Conquistadorelere ve ardıllarına direnen Abla Yala*

“Sınanan yüreğimizdir
Bizim adımıza da
Dayan
Sürdür türkülerini”[2]

Metin Demirtaş’ın, “Vietnam hepimizin Vietnam’ı/ Kongo hepimizin Kongo’su/ Bir kere özsu yürümüştür dallara/ Patlayacaktır ağır sancılarla karanlıklar/ Varmak için o güzel yarınlara/ Bizim de dağlarımız vardır Che Guevera,” dizeleriyle müsemma başkaldıran Latin Amerika gerçeği, coğrafyamızın ’68’iyle 1971 başkaldırısını derinden etkilemiştir.

Hepimize “Bir insanın yaşayıp yaşamadığını atan nabzından değil, onurlu duruşundan anlarsınız”; “Her zaman gerçekleri savun! Takdir edilmese bile vicdanına hesap vermek zorunda kalmazsın”; “Hayatta öyle seçimler yap ki kazandığın şeyler, kaybettiklerine değsin”; “Özgürlük için, yaşamak için ve fırtınaya inat, dalgaya inat, ölüme inat,” diye haykıran “Che Guevara; deyim yerindeyse, doğumundan önce de vardı ve ölümünden sonra da var olmaya devam ediyor. Çünkü ‘Che Guevara’, insan ruhunda onurlu ve adil olan ne varsa onun adından başkası değildir,” biçiminde tanımlanırdı José Saramago’nun kaleminden.

Sadece Ernestro Che Guevera mı? Elbette değil; “Libertador” Simón Bolívar’da, “Korkuyu ortadan kaldıralım ve Amerikan özgürlüğünün temel taşını koyalım. Tereddüt etmek yok olmaktır,” derken eklerdi Fidel Castro da: “Kapitalizmi tiksindirici buluyorum. Kirli, kaba, yabancılaştırıcı… çünkü savaş, ikiyüzlülük ve rekabet üretiyor”;[3] “Dilenciye bir ekmek vermek yardımseverlik değildir. Asıl yardımseverlik, siz de dilenci kadar açken onunla ekmeğinizi paylaşabilmektir”; “Bir katilin, hırsızın başkan olduğu yerde dürüstler ya hapiste ya da mezardadır”; “Umut sonsuzdur! Ne zaman kendimi yalnız hissetsem, dünyanın bütün güçleri bağrımda toplanır!”; “İnsanlığı kurtarmak için bir şeyler yapılmak zorunda; daha iyi bir dünya mümkün.”

Kuşağımızı derinden etkileyen Latin Amerika’da devrimci/sol mücadelenin çeşitli dalgaları oldu; özellikle de 1989’da Venezuela’daki Caracazo Ayaklanması ardından…

Gelgitleriyle, “Latin Amerika’nın kesik damarları kanamaya devam etse de neoliberal kapitalist yıkımın onarılmaz hasarlara yol açtığı ‘acılı kıta’ yine, yeniden yüzünü sola dönmeye başladı…”[4]

“Güney Amerika’da sol yeniden ayağa kalktı…”[5]

“Bir kıtanın zaferi…”[6]

“ABD yıllardır bölge halklarının mücadelesini boğmak için elinden gelen her türlü baskıyı uyguluyor: Darbe, ambargo ve ekonomik sabotaja rağmen bölgede istediği sonucu alamıyor. Çünkü Latin Amerika ülkeleri yenilgiyi, teslimiyeti, geri dönüşü kabul etmiyor…”[7]

“Yeni bir sol rüzgâr esiyor…”[8]

“Güney Amerika’da yükselen ‘ikinci pembe-kızıl dalga’ kıyıları vururken ‘kesik damarlardan umut fışkırıyor!”[9] türünden umut manşetlere yansıdı. Ve elbette öne çıkarılan vurgularda gerçek(ler) gibi, gerçek olmayanlar da vardı.

O hâlde bunları anlamak ve anlatmak için yüzümüzü tarihe dönmek gerek(iyor).

ÖN ÇERÇEVE

Meksika’nın kuzeyinde Aztekler, Güney Meksika ve Guatemala’da Mayalar, Andlar Bölgesi ve Peru’da İnkaların (öteki binlerce topluluk ile) “Abya Yala”sında (Latin Amerika) Aztek ve İnkalar imparatorluklar, Mayalar ise site devletleri kurmuşlardı.

Demir ve atın olmadığı kıtada MÖ 7. yy.da Orta Amerika’da mısır evcilleştirilmiş; matematik, gök bilim (astronomi) geliştirilmiş, kent mimarisinde (örneğin Cusco tepeden bakıldığında kutsal hayvan Puma biçimindedir) görkemli eserler yaratılmıştı.

Kıtaya daha önce Viking denizcileri ayak basmıştı, ama -Avrupa’dayken köle ticaretiyle uğraşan- Kristof Kolomb (Christopher Columbus) Abya Yala’nın kaderini değiştirdi.

O merkantilizmin öncülerinden bir korsandı; günlüğünde en çok geçen sözcük ibareyse “altın” ve yine günlüğüne düştüğü ilk not: “Yerliler çok iyiler, on askerle onları köleleştirebiliriz,” satırlarıydı.

İlkin adalarda konuşlanan İspanyollar, sonrasında ana karaya seferler düzenlemeye koyuldular.

1500 başlarında Hernán Cortés Meksika’ya ulaştı. Azteklerce iyi karşılandıkları hâlde, onurlarına verilen şenlikte saldırıya geçip, kenti yakıp yıkarak çevresindeki kanalları moloz ve cesetlerle doldururlar. Ardından da yerliler işbirlikçilerin yardımıyla ve (bağışıklıkları olmayan) çiçek hastalığıyla yenilirler.

