
1972’de yeniden tutuklandı. 1973’teki askerî darbe onu 13 yıl boyunca ağır işkencelere ve tecride mahkûm etti. Tecrit yüzünden halüsinasyon ve paranoyalar da dâhil olmak üzere ağır zihinsel hastalıklara maruz kaldı. Askerî darbe sonrası burjuva demokrasisinin geri dönüşünden sonra 1985’te serbest kaldı. Geniş Cephe koalisyonuna katıldı. 1994’te milletvekili, 1999’da senatör seçildi.
Hapishaneden çıktığı andan itibaren özellikle genç militanlara yönelik konuşmalarında, geldiği gerilla geçmişinin düşündürebileceğini aksine intikamdan yahut iktidarı silahla ele geçirmekten bahsetmiyor, “bağışlamanın ve geçmişi aşabilmenin önemi”nden, “solun üstlenmesi gereken yeni roller”den ve “farklı ideolojilere açık olma” gerekliliğinden dem vuruyordu: “Bize o zulümleri yapanlara karşı dahi nefretle hareket etmiyorum. Nefret yıkıcıdır, kazandırmaz. Bu bir demagoji, birilerine hoş görünme yolu veya davadan dönme olarak yorumlanmamalıdır. Bu ilkesel bir meseledir.”[3]
Bu süreçte José Mujica önce Tarım Bakanı oldu. 2009 seçimlerinde ise başkan seçildi. İlk seçim konuşmasındaki sözleri bugün bir özdeyiş olarak alıntılanıyor: “İktidarın yukarıdan geldiğini düşünmek hatadır, o, kitlelerin kalbinden gelir. Bunu öğrenmem bir ömür sürdü.”
Pepe, 2005’te zaten birlikte yaşadığı, kendisi gibi eski gerilla, yeni senatör olan Leh kökenli Lucía Topolansky ile evlendi. Başkanlık sarayında yaşamayı reddeden çift, bir bacağı eksik köpekleri Manuela ile birlikte Montevideo varoşlarında Lucia’nın sahip olduğu bir çiftlikte yaşadı. Başkanlık süresinde de krizantem çiçekleri yetiştirip satarak geçindiler. Çünkü Mujica başkanlık maaşının yüzde 90’ını yoksullara ve küçük girişimcilere bağışlıyordu.
Cumhurbaşkanlığında ne sosyalist ne gerilla idi ve üretim araçlarının ortaklaşa mülkiyeti; özel mülkiyetin kaldırılması, hiç olmazsa önemli ölçüde sınırlandırılması; önemli sektörlerde kamulaştırmalar; yabancı yatırımın ve emperyal gücün -bu coğrafyada tabii ki önce ABD’nin- sınırlandırılması gibi kalemler olmadığı dikkat çekmiştir. Çünkü biz “eski gerilla” ve “sosyalist” sıfatlarını coşkuyla kucakladığımız hâlde siyasi konumdan oldukça farklı bir yerde duruyor.
Küba Devrimi’nden sonra gerilla, Güney Amerika’da ve dünyanın yeni sömürgelerinde devrimin temel aracı olarak görülüyordu. İstisnasız bütün orta ve güney ülkelerinde bir kısmı bugün de varlığını sürdüren gerilla hareketleri ortaya çıktı. José Mujica bu defteri çoktan kapatmış görünüyordu. Hattâ bu gerilla hareketlerinin ruhsal mirasını taşıyan Venezuela, Bolivya ve Tupamaroların asıl esini Küba ile dostane ilişkileri olmasına rağmen asıl dost olmak istediği, Arjantin, Brezilya gibi dev ülkelerdi.
13 yılı ağır tecrit koşullarında geçen 15 yıllık hapishane yaşamının bazı düşüncelerini değiştirmiş olması anlaşılabilir. Ancak “Ben zaten o zaman da öyle düşünüyordum”u ima eden sözleri her zaman övdüğü dürüstlük erdemine tekabül ediyor gibi görünmüyor.
