Kapitalist sistemin, kendi içinde önemli değişim aşamaları var. Bu dönemleri diğerlerinden ayırmak için belli isimlerin konulması da zorunludur. Faydalıdır, eğiticidir.
1700’lerde başlayan manifaktür ve çok sayıda işçinin açlık ve sefalet içinde çalıştırılması süreci, 1800’lerin ortalarında, büyük çaplı üretim, sanayi devrimi ile işçilerin yerini alan makinalar vb. ile birleşti. Büyük çaplı üretim, pazar üzerinde az sayıda firmanın kontrolünün de sağlanması demekti. Tekelci kapitalizm, bu açıdan, önemli bir değişim anlamına geldi.
Tekeller çağı, pazar üzerindeki kontrol ile sınırlı değildir, olamazdı da. Pazarın kontrolü, elbette beraberinde, kendine uygun tarzda şiddeti getirecekti. Hakimiyet ilişkileri ve bunun koşulladığı, gerektirdiği şiddet, tekeller çağının karakteristik özelliği oldu.
Tekeller, aynı zamanda, daha büyük çaplı üretimin de gelişimini besler. Daha büyük çaplı üretim, daha büyük miktarda artı-değerin sömürülmesi demektir. Buna uygun olarak, büyük sermaye gruplarının birleşmesi de demektir. Sanayi ve banka sermayesinin iç içe geçmesi, büyük çaplı pazar hakimiyeti için de önemli avantajlar demektir.
Ama büyük çaplı üretim, aynı zamanda yeni sorunlar demektir.
Pazar hakimiyeti, pazarda fiyatların kontrolünün sağlanması, pazara girişlerin engellenmesi, pazarın dizayn edilmesi ve maksimum kâra göre tüm ayarlanmaların yapılması demektir.
Bu aynı zamanda, reklâmcılık denilen, bugünlerde, medya-eğlence sektörü olarak anılan sektörün de ortaya çıkması demektir.
Büyük çaplı üretim, büyük çaplı ve hızlı tüketimi koşulluyordu. Böylece ortaya, üretmeden tüketmek, tüketeceğinden fazlasını satın almak, ihtiyacı olmadığı hâlde tüketmek, başka amaçlarla tüketmek gibi yeni kavramlar çıktı. Ünlü Freud, bu tekellerin ihtiyaç olmadan satın alma ve şiddeti tüm topluma yayma projelerinin ürünü olarak o kadar ünlü olmuştur (Bu konuda, Deniz Adalı’nın, Kaldıraç’ta çıkan tüketim toplumu üzerine odaklanmış yazılarında daha detaylı bilgi vardır).
Böylece karşımıza ihtiyacı olmadığı hâlde tüketmek, tüketeceği miktardan fazlasını satın alarak tüketmek meselesi çıktı. Sigaramızı, eğer kadın isek, “özgür” hissetmek için içmek, cep telefonumuzu prestij aracı olarak kullanmak, arabamızı “kadınların ilgisi üzerimizde olsun” diye satın almak, elbiselerimizi güzel görünmek için seçmek, parfümümüzü “hiç tanımadığımız bir erkek bize çiçek versin” diye kullanmak gibi.
Elbette, bu işi reklâm ajansları, bugünkü adı ile, medya-iletişim-eğlence firmaları organize etmektedir.
Bu, insan aklına saldırıdır.
Ve elbette hayatın her alanına, her şeye, her ilişkiye, her “ruha”, meta ilişkilerinin, pazar ilişkilerinin egemen olması sürecidir de bu.
Hiçbir değer kalmayınca, sadece metaların “değeri”, her şeyin ölçütü oluyor.
Metaların değişim değeri, sadece metaların değeri olarak karşımıza çıkmıyor, tüm ilişkilerin, insana ait her şeyin “değeri” olarak karşımıza çıkmaya başlıyor.
Ne kadar tüketiyorsanız, o kadar “insan”sınız. Kaç paralık adamsın, işte tam da yerine oturuyor. Ne kadar tüketiyorsan, işte o kadar adam oluyorsun. Ve elbette ‘adam’ olma ihtiyacı, tüketme işinden geçtiğinden dolayı, kapitalist meta ilişkileri, hayatın temel ölçütü hâline geliyor.