Sonrasında Peru’ya ulaşan Francisco Pizarro, Cusco’da hile ile kralı ele geçirip; istenilen fidyenin verilmesine ve kralın da Hıristiyanlığa geçmesine rağmen katleder.

  PIZARRO’NUN, CUSCO HİLESİ![10]

16 Kasım 1532 sabahı İnka ülkesindeki çocuklar yüzleri hayvanlar gibi kıllı ve kafalarında ters çevrilmiş tencere taşıyan garip insanlara kahkaha ile gülüyorlardı. Bu yabancıları ilk gördüklerinde önce korkup kaçanlar, hatta fenalaşıp bayılanlar olmuştu. Ama sonra aptal ve korkak mahlûklar olduklarına karar verildi. Hangi akıllı insan kafasında ters çevrilmiş bir tencere taşırdı ki?

Yabancılar görkemli Cajamacra kentinin yanında kamp kurarlar. İçlerinden biri, iki ağaç dalını çapraz biçimde bağlar ve yere saplar. Sonra ellerini kavuşturup mırıldanmaya başlar. Diğer yabancılar da kafalarındaki tencereleri ve ellerindeki demir boruları kenara bırakıp diz çöker ve eşlik ederler.

Onları uzaktan merakla izleyen Cajamacralılar bu hareketlere anlam veremezler. Zaten anlam veremedikleri o kadar çok şey vardır ki: Örneğin bu yabancılar neden yanlarında dört bacaklı büyük hayvanlar taşıyordur? O çok ağır gibi görünen demir borular ve parlak uzun bıçaklar nedir?

İnkaların en sevdikleri şey müzik ve dans. Dev binalar, geometri şaheseri havuzlar, altın heykellerle kaplı kentlerinde müziğin notaları, dansçı kız ve oğlanların yansımaları eksik olmaz. Yabancıları bu danslara davet etmek isteyen birkaç gözüpek genç kadın ve erkek çıkar. Ama onları ikna edemezler. Hatta neredeyse çıplak gezen ve sevgilileriyle istedikleri her yerde sevişen bu gençler, muhtemelen aynı yaşlarda oldukları anlaşılan yabancılar tarafından kovalanırlar. Sevişmeyi ayıplamak, dans etmeyi bilmemek, müzikten hoşlanmamak da nedir? İnkaların nerdeyse hepsi bu kişilerin deli olduğunda hemfikirdir.

Kafalarında tencere taşıyan insanlar Cavamacra kentine yaklaşırken İnka çocuklar bu nedenle kahkahalar atıyor olabilirler. Çünkü bilirsiniz, dünyanın her yerinde çocuklar delilerle alay eder ve eğer bir deliyseniz yapmanız gereken bir an önce çocuklarınızı da delirtmektir.

Yüz altmış dokuz erkekten oluşan küçük grup, kırk bin asker ve yüz bin kişinin yaşadığı dev kente yaklaşır. Kentin girişinde onları bekleyen İnka İmparatoru Athaulpa ve maiyetindeki altı bin asker vardır. Athaulpa yirmi askerin taşıdığı tahtında oturmaktadır. Yabancılar yanlarındaki dört bacaklı hayvanların iplerini sımsıkı tutarak Athaulpa’nın yanına yaklaşırlar.

Dansçılar ve müzisyenler neşeli gösterilerinin başlaması için komut bekliyordur. Yabancıların lideri olduğu anlaşılan bir adam, yanında duran ve boynunda “t” şeklinde bir kolye olan kişiye işaret verir. Bu, bir gün önce, ağaç dallarından tıpkı boynundaki kolye gibi bir totem yapan uzun siyah giysili kişidir.

Gizemli yabancı Athaulpa’ya yaklaşır. İmparator yabancıya altın bir bardak içinde, dağdan gelen buzlarla soğutulmuş chica ikram eder. Ancak yabancı bardağı iter ve chica’yı içmez. Bunun yerine elinde tuttuğu dikdörtgen nesneyi uzatır. Nesnenin üzerinde yabancının kolyesindeki işaretin aynısı vardır.

“Bu Tanrı’nın kitabı. Ona uy ve bize itaat et köpek. Aksi hâlde sizi öldüreceğiz,” der yabancı. Doğal olarak önce kimse anlamaz. Ancak bu sözü birkaç kez tekrarlayınca vücut dili ve sesindeki tonla ne demek istediğini herkes anlar. İmparator Athaulpa topu topu yüz altmış dokuz kişilik yabancı grubunun bu cüreti nereden bulduğunu düşünüp bir an afallar. Tarih sayısız örnekle göstermiştir ki her yenilginin sebebi bu afallama anlarıdır zaten.

Yabancılar aniden yanlarındaki hayvanların üzerlerine binerler ve ellerindeki demir borulardan gök gürültüsü gibi sesler çıkartırlar. Demir borular patlarken en ön saflardaki dansçı kızlar kanlar içinde yerlere yığılırlar. İnka askerleri, dört ayaklı hayvanların üzerine binmiş üstlerine gelen bu insanlar karşısında önce şaşkınlık, sonra panik duyarlar.

İnka ordusu birkaç saniye içinde dağılır. Dört ayaklı hayvanların üzerindeki yabancılar, İmparatorun tahtını tutmaya çalışan askerlerin üzerine hücum ederler. Ellerindeki keskin ve uzun bıçaklarla tahtı taşıyan askerleri birer birer keserler. Yere düşen İnka askerlerin yerine, bir başkası yetişir ama uzun bıçaklara karşı hiçbir şansları yoktur. Sonunda taht devrilir. İmparator yere yuvarlanır. Meydanda bir sessizlik olur.

İspanyol akıncıları, yere düşen imparatoru hemen öldürmezler. Onu halkının karşısında küçük düşürmek için prangalara vurur ve sergilerler. Çoğunluğu müzisyen, dansçı ve sanatçılardan oluşan İnka halkı dehşet içinde dağlara kaçışır. On binlercesi birkaç hafta içinde çiçek hastalığından ölecektir.