José Mujica kendine anarşist diyor; ama tuhaf bir anarşizm bu. Orduya ve kiliseye -fikirlerini benimsemese de tarihsel süreklilikleri ve disiplinleri açısından- hayranlık duyuyor. “Otoriteye gereksinim var” diyor, insanoğlunun medeniyetinin eninde sonunda “paternalist” bir medeniyet olduğunu, biz bu durumdan hoşlanmasak da insanların “birisinin yönlendirmesine ihtiyacı olduğunu” söylüyordu.[4]
Mujica komünist olmadığını açıkça belirtse de bazen “sosyalist” olduğunu söylüyor. Fakat çok soyut bir sosyalizm onun kafasındaki. “Sosyalizm, çok farklı anlamlar büründürülen ve karmaşıklaştırılan bir sözcük hâline geldi. En yalın hâline indirgemek gerekirse, insanların özgürlüğü ve eşit haklara sahip olması” diye bir tanımı var. Fakat insan eliyle bir adaletin geleceğine inanmadığını da hemen ekliyordu.[5]
Onun sözde yalınlaştırdığı sosyalizmin, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti anlamında sosyalizmle uzaktan yakından bir alâkâsı yok.
Zaten kendini daha ziyade “liberal” sıfatıyla tanımlıyor. Sağduyu ona göre bize “gerçek bir liberalizm” ve farklı düşüneni kabul etmeyi öğütlüyor. Sosyalizmde fabrikalarda gördüğü mutsuz yüzlerden bahsediyor, kapitalizmde işçilerin güle oynaya çalışıp çalışmadıkları konusunda herhangi bir yorum yapmadan. “Liberalizm, veremediği bir şeyi vaat ediyor olsa da, felsefi olarak insanlık tarihi açısından bir üst basamakta bulunuyor” diye liberalizmin üstünlüğünü ilan ediyor.[6]
Özetle “Kafasında daha ziyade kapitalizmin ilk yıllarındaki özgürlüklere vurgu yapan liberaller var diyebiliriz,”[7] diyordu Barış Yıldırım…
* * * * *
Şurası unutulup, göz ardı edilmemeli:
O, yaşamı boyunca eşitlikçi bir dünya için mücadele etmekle yetinmeyip, ideallerini bizzat yaşamında da hayata geçirdi. Yeteneği oranında hayata bir şeyler kattı ve sadece ihtiyacı olanı aldı.
Mülk edinmedi. Yoksulların gerçek lideriydi. Ancak bunu bir iktidar gücüne, ranta dönüştürmedi. Kendine bağlı milyonlarca yoksulu seçim pazarlıklarının mezesi yapmadı.
Ne kimseden emir aldı ne de kimseye emir verdi. Dostluğuna da düşmanlığına da hep sadık kaldı. Dün “diktatör/faşist” dediğine, ertesi gün “Allahtan uzun ömür” dilemedi.
Yalnızca yoksulların, ezilenlerin ve hayvanların dostu oldu. Herkesle “dost” olmanın “dervişlik” değil, düşkünlük olduğunu bilirdi.
Mujica’nın 14 yılı hapishanelerde tutuldu ve bunun 2 yılını bir kuyunun dibinde tek başına geçirdi ama bunu da çoğumuz yıllar sonra başkalarından öğrendik.
Bir gerilla komutanı olarak tutuklandı, tahliye olduktan sonra da “Ben bedel ödedim” diyerek hapishane günlerini ranta dönüştürmeyi aklından dahi geçirmedi.
José Mujica, sadece “başka bir dünya” inancını değil, “başka bir insan da mümkün” inancını güçlendiren bir insandı; Fidel’i uğurlarken yazdığı mektubunda ifade ettiği gibi.[8]
“İktidarda bir kara koyun/ Una oveja negra al poder” diye anılıyordu ve Uruguay ordusu 1973’te darbe yaptığında, gerillaların saldırılarını sürdürmeleri hâlinde öldürmekle tehdit ettikleri “dokuz rehine” grubuna dâhildi.
Ona dair birkaç şeyi aktarmadan geçmeyelim:
İlki: Yazarlar ona “kara koyun” diyor ama o kendisine “melek” olarak tanımlıyor:
“Ben bir meleğim aynı zamanda. Kimse beni dinlemedi. Bazen insanlar çok kötü olabiliyor. Maaşımın büyük bir kısmını bağışlıyor olmama rağmen, birkaç kişi dışında, hükümetten hemen hemen hiç kimsenin yoksullar için ortaya bir peso bile koymasını sağlayamadım.”