Tüketim toplumu, tüketim toplumu ideolojisi dediğimizde tam da, bu insana karşı saldırıyı, tam da bu tekelci ilişkilerin hayatın her alanına hakim olmasını ifade etmiş oluyoruz.
İşte bu tüketim toplumu, ne kadar tüketirsen o kadar varsın, o kadar önemlisin vb. tüm ilişkilerinizi belirliyor. Bakkal efendiye borç yazdırırken, daha dikkatli idik ve bakkalın bizim haberimiz olmadan, borcumuza gizlice birkaç lira eklediğinden hep şüphede oluyorduk. Şimdi, marketler var karşımızda, bize aşağılayarak davranıyorlar. Her düzenleri buna göredir. Ama bize, “müşteri öncelikli marketimize hoş geldiniz” diyorlar. Bize marketin içinde akıl almaz tuzaklar kuruyorlar ve daha çok şey almamızı sağlamaya çalışıyorlar. Onlara borçlanamıyoruz.
En iyi ihtimalle, yapabileceğimiz şey, markette, tıpkı bizim gibi emekçi olan kasadaki arkadaşı ikna ederek, ürünlerin parasını ödemeden alabilmemiz olabilir. Elbette bunu denemekten de geri durmayalım. Bu ayrı bir konu.
Peki şimdi kime borçlanıyoruz?
Elbette bankalara.
Bize kredi kartları verdikleri için, üstelik kredi kartımız olmasını bir “sosyal statü” sahibi olmak olarak kabul ettiğimiz için, bu “ayrıcalığımızı” kullanmamız gerekecek. Yetmezse, bizi borçlandıracakları epeyce sistem var. Sen yeter ki tüket.
Galiba bu yeni dönem, tüketim toplumunun, “tüketim esareti” dönemine denk düşüyor.
Sadece, çalış, tüket ve borçlan. İşte size yaşam.
Düşünme, zaten düşünmen istenmez. Sende var olan beyin, aslında insan denilen varlıkta var olan ve düşünmek için bir işe yarayan organ değildir. Çalışacaksın, reklâmları ve TV kanallarını seyredeceksin. Bu senin eğlencen, “hakkın” olacak. Bu hak, sana sunulmuş en ucuz, en standart, en yavan eğlencedir. Bu eğlence, senin aklını çalıştırmaman üzerine kuruludur. Ve sonra, tüketeceksin. Paran mı bitti, bankaların yanında, hemen borçlanacaksın.
Bak, cebinden para çıkmadan araba alabilirsin. Sonra bu arabanın borçlarını ödeyemez ve işini kaybettiğin için arabanı satmak zorunda kalırsın. Bu arada, önemli bir kaybın olur. Sonra ev almalısın. Ev için, düşük faiz ile borçlanacaksın. Aslında 50 bin TL’ye mal olmuş evi, 500 bin TL’ye, cebinden para çıkmadan alacaksın. O evde, yemeden içmeden oturacak, sonra, evin gerçek sahibinin seni borçlandıran banka olduğunu anlayacaksın.
Gelin biraz da rakamlara bakalım.
Ülkemizde 2018 Ekim sonu itibarı ile, toplam kredi borcu, buna şirketlerin ki de dahildir, 2 trilyon 626 milyar TL’dir. Yani milli gelir kadar diyebiliriz. Buna dış borçlar dahil olursa milli gelir rakamlarından fazlası kadar borç ortaya çıkar. 2017 yılı sonunda toplam milli gelir, 3 trilyon 104 milyar TL’dir. Demek ki, ağzımıza kadar borçluyuz.