At, tüfek, kılıç ve çiçek mikrobu. Hiçbiri İspanyollara ait olmayan dört faktör, dünyanın en büyük uygarlıklarından birini kısa sürede yok eder.

Hasılı müthiş bir yerli soykırımı devreye sokulur: Fetih öncesinde kıta nüfusu 60-80 milyondu. Fethin 100. yılında 5 milyon yerli kaldı. Gasbettikleri topraklarda, madenlerde çalıştırmak için Afrika’dan köle getirdiler.

Lakin fetih o kadar kolay olmaz; yerliler direnirler; mesela 1520-1792 arasında sadece Meksika’da 304 kayıtlı yerli ayaklanması vardı; Tupac Amaru gibi…

Örneğin Maya yerlilerine reva görülen vahşeti Dominiken rahip Bartolomé de las Casas kayıt altına alıp, İspanyol kralına yollarsa da yazdıkları yasaklanır.

 MAYALAR[11]

Meksika, Belize, Honduras, El Salvador ve Guatemala başta olmak üzere dünyada 20-30 milyona yakın Maya yaşıyor. Birleşmiş Milletler (BM) Yerli Halkları Forumu üyesi olan Guatemalalı yerli lideri Álvaro Pop, Mayaların durumunu şöyle anlatıyor: “Mayalar tarih boyunca daima ucuz işgücü olarak görüldü. Bu bakış açısı, bugün de değişmiş değil. Mayalar, bir üretim aracı olarak görüldüğünden asla kamusal politikaların öznesi olmadılar.”

Mayaların asıl ihtişamlı dönemi 250-900 kesitindeydi. Uygarlık 1200 itibariyle çöküş sürecine girerken İspanyol ve Amerikan sömürgeciliğinin etkisiyle “ezilen Mayaların hikâyesi” başlıyor. Topraklarına el konularak yoksullaştırılan Maya halkı için kölelik dönemi de, hikâyelerinin en dramatik unsurlarından biri olarak tarihlerindeki yerini alıyor. Pop’un da dikkat çektiği gibi Mayaların günümüzde de bu ayrımcılıktan kurtulduğunu söylemek zor. Özellikle de 14 milyonluk nüfusunun yüzde 42’sini yüzde 80 yoksulluk oranıyla yaşayan yerli halkların oluşturduğu Guatemala’da. 1960’ta başlayıp 36 yıl süren iç savaşta Mayalar, CIA destekli darbeyle başa geçen General Efrain Rios Montt’un 1982-1983 arasındaki 17 aylık iktidarında soykırıma maruz kaldı. Ocakta soykırım ve insanlığa karşı suçtan yargılanmaya başlayan diktatör Rios Montt’un solcu gerilla hareketini bastırma hedefi kapsamında, Maya köylerinin yok edildiği katliamlara imza atıldı. 1999 tarihli BM raporuna göre, ordunun yürüttüğü “scorched earth” politikasının (düşmanın faydalanabileceği her şeyi yok etme) bilançosu, yerlilere yönelik 600 katliam oldu. On binlerce yerli, topraklarını terk edip Meksika’ya sığınmak zorunda kaldı. Pop, bu dönemi “Halkın fakirliğini arttıran dış etkenler, yerlilerin de genel nüfus içinde damgalanmasının önünü açtı” diye anlatıyor.

Yerli hakları için verdiği mücadeleyle 1992’de Nobel Barış Ödülü’nü alan aktivist Rigoberta Menchu da “scorched earth”ün hedefinin yerlileri daha da yoksullaştırmak olduğunu vurguluyor: “İç savaş, yerlileri hem bedenen hem ruhen yok etmek için bahane olarak kullanıldı. Mayaların maneviyatının kökünün kazınmak istendiğinin en önemli kanıtı güvenlik güçlerinin rahipleri hedef almasıydı.”

Ülkede Mayalar hâlâ toplumun en fakirleri olarak eğitim ve sağlık gibi temel hizmetlere sınırlı ulaşabiliyor. Dilleri resmen tanınmazken, Mayaların torunları da, topraklarından ediliyor. Bu sefer sebep hidroelektrik santralları ve maden arama projeleri…

Ardından Latin Amerika İspanya tarafından önce 2 sonra 4 vis/alt-krallık tarafından örgütlenir. Portekizlilere terk edilen Brezilya hariç her yer İspanyollarındır. Ve Latin Amerika İspanyollar, Kreoller (kıta doğumlu beyazlar), Mestizolar (karışık), köle yerliler, siyahilerden müteşekkildir.

Çok sonraları Kreoller XVIII. sonu ila XIX. yüzyıl başında Simón Bolívar, General Sucre, Peder Hidalgo (Meksika), José Martí (Küba Devrimi Önderi Şair) vb.leriyle bağımsızlık için ayaklanırlar.

XVIII. yüzyıl sonu ile XIX. yüzyıl başında siyasi yelpaze “Liberal” ve “Muhafazakâr” olarak bölünürken; bağımsızlık hareketlerinin başını liberaller çeker.

Daha sonra bağımsızlık hareketi yerli ayaklanmalarını tetikleyince, Liberallerle Muhafazakârlar uzlaşır. Krallıklar kurulur… (Meksika’da Napolyon’un girişimi).

Büyük toplumsal altüst oluşla XX. yüzyılın başında, bu kez Mestizolar önderliğinde cumhuriyetler kurulur. Emiliano Zapata, Pancho Villa vb.leriyle Latin Amerika’nın bugünkü siyasi coğrafyasını oluşacaktır.

1920’li yıllarda liberal ekonomi-politika izlenir. Esas itibariyle kıtayı bir hammadde deposu olarak gören ABD’ye Nikaragua’da Augusto César Sandino, El Salvador’da siyahiler ile birlikte ayaklanıp, kurşuna dizilen komünist Farabundo Martí meydan okur.