İkincisi: “Şoför tek başına vurulsun istemiyorum,” diyen Pepe’yi daha iyi tanımak için bir örnek daha verelim; protokol kurallarına uymaması ve insana verdiği değeri anlatmak için:
“Resmî arabayla çıktığım zaman, arabanın kapısını açmalarına izin vermiyorum ve arkada hiç oturmuyorum. Bizi öldürmeye gelirlerse şoför tek başına vurulsun istemiyorum. Sen de bu riski onunla birlikte üstlenmelisin. Başkanlığa ait bir arabayı kullanıyorum ama çöpten buldukları kayıtsız bir plakası var. Askerler zaten plakayı biliyor. Ben, arabayla tanınmadan gitmek istiyorum. Ortalığı velveleye vermek istemiyorum. Bakanların etrafındaki tüm bu zırvalıkların canı cehenneme. Bana göre değil bunlar.”
Üçüncüsü: Pepe’nin “Silahınız var mı” sorusuna yanıtı şu: “Evet, evde birden fazla var ve bazen gerekli olabiliyor. Özellikle tek başıma çıktığım zaman üzerimde taşıyorum. Beni temizlemeye gelebilirler ama kesin birini yanımda götürürüm.”[9]
Dördüncüsü: Aşkı Lucía için:
Yazarlarımız şu notu düşüyor: “Günün hangi saati olursa olsun yapılan tüm sohbetlerimizde adı geçen tek isim Lucía oluyordu.”
Pepe ise en büyük saplantısının, aşk olduğunu söylüyor. “Gençken ciddi bir kusurum vardı. Güzel kızlara âşık olurdum ama ne hikmetse hepsinin bir sahibi vardı.”
Gerçek aşkı dağlarda askerlerden kaçtığı dönemde bulmuş. Onları korku ve hayatta kalma içgüdüsü bir araya getirmiş ve bir daha hiç ayrılmamışlar. “Lucía da José Mujica’nın hayatına yön verdi. O, bunun farkında ve bilhassa bundan dolayı Lucía’ya minnettar.”
Ama ilk aşkı yine bir gerilla olan Yessie Macchi idi. O, Uruguay halk hareketinin simge isimlerinden biriydi:
“Yessie Macchi, gerilla kızların en güzeli. ‘Entelektüel açıdan çok parlak ve bir o kadar da tutkulu birisiydi. Tek kusuru ise çok güzel olmasıydı’ diye anımsıyor José Mujica. İlişkileri kısa sürdü. Her biri örgütte farklı konumlarda devam ettiler ve ikisi de simge hâline geldi: Yessie’nin fırtınalı bir hayattan sonra çok genç yaşta ölmesi ve José Mujica’nın başkan olmasıyla.”
Pepe, kadın gerillaları sevgiyle anıyordu.
“Tupamaro içinde kadınların büyük rolü oldu. Kadınlar olmasaydı vay hâlimize. En zor anlarda, hayatlarını ortaya koyan ve bizi kurtaran kadınlar olmuştur.”
Lucía da bu gerillalardan biri.
“Lucíayı ismen tanırdım. Hapse ilk düşüşümden yıllar sonra onu şahsen tanıyabildim. İkimiz de kaçaktık ve meskenimiz dağlardı. Tehlikeli ve ıssız bir gecede bir araya geldik. Ve en zor zamanlarda, kimi yoldaşlarımız birer birer yakalanır ve diğerleri öldürülürken, biz birbirimize daha sıkı bağlandık. Hapse düştükten sonra birbirimizi hiç görmedik. Bir gün bile haberleşemedik. İlk başlarda mektuplaşıyorduk ama daha sonra bunun da imkânı olmadı. On iki senenin ardından, ben özgürlüğüme kavuşunca, tekrar bir araya geldik ve bir daha da hiç ayrılmadık. Birkaç yıl önce de evlendik.”[10]
Bunlara ek olarak: O, diğer devlet başkanları ile karşılaştırıldığında fazla bilinmeyen ve alışılmışın dışında bir yaşama sahipti. Seçildiği dönemde, devletin kendisine sağladığı konutta yaşamak yerine eşinin mütevazı çiftlik evinde yaşamını devam ettirdi. 2012’de BBC’de çıkan bir haberde yaşadığı ev, “çamaşır yığınları ve yaban otlarıyla kuşatılmış, iki polis memuru ve üç bacaklı bir köpeğin koruduğu külüstür çiftlik evi (!)” tanımlamasıyla geçiyordu. Daha sonra devletin kendisine sağladığı konutu evsizler için bir barınma merkezine dönüştürdüğünü açıkladı.