Biz borçları ayıralım. Şirketlerin kredi borçlarını bir yana bırakalım. Geriye, kredi kartı borçları (kapitalistlerin de kredi kartı borcu vardır. Ama sayıları az olduğundan, mesela 200 aile, bu miktar durumu çok etkilemez), bireysel krediler (büyük kapitalistlerin, para babalarının bireysel kredi borcu olmayacağını varsayabiliriz), ihtiyaç kredileri (büyük patronların, ihtiyaç kredisi borcu olmayacağını varsayabiliriz) ve taşıt kredileri (bir bölüm şirketin taşıt kredisi borcu olacağını düşünebiliriz. Bu durumda taşıt kredilerinin tümü, halkın, işçi ve emekçilerin borcu olmaz) kalmaktadır. Parantezler sizi sıkmasın, kredi kartları, bireysel krediler (konut dahil), taşıt kredileri ve ihtiyaç kredileri, büyük ölçüde işçi ve emekçilerin, orta gelirli olanların borçlarıdır diyebiliriz.
2018 Ekim sonu itibarı ile, bu borçları olanların sayısı 30 milyon 872 bin kişidir.
Kredi kartı dahil, bu 30 milyon 872 bin kişinin borçlarının toplamı 555 milyar 300 milyon TL’dir. Yani bu 30 milyon 872 bin kişinin her birinin en az 17.800 TL borcu var demektir. Bu da, asgarî ücretten, 11 aylık gelirlerine tekabül etmektedir.
Bu kredileri kullanan kişilerin dökümü konusunda ilave bir bilgi de var. Kaç kişi bireysel kredi kullanmış ve bu rakam 2017 Ekim ayına göre nasıl bir farklılık göstermiş, aşağıda yer almaktadır. Görüldüğü gibi, ihtiyaç kredisi kullanan kişilerin sayısı 24 milyonu geçmiştir.
İlk sayı 2017 Ekim, ikinci sayı 2018 Ekim verileridir.
bireysel kredi kişi; 2.490.000 / 2.497.000
taşıt kredisi kişi; 762.000 / 643.000
ihtiyaç kredisi kişi; 23.082.000 / 24.423.000
Bu ihtiyaç kredisi kullanımı, hem yüksek faizlidir, hem de tamamen günlük yaşamı idare etmek üzerine alınan kredilerdir. Ya kredi kartını ödeyemediği için bir ara çözüm olarak ihtiyaç kredisine başvurmuştur ya da ilave bir yeni ihtiyacı için.
Bu rakamlara, taksitle satılan mobilya, cep telefonu, beyaz eşya dahil değildir.
Bu rakamlar da dahil edildiğinde, ülkenin neredeyse tümü ya da bir avuç zengin aile hariç tümü, borçlarla yaşamaktadır. İşsizleri borçlandırmayı henüz kapitalist sistem başarabilmiş değil. Bu ayrıcalıklı, en zenginlerin, en zengin 200 ailenin dışındaki yaklaşık 1000-1500 bin aile, yani 4-6 milyon kişi dışındaki herkes, yaklaşık 75 milyon kişi, tamamen borçlu ve rehin olacak şekilde yaşamaktadır.
2018 yılı rakamları daha tamamlanmış değildir. Ama genel tabloyu, 2017 yılı rakamları ile de ölçebiliriz.
2017 yılında GSYH, yani milli gelir, 3 trilyon 104.9 milyar TL idi.
Reel sektör iç ve dış borçlarının toplamı 2 trilyon 406.5 milyar TL idi.
Hanehalkı borçları 509.1 milyar TL idi.
2018 yılının Ekim sonunda, toplam nakdi kredi borcu 2 trilyon 626 milyar TL’dir. Bunun 102.1 milyar TL’si, artık tahsil edilemiyor. Yani %3,7’si demek oluyor. Bu 2 trilyon 626 milyar TL borç, hanehalkının borçlarını içermiyor. Demek oluyor ki, borç miktarı azalmıyor, tersine artıyor. Bu, şirketler için de geçerlidir.