1929 dünya ekonomik bunalımı Latin Amerika ekonomilerini çökertir.

1940’lardan itibaren devletçi, ithal ikameci model öne çıkar(tılır); Meksika örneğinde olduğu gibi…

1950’lerden itibaren ulusal sanayi politikalarıyla; kırsal sektörün çökmesi ve göç devreye girer…

Ekonomik istikrarsızlık ve çalkantılar ile askerî diktatörlükler. ABD destekli muz cumhuriyetlerinde komünist partiler güçlenir… Küba Devrimi kıtayı sarsar…

Arjantin (1976-1983), Bolivya (1969-1982), Brezilya (1964-1985), Şili (1973-1990), Ekvador (1972-1979), El Salvador (1931-1980), Guatemala (1970-1986), Honduras (1972-1982), Nikaragua (1932-1979), Panama (1968-1989), Paraguay (1954-1993), Peru (1968-1980), Surinam (1980-1988), Uruguay’da (1981-1985) ABD kuklası diktalar sahneye çıkar.

“GÜNEY AMERİKA’DA DARBELER TARİHİNE BİR BAKIŞ”[12]

BREZİLYA

Brezilya’da 1964’te askerler, seçimle işbaşına gelen João Goulart hükümetini devirerek yönetime el koydular. Askerî diktatörlük 21 yıl süresince devam etti ve 1985 yılında sona erdi. “Komünizme karşı” yeni kalkınmacı bir modeli getiren askerî rejim, “ulusal güvenlik” adı altında diğer Latin Amerika diktatörlüklerinin yolunu izledi. ABD, bu ülkedeki askerî darbeyi, diğer Latin Amerika ülkelerinde yaptığı gibi bütün gücüyle destekledi.

İşkence ve muhaliflere yönelik infazlar, yoğun olarak görüldü bu sürede, birçok insan tutuklandı.

Psikolojik ve fiziksel işkence yaşı, cinsiyeti, moral değerine bakmaksızın, “yıkıcı faaliyetlerinden” şüphelenilen tüm kurbanlara uygulandı. Bu, o kadar büyük bir ağrı idi ki, aynı zamanda şiddet ruhunda çatışmaya neden oluyor ve kurban bunun etkisiyle ne isteniyorsa söylüyor, kendi değerlerine karşı sistemden yana olduğunu belirtiyordu.[13]

Ayrıca kurbanlara karşı cinsel şiddet de, yaygın bir yöntem olarak uygulandı.

Comissão Nacional da Verdade (CNV) (Gerçekleri Araştırma Komisyonu), kadınlara karşı bu dönemde büyük bir şiddet uygulandığını, ayrıca bu sürede 434 insanın öldürüldüğü ya da kaybedildiğini rapor ediyor.[14]

Bu baskılara, homoseksüeller, yerliler ve bazı dinsel inanışlara sahip insanlar da maruz kaldılar. Yine de bütün bu baskı ve işkencelere karşın, sonuçları itibariyle Brezilya’da diktatörlük görece, diğer Amerikan ülkelerinden daha az ihlâle yol açmıştır. Diğer ülkelerin çoğunda ise diktatörlük kurbanları binlerle, on binlerle ifade edilmektedir.

Brezilya’da işkencenin polis merkezlerinde yaygın bir yöntem olarak hâlâ kullanıldığı ve yargısız infazların olduğunu uluslararası insan hakları kuruluşları rapor ediyor.

ARJANTİN

Arjantin’de 1930, 1943, 1955,1962, 1966 ve 1976 yıllarında altı kez askerî darbe gerçekleşti. Son olarak 1976 yılında gerçekleşen askerî darbe sonuçları itibariyle, Latin Amerika’nın insan hakları ihlâllerinin en yoğun olduğu darbelerinden birisi olarak tarihe geçti. 1983 yılına kadar devam eden dikta rejimine General Jorge Rafael Videla önderlik etmişti.

Yaklaşık 30 bin kişi gözaltında kaybedildi. Bunların birçoğu ayaklarına taş bağlanarak ve iğne yapılarak helikopterlerden okyanusa atıldılar.

Darbeciler, kendilerine o denli güveniyorlardı ki, yaptıkları insanlık vahşetini gizleme gereği bile duymuyorlardı.

Videla, 14 Eylül 1977’de bir ABD televizyonuna şöyle konuşuyordu:

“Kayıp kişiler, Arjantin’in bir gerçekliği olarak kabul edilmelidir. Sorun bu gerçekliği kabul ya da inkâr etmek değil, ama bu insanların kayboluş nedenlerini bilmektir.”

Diktatörlük sonunda, Raúl Alfonsin hükümetince oluşturulan CONADEP’e (Comissão Nacional sobre o Desaparecimento de Pessoas; Kayıplar İçin Ulusal Komisyonu) göre kayıpların sayısı 9 bin kişidir. Fakat bu sayı, Arjantinli Mayıs Anneleri’ne göre ise en az 30 bindir. 40 bin olduğunu iddia edenler de vardır.

Daha sonra resmî olarak kayıpların sayısı 13 bin olarak güncellendi.[15] Bu kurbanların çoğu 35 yaşından küçük genç insanlardı.

On binlerce insan vahşi yöntemlerle işkenceden geçirilmiştir. Bu işkence yöntemleri arasında, tutukluyu soğuk bir hücrede çırılçıplak bekletmek, cinsel tecavüz ya da taciz, psikolojik işkence, boğma… gibi yöntemler de vardı.

Yıllar sonra bütün ölüm ve işkencelerden sorumlu, aralarında rütbeli askerlerin de bulunduğu bazı kişiler yargılanarak cezalandırıldı.