Kullandığı makam aracı ise, şoförlüğünü kendisinin yaptığı 1979 model Volkswagen kaplumbağası. Ki o araç 2010’da kişisel servetini beyan ettiği tek şeydi. Yaşadığı ev, üzerinde bulunan arazi ve tek traktörleri ise eşine aitti.
Anketlere göre, Urugay halkının büyük çoğunluğu José Mujica’nın çok farklı bir yönetici olacağının farkındaydı. Nihayetinde o, 60’lı ve 70’li yıllarda bankaları ve yiyecek stoklarını sürekli soyup elde ettiklerini yoksullara dağıtan Marksist-Leninist “Tupamaros” gerilla grubunun ve “Ulusal Kurtuluş Hareketi/ Movimiento de Liberación Nacional”in bir üyesiydi. Zamane basını ise onlardan “Robin Hood”lar adıyla bahsediyordu.[11]
José Mujica, ülkede dikta rejiminin olduğu “gerillalık” yıllarında altı defa vuruldu, dört defa hapse girdi, iki defa hapisten kaçtı ve toplamda 14 yıl hapis yattı. Hapis yattığı zamanın iki yılını ise tecrit altında ve akıl sağlığını korumak için kurbağa ve böceklerle konuşarak geçirdi.
Pepe 80’lerin ortasında hapisten çıktıktan sonra adaletli politik tutumunu yönetimi döneminde de birçok defa gösterdi. Uruguay’da kenevir üretim ve dağıtımını yasallaştırarak ülkedeki uyuşturucu mafyalarının sonunu getirdi. Kürtajı ve eşcinsel evlilikleri yasal hâle getirdi.[12]
1973 ile 1985 kesitinde Uruguay İçişleri Bakanı Eduardo Bonomi ile birlikte tutuklu kaldığı ve işkence gördüğü Libertad Cezaevini kapatıp yerine sağlık hizmeti veren klinik açtı.
Pepe lakabıyla maruf, tam adıyla José Alberto Mujica Cordano’nun X, Facebook ve YouTube gibi sosyal ağlarda bir hesabı yoktu. Kendi işini kendisi görüyordu. Mütevazılığını hiç bozmayan, kimseyi kırmayan bir liderdi.
“Fakir değilim, tutumluyum. Çünkü sahip olduğum özgürlüğün keyfini sürmek için zamana ihtiyacım var. Yoksulluğu değil, ölçülü olmayı ve ağır olmayan bavullarla yürümeyi seviyorum,”[13] vurgusuyla onu yansıtan -belki de- şu sözlerdi: “Ben insanların geceleri yatacak bir saçak altı bile bulamadıkları bir dünyada, başkalarının 500 metrekarelik malikanelerde yaşamasını anlamıyorum…
“Evsizler için ev, suyu olmayanlar için su lazım, ekmek lazım. Sen böyle bir dünyada özel uçağım olsun, oraya buraya gideyim diyorsun. Eğer herkes daha fazlasını isterse, bir gün kimseye bir şey kalmayacak.
“Küresel ısınmadan bahsediyoruz ama doğaya saldırmaya ve çöp üretmeye devam ediyoruz.
“Eski ruhanî tanrımızı kendi ellerimizle kurban ettik ve artık market tanrının tapınağındayız.
“Bana fakir denmesi yanlış, ben tutumlu bir insanım. Asıl fakirler sürekli yaşamdan talepleri olan ve elde ettikleriyle yetinmeyen insanlardır.
“Ben elimde hafif bir bavulla dolaşıyorum. Bu bana istediğim yaşamı sürdürmek için yeterli zamanı veriyor. Asıl özgürlük, yaşamak için kazandığın zamandır.”[14]
Düşündüğü, inandığı gibi yaşadı. Elinde bir yüzük, sırtında bir hırkayla gelip kendini yüksek duvarlı sarayların içine hapsetmedi.
87 model Vosvos’una otostopçu alacak kadar halkıyla iç içe bir lider oldu.
İnsanlar çevresinde, korkudan ya da menfaatleri için değil; sevgi ve minnettarlıkla toplandı.
* * * * *
José Mujica’nın öyküsü bilinir. Şüphesiz onun kazandığı saygı boşuna değildir. Ama bu arada, o köhne çiftlik evinde zaman zaman onun yanında gördüğümüz kadına gözlerimizi çevirmezsek, sadece haksızlık yapmış olmakla kalmayız; aynı zamanda bu, Tupamaro tarihine de eksik bir bakış olur.