Yıllara göre, milli gelirin değişimi de aşağıdadır. 2018 henüz bitmemiştir, ama, TL cinsinden az bir miktar büyümesi, dolar cinsinden ise düşmesi beklenmektedir. 2018 başına göre dolar kurundaki artış, %43’ü geçmiş durumda olduğuna göre, milli gelirde beklenen büyüme %2 veya 3 düzeyinde kalırsa, 2018 milli gelirinin yaklaşık 650 milyar doların altında olması mümkündür.
yıllar milli gelir (milyar dolar)
2013 – 951
2014 – 934
2015 – 859
2016 – 857
2017 – 851
Şimdi, krizin ne demek olduğu konusunda bir fikrimizin oluşması mümkündür. Kriz, işçi ve emekçi halklar için büyük ölçüde işsizleşme, fakirleşme demek olacaktır.
İşte burada, neden işçi ve emekçilerin, bu denli bir kriz karşısında, daha büyük tepkiler ortaya koymadığı sorununu tartışmak mümkündür.
Borçlanma, her ailenin borçlu olması durumu, ne kadar yayılmış, ne kadar genişlemiş ise, insanların işlerini kaybetmemek için seslerini çıkartmaması o kadar etkili olmaktadır. Bir çocuğun kaçırıldığını, kaybolduğunu duyan bir kişi, kaçırılanın kendi çocuğu olmamış olmasından “sevinç” duymak ile, kaçırılan çocuğa üzülmek arasında gidip gelen duygular yaşamaktadır. Arabanın altında kalan bir kişiyi gören, bunun kendi ailesinden bir kişi olmaması nedeni ile “şükür” etmek ile, isyan etmek arasında gidip gelmektedir. Tren kazasında ölenin kendisi olmamasına sevinmeli mi, yoksa kahretmeli mi düşüncesi aynı anda kafada dolaşmaktadır.
İşten atılan arkadaşlarını duydukça, kendisinin işini kaybetmemiş olmasına sevinmek ile, sıranın kendisine ne zaman geleceğini düşünmek arasında gidip gelmektedir.
Tüm bu durum, işçilerin, halkın eylemleri ile tepki verme sürecini uzatmaktadır. Öfke, sürekli olarak öfke kesesine atılmaktadır, sürekli olarak biriktirilmektedir.
Bireysel davranış, kendini yalnız olarak düşünmek, çaresizlik üretmektedir. Bu da sinmişliği artırmaktadır.
Kendini yalnız ve çaresiz, zavallı düşünmek, borç yükünün altında daha da fazla ezilmek anlamına gelmektedir.
Ve işte örgütlülük, bu açıdan açıcıdır.
İşini, evini kaybetme korkusu, aç kalma korkusu, iş cinayetinde hayatını kaybetme korkusu, gerçekte, sadece sana, sadece bana ait değildir. Milyonlarca insan aynı durumdadır. Şirketlerin borçlarını ödememesini “normal” kabul ediyoruz, bankaları ve devleti soyanların hırsızlıklarını “normal” kabul ediyoruz, ama kendi borcumuzu ödememe durumunu “suç” olarak gören sisteme boyun eğiyoruz.
Örgütsüzlük, durumu çıplak olarak görmeyi de engellemektedir.
Borçluluk, daha fazla boyun eğmeye kapı açmaktadır.
Oysa örgütlülük, bu boyun eğmenin işe yaramayacağını, arkadaşın iş kazasında öldüğünde eve “sevinç” mi, kader mi duymalıyım duyguları ile gitmenin yanlış olduğunu anlamanın da yoludur.
Örgütlülük, bilinçlenmek, durumun bilincine varmak da demektir.
Bu durumun yaratıcısı, bu durumun faili, biz işçiler, çalışanlar değiliz.
Ama örgütsüzlük sürdüğü müddetçe, daha büyük baskılarla, daha büyük tehditlerle karşı karşıya kalacağız.
Sesimizi çıkardığımızda, greve gittiğimizde, sokaklara çıktığımızda karşımıza dikilen, tüm güçleri ile, medyası, polisi ve ordusu ile, hakimi ve mahkemesi ile devlettir. Onlar, örgütlüdür. Onların örgütleri, en başta devletin kendisidir.
Ve örgütlenmek, direnmek, en doğal hakkımızdır. Yaşama hakkımızı savunmanın başka yolu yoktur.