Ama yine de Mayıs Anneleri, tam ve geniş ölçüde darbe ile hesaplaşmanın olmadığını ve sembolik düzeyde kaldığını savunuyorlar.

ŞİLİ

11 Eylül 1973 tarihinde seçimle işbaşına gelen sosyalist başkan Salvador Allende’yi deviren, General Pinochet yönetime el koydu. Augusto Pinochet, darbenin ardından başkan ilan edildi. ABD’nin tam destek verdiği askerî darbe, büyük boyutlu insan hakları ihlâllerine neden oldu. Pinochet 1990 yılına kadar görevde kaldı. Binlerce kişi öldürüldü, vahşi işkencelerden geçirildi.

Örneğin bir rapora göre,[16] diktatörlük süresinde 3 bin kişi öldürüldü, 37 bin kişi hapse konuldu ve işkence gördü.

Gözaltında kayıp olgusunun görüldüğü 350 vaka tespit edildi. Gerçek sayıların ise, bundan çok daha fazla olduğu söyleniyor. Rüşvet ise özellikle bu sürede oldukça yaygındı.

Daha sonraları Gerçekleri Araştırma Komisyonu’nun raporlarını da dikkate alan Başkan Sebastián Piñera, 2011 yılında askerî darbenin 40 bin kurbanı olduğunu kabul etti. Sonuçları itibariyle Latin Amerika’nın en sert askerî darbelerinden birisiydi bu.

URUGUAY

Uruguay’da sivil-askerî diktatörlük 1973-1985 üzerinde arasında hüküm sürdü. Radyo ve televizyonda 27 Haziran 1973’te Bordaberry tarafından yapılan konuşma, ülkedeki diktatörlüğün başlangıcının bir işareti oldu. Bu gün, Cumhurbaşkanı Juan María Bordaberry silahlı kuvvetlerin desteğiyle ilkelerini tazeledi.

1976’da Juan María Bordaberry hükümeti askerî yeni önlemleri açıkladı, buna göre:

Siyasi partilerin kaldırılması;

Ulusal egemenlik Silahlı Kuvvetler Başkanı ve Başkanları Komutanlar tarafından entegre, halk oylaması yoluyla veya dolaylı Millet Konseyi tarafından icra edilir; Millet Konseyi tarafından beş yıllık bir süre için seçilen Cumhurbaşkanı ile temsili demokrasinin ortadan kaldırılması kabul edildi.

Uruguay’daki diktatörlük, diğer Latin Amerika ülkelerinden olduğu gibi ABD tarafından desteklendi.

Uruguay’da Marksist gerilla örgütü Tupamaroların üyeleri hapsedildi, öldürüldü ve işkenceye uğradı. Yaklaşık 300 Tupamaro öldürülürken 3 bini de hapsedildi. Bazı tutuklulara on iki yıla kadar hücre cezası verildi.

2009’da Uruguay’da devlet başkanlığı seçimini, 9 kez vurulan, 2 kez cezaevinden kaçan, 12 yılını hapiste geçiren José Mujica kazandı.

 BOLİVYA

Bağımsızlık sonrası Bolivya’daki siyasal yaşam sık sık kesintiye uğramıştır. Ülkenin ulusal bağımsızlığını kazandığı 1825’ten günümüze değin, onlarca darbe, ondan fazla değişik anayasa ve seksen civarında cumhurbaşkanı görüldü.

1964’te ABD desteğiyle bir askerî darbe gerçekleştirildi.

Temmuz 1966’da, René Barrientos bir sivil olarak cumhurbaşkanı seçildi. Barrientos, Nisan 1969 yılında bir helikopter kazasında öldü; iktidara kısa ömürlü hükümetler geldi ama, Ağustos 1971’de Juan José Torres genel hükümeti, Albay Hugo Banzer tarafından devrildi.

Özellikle La Paz ve Santa Cruz’da Banzer rejimine direnen 98 kişi öldürüldü, 560 kişi yaralandı.[17]

Banzer rejimi tarafından işçi hareketi kaldırıldı, tüm sivil haklar askıya alındı ve madencilik merkezlerine asker gönderildi. 1978 yılında, Banzer istifa etti ve askerî cunta iktidarı ele geçirdi. 1982 yılında “demokrasiye” tekrar geçildi.

1964-1982 arasındaki askerî hükümetler döneminde, bu ülkede işkence de dâhil olmak üzere insanlığa karşı suçlar işlendi. Darbe süreci kurbanları ve yakınları, o sürece ilişkin taleplerine ve hâlâ bir yanıt bekliyorlar.

PARAGUAY

Paraguay, 1864-1870 tarihleri arasında Brezilya, Arjantin ve Uruguay ile savaştı. Paraguaylı diktatör Francisco Solano Lopes’in amacı, yeni topraklar fethetmek ve Atlantik Okyanusu’na bir çıkış elde etmekti.

Bu savaşta, sivil ve asker olmak üzere toplam yaklaşık 300 bin kişi yaşamını yitirdi, Paraguay nüfusunun yüzde 20’sini yitirdi (Özellikle de erkek nüfus).[18]

Ayrıca bu savaşta, Paraguay endüstrisi de çöktü.

1904 ve 1954 kesitinde Paraguay’da 31 cumhurbaşkanı görev yaptı, bunların çoğu zorla görevden alındı.

Paraguay 1930’da bu kez Chaco War olarak isimlendirilen savaşta, Bolivya ile bir süre savaştı.

1954-1989 kesitindeki diktatör Alfredo Stroessner Matiauda döneminde insan hakları ihlâlleri de yoğunlaştı.

Bu süre içerisinde verilere göre, 3 ya da 4 bin kişi öldürüldü, 400 ya da 500 kişi ise gözaltında kaybedildi.[19]

Uzun süren diktatörlük sürecinden sonra sivil cumhurbaşkanı Juan Carlos Wasmosy 1993 yılında göreve geldi.