Sözünü ettiğimiz kadın, Uruguay Devlet Başkan Yardımcısı da olan Lucía Topolansky, “Mujica’nın eşi” olmaktan çok ama çok fazlasıdır ve adının onunla birlikte anılması da hiç gerekmiyor.
O, Uruguay siyasi tarihinin en belirleyici örgütlerinden Tupamaros gerilla hareketinin kritik anlarında hep sahnenin en önünde olan kadındır.
1944’te Montevideo’da dünyaya gelen Lucía Topolansky varlıklı bir aileden geliyordu. XIX. yüzyılın başında Uruguay’a göç eden büyükbaba, Polonya kökenliydi. Babası, inşaat mühendisi Luis Topolansky, muhafazakâr bir adamdı. Annesi María Saavedra Rodríguez ise İspanyol asıllıydı. Aile, Montevideo sahilindeki lüks Pocitos mahallesinde oturuyordu ve hiçbir ekonomik sorunları da yoktu. İkiz kardeşiyle birlikte bir kolejde okuyan Lucía Topolansky, daha sonra, 1960’larda, üniversitede devrimci hareketlerle tanıştı ve dönemin tartışmaları içerisinde hızla “silahlı mücadele” kanadında yer aldı. Artık MLN’nin, yani bilinen ismiyle Tupamaros’un bir parçasıydı.
Ancak onun asıl macerası, “Monty Financial House” adlı finans kurumunda çalışmaya başladığında ortaya çıktı. Kurumda işlerin yolsuzluk ve hırsızlıkla yürüdüğünü fark eden Lucía Topolansky, önce kişisel çabasıyla gerçekleri duyurmaya çalıştı ama başarılı olamadı. Sonunda, Tupamaros, onun yardımıyla bankaya baskın düzenleyerek bir miktar paranın yanında bütün yolsuzluk dosyalarını alıp gitti ve ülke karıştı! Gerilla, hırsız bankacıları, paravan firmaları ve rüşvetçi bürokratları ifşa edince, savcılık soruşturma başlattı. Şirket geriye kalan belgeleri yaktı ama gerilla bu kez elindeki defterlerin fotokopilerini hâkim ve savcıların kapılarına bırakmaya başladı. Sonuçta iş büyüdükçe büyüdü, çok sayıda memur ve politikacı tutuklandı.
Böylece Lucía Topolansky’nin legal hayatı da sona ermiş oldu. O da doğrudan gerilla hareketine katıldı ve sonraki birçok eylemde yer aldı. José Mujica ile bu arada tanıştılar; uzun yıllar boyunca resmî olarak evlenmediler, gerek de duymadılar buna.
Bu arada bir operasyonda yakalandı Lucía Topolansky. Sakin ve kararlı kişiliğiyle “La Tronka/ Ağaç Gövdesi” lakabını orada kazandı.
1970-1971 kesiti Uruguay’da hapishane firarları dönemiydi. Bu süreçte Lucía Topolansky, iki muazzam firarın örgütlenmesinde bizzat yer aldı. Özellikle ülkenin en büyük kadınlar hapishanesinden kazılan tünelde büyük payı vardı; zaten kendisi de aynı tünelden kaçmıştı. 36 kadının özgürleştiği eylemi yıllar sonra hatırlayan bir kadın militan, Adriana Castera, zaman zaman çömelerek, zaman zaman sürünerek lağım borularının pisliği içindeki 45 dakikalık yolculuğu anlatırken onu anmadan geçemiyor…
Bütün bu organizasyonun içinde yer alan Lucía Topolansky’nın şansı ise pek yaver gitmedi. Lucía Topolansky ile bir arkadaşı, kısa bir süre sonra yeniden yakalanırlar; bu kez artık zindan hayatı uzun sürecektir: 13 yıl…
Artık sıra, bütün Tupamarolar gibi, direnme ve hayatta kalma mücadelesine gelmiştir. Lucía Topolansky, bu korkunç tecrit yıllarını da eğilip bükülmeden atlattıktan sonra 1985’te hapishaneden çıktığında vakit geçirmeden hareketin yeniden örgütlenmesine katılacaktır.