PERU

Nüfusunun çoğu yerli olan bu ülkede de diğer Latin Amerika ülkeleri gibi tarihsel olarak birçok askerî darbe yaşanmıştır. 1968’de Juan Velasco Alvarado yönetimi altındaki bir askerî cunta, kansız bir darbe ile hükümeti devralarak, sosyal bir sistem yerleştirmeye çalışır. Daha sonra General Velasco 1975’te General Francisco Morales Bermúdez tarafından devrilir.

1990-2000 kesitinde Alberto Fujimori yetkilerini bir diktatör kadar artırdı ve insan hakları ihlâllerinde bulundu; işkence, yargısız infaz vb… Fujimori yönetimi altındaki ülkede yolsuzluk ve rüşvet de büyük boyutlara ulaşmıştır.

Fujimori, o sürede güçlü olan Aydınlık Yol gerillalarının eylemlerini gerekçe göstererek baskıcı, sert bir yönetim politikası izledi.

Fujimori, örgütlerin önde gelen üyelerine suikast, örgüte destek verildiğinden şüphelenilen köylerin boşaltılması, örgüt üyesi olduğundan şüphelenilenlerin yargısız infaz edilmesi gibi uygulamaları gerçekleştirir. İnfaz timleri, toplama kampları, hâkimlerin yüzlerinin gizlendiği temyiz olanağı olmayan askerî mahkemeler, bu dönemde görülen uygulamalardandır.

Daha sonra diktatör, ülkeden kaçar, ama geri getirilerek yargılanır.

Peru Yüksek Mahkemesi, Fujimori’yi görevi suiistimal etmek suçundan 6 yıl hapis ve 92 bin dolar para cezasına çarptırır. Süren diğer mahkemede ise 7 Nisan 2009’da alınan karar sonrasında, 1990’lı yıllarda örgütlediği ölüm timlerinin yol açtığı 25 yargısız infaz sebebiyle 25 yıl hapis cezası alır.

2009 yılı temmuz ayında rüşvet vermekten 7.5 yıla, eylül ayındaki mahkemede ise hukuk dışı yollarla haberleşmenin dinlenmesi ve gazeteci, politikacı ve sanayicilere rüşvet vermekten 6 yıla mahkûm edilir.

Fujimori bu son iki suçlamayı kabul ederek, suçluluğunu itiraf etmiştir.

EKVADOR

Yüzyıllarca koloni yönetimleri altında yaşamış olan bir ülkedir.

1972’de askerî darbe ile José María Velasco Ibarra yönetimi devrildi.

1972-1979 kesitinde, ülke askerî cunta tarafından yönetildi. Bu sürede, ekonomi giderek kötüleşirken, insan hakları ihlâlleri de arttı. Basına yönelik sansür, düşünce özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar, devlet görevlileri arasında yaygın rüşvet ilişkileri gibi birçok uygulama bu sürede görüldü.

1972-1976 kesitinde, ülke General Guillermo Rodriguez Lara yönetimindeydi. Bu sürede ulusal-kalkınmacı bir devlet modeli izlendi.

KOLOMBİYA

1948 ve 1953 arasındaki iç savaşta, 300.000 kişi öldü. 1953-1957 kesitinde askerî cunta iş başında idi.

1953’te Kolombiya’da askerî darbe, Silahlı Kuvvetler Genel Komutanı General Gustavo Rojas Pinilla, tarafından Cumhurbaşkanı Laureano Gómez’e karşı yapılmıştır. General Gustavo Rojas Pinilla geçici başkan olarak atandı; 1954’de Anayasa Konvansiyonu onu bir kararname ile dört yıllık bir dönem için başkan seçti.

Askerler tarafından yürütülen sayısız cinayet kampanyası, her zaman seçimlerin ana temalarından biri oldu. BM, bile ülkenin güvenlik politikasında “ciddi sorunlar” tespit ediyor.[20]

FARC (Forças Armadas Revolucionárias Colômbia=Kolombiya Silahlı Devrimci Güçleri) ile hükümet güçleri arasında silahlı çatışmalar yıllarca devam etti.

Savaş ortamı, sivilleri de etkiliyor ve birçok insan hakları ihlâli gerçekleşiyor. FARC ile devlet güçleri arasındaki savaşta on binlerce insan hayatını yitirdi.

VENEZUELA

Venezuela’nın tarihi devrimlerle ve darbelerle doludur. 1835, 1858, 1899 devrimleri ve 1908, 1945, 1958, 1958 askerî darbeleri gibi…

Askerlerin maaşlarında yapılan kesintiler ve askerî teçhizatı modernleştirme isteği, 1948’de bu ülkede, askerî cuntanın egemenliğini getirdi.

1952 yılında yapılan seçimleri muhalefetin kazanacağının anlaşılması üzerine, askerî cunta seçimleri iptal etti ve darbeci General Pérez Devlet Başkanı ilan edilerek 1958’e kadar işbaşında kaldı. O da, bütün diktatörler gibi, eleştiriye karşı hoşgörülü değildi ve muhalefeti acımasızca takip ve baskı altına aldı. General Pérez, bütün muhaliflerini “komünist” olarak niteledi, işkencelerden geçirdi ve acımasızca ezdi.

Nisan 2002’de zamanın Devlet Başkanı Hugo Chávez’e karşı, sonucu başarısız bir darbe girişimi yapıldı. Chávez, birkaç gün askerlerce hapsedildikten sonra, halkın desteği ile yeniden başkanlığı devraldı.

Hugo Chávez’in 2013’te ölümünden sonra ise, yine aynı partiden Nicholas Maduro, devlet başkanı seçildi.

Cemal Süreya’nın, “Şelaleye/ Düşmüştür/ Zeytinin dali/ Celaliyim/ Celalisin/ Celali” dizelerindeki üzere her türlü zulme rağmen Marksist-Leninist, Maoist gerilla hareketleri devrededir: Che Guevara, Carlos Marighella (Brezilya kent gerillası), Peru Aydınlık Yol, Kolombiya FARC, Guatemala URNG, El Salvador FMLN, Nikaragua’da Sandinistler vd.leri…

Lakin ABD emperyalizmi de gerilla isyanlarına karşı Pentagon’un kontrgerilla eğitim merkezi School of Americas/ Amerikalar Okulu’nun paralı askerleri ve büyük toprak ağalarının paramiliterleriyle -kayıplar, faili meçhuller, köy yakmalar, işkenceler, helikopterden atmalar vs. ile- isyanların karşısındadırlar.

Özetin özeti: İster Vikingler, ister Kızıl Eric, ister Cenevizliler, ister Kolomb, ister İspanyollar, ister Amerigo Vespucci, ABD vd.leri olsunlar, fetih gerçeğidir onlar açısından Latin Amerika tarihini belirleyen. Yani işgalcilerin, yerlileri soykırıma uğratarak topraklarını zapt etmesidir esas olan…

BİRAZ TARİH

1492’de Kristof Kolomb’un Nina, Pinta ve Santa Maria gemileri Amerika kıyılarına yanaştığında onları Arawak yerlileri karşıladı…

Kolomb yerlilerle ilgili ilk izlenimlerini İspanya Kraliçesine şöyle yazmıştı: “Bu insanlar o kadar yumuşak başlı, barışsever ki, yeryüzünde bunlardan daha iyi bir ulus bulunmadığına Majestelerinizin önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri kadar seviyorlar, konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gülümsüyorlar; gerçi çırılçıplak dolaşıyorlar ama davranışları terbiyeli ve övgüye değer.”

Seyir defterine şunları da eklemişti: “Onlara kılıçlarımızı gösterdik. Demir silahları ilk kez gördükleri belli. Kesmenin ne demek olduğunu bilmediklerinden, bazıları kılıçların keskin tarafını tutunca ellerini kestiler. Bu insanlar ne herhangi bir mezhebe bağlılar ne de puta tapıyorlar. Kötülüğü tanımıyorlar, birbirlerini öldürmeyi bilmiyorlar. Hiç silahları yok… Yerliler son derece sade, dürüst ve eli açık insanlar. Herhangi birinden sahip olduğu herhangi bir şey istenince hemen veriyorlar. Kötülüğün ne olduğunu hiç bilmiyorlar, çalmıyorlar, öldürmüyorlar. Komşularını kendileri kadar çok seviyorlar. Dünyada onlar kadar tatlı dilli insanlar yoktur. Her zaman gülüyorlar.”

Bir de not düşüyordu: “Bu insanların çalıştırılması, ekin ekmesi, gerekli her işe koşulması ve bizim (Avrupalıların) gelenek ve göreneklerimizi benimsemesi gerektiği kanısındayım.”

Ardından katliam başladı. Sakallı yabancılar altın ve değerli taş aramak için köyleri yağmaladı, yakıp yıktı. Yüzlerce kadını, erkeği, çocuğu kaçırdılar. Kadınlara tecavüz ettiler. Direnen erkeklerin kulaklarını kestiler, kafa derilerini yüzdüler. Gemilerine atıp köle olarak satılmak üzere Avrupa’ya götürdüler. Kolomb’un 12 Ekim 1492’de San Salvador sahiline ayak basmasının üzerinden on yıl bile geçmeden bütün kabileler, yüz binlerce insan yok edildi.

Ardından akın akın geldiler. Tüm Amerika kıtasını cehenneme çevirdiler. Katliamlara papazlar da katıldı. Katolik olmayı kabul etmeyen yerli şamanlar ayaklarından asılarak canlı canlı yakıldı.

Kolomb Amerika’ya ulaştığında dünya nüfusunun 5’te biri yerliler idi. Nüfusları 70 milyonu geçiyordu. 1492’den bugüne sadece 2 milyon kaldılar..

Dünya tarihinin en büyük soykırımını yapan Avrupalı istilacıların katliamı tanıkların satırlarına şöyle yansıdı.

Bartolomé de las Casas:[21] “İspanyol istilacılar her geçen gün daha kibirli oluyordu. Aceleleri varsa yerlilerin sırtına biniyorlardı. İspanyolların canavarlığı sınır tanımıyordu. Bir gün ikisi de birer papağan taşıyan iki yerli çocuğa rastlayan iki papaz, papağanları aldılar ve sırf zevk olsun diye çocukların kafasını kestiler”…

“Ben Küba’da iken üç ayda yedi bin çocuk öldü. Acıdan çılgına dönen bazı anneler bebeklerini nehirde boğuyorlardı… Böylece erkekler madenlerde, kadınlar ağır çalışma içinde ve çocuklar da süt bulamadıkları için ölüyordu… Bu kadar büyük, güçlü ve verimli topraklar kısa sürede boşaldı. İnsanlığa o kadar yabancı olan tüm bunları kendi gözlerimle gördüm ve şimdi bile yazarken ürperiyorum”…

“Memeden kesilmemiş bebekleri annelerinin göğsünden alarak onları en uzağa fırlatma konusunda birbirleriyle yarıştılar”…

“Tanrı’nın hususî takdiriyle savaştan kaçan yerlilerin tamamına yakınını çiçekten öldürdük. Tanrı topraklarımızı temizledi”…

Massachusetts Körfezi Kolonisi’nin ilk valisi John Wintrop: “Yerlileri yakıyorduk. Onları böyle ateşte kızarırken ve bu ateşi söndüren kan gölünde görmek korkunç bir manzaraydı, çürüyen cesetler ve bunlardan yayılan koku berbattı fakat zafer tatlı bir fedakârlık gibiydi… Bizlere olağanüstü yardımlarda bulunarak bu kadar gururlu ve kibirli bir düşmanı elimize düşüren, bu kadar çabuk bir zafer bahşeden Tanrı’ya şükranlarımızı sunarız”…