Daha sonra ise senatörlük ve cumhurbaşkanı yardımcılığı görevleri geldi. Ama o da Pepe gibi saraylarda değil, kendi küçük çiftliklerinde basit bir yaşam sürdürmeyi tercih etti ve “First Lady” saçmalığını hep reddetti: “Kendimizi onların dediği gibi ‘yoksul’ olarak görmüyoruz. Sadeyiz çünkü bu bize uygun. Daha mutluyuz, daha az dertlerimiz ve sorunlarımız var.”
“Politik düşünce evrimleşebilir, ancak temel olan şeyler vardır, örneğin insanın insan tarafından sömürülmesine son vermek. Bu dünyada tek bir birey sömürülüyorsa eğer, mücadele için bir nedenimiz var demektir,” diyordu röportajlarından birinde.[15]
* * * * *
Tupamaro gerillası José Mujica, arkadaşlarının ve halkın deyimiyle Pepe’nin hayatı ve ölümü geniş kesimlerde büyük bir yankı uyandırdı.
Sosyal medya Pepe’nin bu sözlerinin tekrarlandığı övgülerle dolup taştı. Neoliberal çağın bireyci ve çıkarcılığa dayanan toplumu içinde, herkesin kendisini büyük gösterinin parçası kılmaya çalıştığı bir ortamda hayatıyla olduğu kadar ölümü kucaklayışıyla da Pepe adeta azize dönüştürüldü! Başkanlığı boyunca da Pepe, bütün hayatı anlamına gelen mücadelesi ve fikirlerinden soyutlanarak, parayla ilişkisinin son derece sınırlı olmasından kravat takmaktan nefret etmesine ve küçük köy evindeki kendi hâlinde yaşamına kadar “ilgi çekici-farklı” bir “derviş” figürü olarak kişisel bir gösterinin parçası kılınmaya çalışıldı. Ama Pepe, sadece 1970’lerde değil, başkanlık koltuğunda otururken de bir Tupamaro olmayı sürdürdü.
Belki artık belinde bir “revolver” taşımıyordu evet, ama Pepe daima bir Tupamaro gerillasıydı…
O yüzden mesele nasıl giyindiği ya da kravat takıp takmadığından daha çok milletvekili olduğunda bir parlamentarist olmamasında,[16] başkanlık koltuğuna oturduğunda da bir Tupamaro gibi kolektif ve elbette düzen sınırlarından taşan bir siyasetin parçası olmaya çalışmasındaydı…
Toprak vergisi koymak için mücadele ederken, “Tupamarolar için çok önemliydi” diyecek, aynı zamanda hayatını topraktan çıkaran bir emekçi olarak onun değerinin kolektif olması gerektiğini savunacaktı.
Robin Hood ruhu taşıyordu…
O arkadaşlarıyla birlikte, Amerikancı cuntanın altında yıllarca süren büyük bir karanlıktan ve derin bir sessizlikten çıkabilmeyi başarmıştı…
Onları bekleyen dışardaki yoldaşlarıyla, uğruna mücadele ettikleri halklarıyla birlikte…
Tupamarolar, o uzun yılların ardından da karanlıktan birbirlerine sahip çıkarak, birbirlerinden vazgeçmeden ayağa kalktılar…
Onları ayağa kaldıran güç, Pepe’nin “Elbette sadece kazanmak için savaşmıyorsun çocuğum. Ama kazanacağına da inanmalısın. Yenilebilirsin. Hayat gibi çetrefilli bir düşmanı kim mağlup etmiş ki? Ama hayat macerana bir anlam kazandırmalısın. Maddî gereksinimlerin çok ötesinde, hayatı tutku ile yaşamalısın,” sözlerinde gizliydi…
Ve nihayet o, “Döngüm sona erdi. Samimi olarak, ölüyorum. Ve bir savaşçının dinlenmeye hakkı vardır,” sözleriyle veda etti bizlere…
Bu bir “son” değil, başlangıçtı; yeniden ve bir kez daha…
18 Mayıs 2025, Muğla-İstanbul
[1] José Mujica.
[2] M. Ender Öndeş, “Direnmek, Yaşamak, Ayakta Kalmak…”, Yeni Yaşam, 12 Ocak 2019, s. 11.
[3] Andres Danza-Ernesto Tulbovitz; İktidarda Bir Kara Koyun: Saraysız Başkan José Mujica, çev: Ali Tuncer-Cahit Özgür Baharlı, Tekin Yay., 2014, s. 32-33.
[4] yage, s. 112.
[5] yage, s. 32-33.
[6] yage, s. 97.
[7] Barış Yıldırım, “Eski Gerilla, Yeni Makul: José ‘Pepe’ Mujica”, 14 Mayıs 2025… https://sendika.org/2025/05/eski-gerilla-yeni-makul-jose-pepe-mujica-726403
[8] José Mujica, Fidel’i uğurlarken yazdığı mektubunda şunları demişti: “Sevgili Fidel,
(…) Efsaneleri yaratmak mümkün değildir, sen onlardan birisin; şarapnelin kendi darbesiyle ve dağdaki kampta dalgalanan bayrakla işlenmiş bir efsane. Orman ya da kır olması fark etmez; mücadele vatanımız dediğimiz, üzerinden geçip gidebildiğimiz, ama aslında bizim üzerimizden geçip giden o toprak parçasının bağrını yakar.
(…) Benim karşısına dikildiğim dünya kredi kartlarının ve içinde hiçbir gerillaya yer olmayan bir kavgada tüketilen hayatların dünyası. Beni dikkatle dinliyor, gülümsüyor, alkışlıyor, ama o boş hayatlarını taksitle, kaçınılmaz şekilde tüketen şeylerle doldurmaya çalışıyorlar.
Senden ise istikbali olan bir Küba kaldı; cehaletin, okuma yazma bilmeyenlerin olmadığı, kıtadaki en iyi kamu sağlığı sisteminin, en iyi eğitimin olduğu bir Küba. Bense buradayım, mücadelede; yaşam için değil, unutmaya karşı bir mücadelede. Anlamsız bir mücadelenin içine batmış durumdayım, çünkü Güney her geçen gün daha da Güney oluyor; canavarlar ilerlemekte ısrarlı ve artık bizi her taraftan silip süpürüyorlar. (…) Bu savaşı beklerken Karayipler’in o yıldızındaki sana göz kırpıyor ve ‘Hasta la victoria… Siempre!’ diyorum. Pepe.”
[9] Haluk Kalafat, “José Mujica: Bir İnsanlık Gerillası”, 7 Kasım 2015… https://bianet.org/yazi/jose-mujica-bir-insanlik-gerillasi-169041
[10] Andres Danza-Ernesto Tulbovitz; İktidarda Bir Kara Koyun: Saraysız Başkan José Mujica, çev: Ali Tuncer-Cahit Özgür Baharlı, Tekin Yay., 2014.
[11] Tupamarolar askerî darbeden önce 150’ye yakın eylem gerçekleştirdi. Gerçekleştirdikleri eylemler içerisinde tarihe geçen, yaratıcı ve başka coğrafyalarda da örnek alınan deneyimler ortaya çıkardılar.
[12] “Başkanlar Başkanı, Uruguay’ın Robin Hood’u: Jose ‘Pepe’ Mujica”, 27 Temmuz 2015… https://gaiadergi.com/baskanlar-baskani-uruguayin-robin-hoodu-jose-pepe-mujica/
[13] Andres Danza-Ernesto Tulbovitz; İktidarda Bir Kara Koyun: Saraysız Başkan José Mujica, çev: Ali Tuncer-Cahit Özgür Baharlı, Tekin Yay., 2014, s. 97.
[14] “Uruguay’ın Efsane Lideri José Mujica’ın Dünyaya Verdiği 7 Politik Ders”, 19 Haziran 2015… https://onedio.com/haber/uruguay-devlet-baskani-jose-mujica-530323
[15] Arif Mostarlı, “Onun Bir Adı Var: Lucía”, Yeni Yaşam, 25 Ağustos 2019, s. 12.
[16] “Her üç ya da altı yılda bir, parlamentoda; halkı yönetici sınıfın hangi üyesinin ‘temsil edeceğini ve ayaklar altına alacağını’ belirleyen seçimlerle oluşturulan parlamento, halk yığınlarının doğrudan canlı eylemine tamamen dar gelecek bir deli gömleği olabilir ancak.” (Karl Marx).
“Belirli bir süre için parlamentoda halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek: Yalnızca anayasal parlamenter krallıklarda değil, en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özü budur.” “Komün, burjuva toplumunun rüşvetçi ve çürümüş parlamentarizminin yerine, düşünce ve tartışma özgürlüğünün yozlaşıp aldatmacaya dönüşmediği meclisler koyar.” (V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989).