Plymouth Kolonisi’nin Valisi William Bradford: “Yerlilerin hamal olarak kullanılmasını kınamıyorum. Ancak bir adamın bir domuza ihtiyacı varken 20 tane öldürüyordu. Yerliye ihtiyaç duyduğunda bir düzine alıyordu. Metreslerini omuzlarda taşınan hamaklar içinde yoksul yerlilere taşıtan birçok İspanyol vardı. Bu uygulamalar esnasında yerlilerin maruz kaldığı kötü muameleler, zararlar, soygunlar, haksızlıklar ve büyük kötülüklerin sayılması istense bunun sonu gelmez. Çünkü onlar için Yerlileri öldürmek, yararsız hayvanları öldürmekle birdi”…

Cieaze de Leo: “Yerlilerin eğer altını yoksa çocuklarını satarlardı. Eğer çocukları da kalmamışsa kendi hayatlarını verirlerdi. Bu haraçları veremediklerinden ötürü Yerliler işkence acıları altında ya da gaddarca zindanlarda öldürülürdü. Zira İspanyollar onlara hayvanî bir vahşilikle muamele ediyor ve onları hayvandan daha aşağı görüyorlardı. Yerlilerin cesetleri köpeklerin önüne yem olarak atılıyor, vücutlarından yaralara iyi gelebilecek bir yağ üretiliyordu. Yerli kadınlar sıra hâlinde direk ve ağaçlara, çocukları da onların ayaklarına asılıyordu”…

Papaz Motolinia: “Sırf eğlence olsun diye, kadın erkek demeden yerli halkın ellerini, burunlarını ve kulaklarını kesip kopardıklarını ve bunun bölgenin değişik yerlerinde defalarca tekrarlandığını kendi gözlerimle gördüm.”

David de Vries: “Askerler pek çok yerliyi uykularında öldürdüler. Annelerinin göğüslerinden çekilip alınan bebekler anne-babalarının gözleri önünde kılıçla parçalanıyor ve bebeklerin parçaları ateşe atılıyordu. Kundaktaki bebekler beşikleri içinde parçalanıyor, kafaları eziliyor, en taş-yürekli adamın bile vicdanını sızlatacak bir vahşilikle öldürülüyorlardı. Bazı bebekler nehre atıldı, onları kurtarmak için anne ve babaları da suya atladı. Ama askerler ne çocukların ne de anne-babaların sudan çıkmalarına izin vermediler, hepsi boğuldu”…[22]

ÖZGÜRLÜK TEOLOJİSİ

Latin Amerika yerlileri açısından kritik bir önemi olan özgürlük teolojisinin atası, tabir-i caiz ise Bartolomé de las Casas’tır.

Biraz gerilere gidecek olursak, “Din üst tabakalara çıktıkça da doktrinerleşir, saflaşır; egemene ait olur; tabana indikçe senkretikleşir,[23] halkçılaşır, çeşitlenir,” gerçeğini kanıtlayan Thomas Müntzer’den Kolombiya’da Camilo Torres’e, El Salvador’da başpiskopos Óscar Romero’ya uzanan güzergâhta Latin Amerika’nın çeşitli ve çoğulcu yapısı senkretizme mümbit bir zemin sunar. Bu nedenle de Avrupa’da değil, Latin Amerika’da boy vermiştir (Elbette Avrupa’da 1940’larda Fransa’da işçi rahipleri olduğunu; XX. yüzyıl başlarındaki Papa XIII. Leon’un, “Kilise yoksullar ve emekçilerin sorunlarıyla ilgilenmeli,” dediğini unutuyor değilim).

Kurtuluş teolojisi yanlısı çıplak ayaklı rahipler, köy köy dolanırlar; askerî diktatörlüklere karşı çıkıp Hıristiyanlığı yayarlar… İçlerinde Marksizmi benimseyenler var… Hem Vatikan’ın hem de askerî diktatörlüklerin boy hedefi olurlar…

Bunda şaşırtıcı bir şey yok: Karl Marx’a göre, din sınıflı sömürücü hayatın bir yansımasıdır. Bu yansıma doğru veya yanlış ama gerçektir. İşte bu gerçek, aynı zamanda var olan koşullara bir itirazdır.

Aydınlanma düşüncesi ise, dinin, gericilikten ve hurafelerden ibaret olduğunu ifade eder. Karl Marx’ın amacı ise dini, dinamik ve sosyal, yani koşullara göre değişebilen bir olgu olarak ele almaktır. Böylece din, farklı toplumsal dinamikleri ifade eden, yansıtan bir olgudur. Diyalektik düşünce açısından da tutarlı bir tespittir bu.

Michael Löwy, “Marksizm ve Din” kitabında,[24] Marksizm açısından dinin sol okumalarının altını çizerken; Karl Marx dinin aynı zamanda bir protesto şekli olabileceğini belirtir. Örneğin Latin Amerika’da direnişçi bir papaza işkence yapan polisler, “Ateist komünistlerle ne işin var?” demişler. Papaz “İnsanlar ateistler ve müminler diye ikiye ayrılmaz, insanlar ezenler ve ezilenler diye ikiye ayrılır,” demiş. İşkenceciler “Ama onlar dinin afyon olduğunu söylüyor,” diye karşılık vermiş. Papaz net bir şekilde itiraz etmiş: “Bu dünyanın zenginliğini kendilerine alıp yoksullara ise öbür dünyanın nimetlerini bırakan zenginler dini afyon olarak kullanan gerçek kişilerdir.”[25]

Devrimci Hıristiyan, papaz, Nikaragua devrimi eski kültür bakanı, şair Ernesto Cardenal’ın, “Vatikan’ın Hıristiyanlığa bakışı karşısında devrimci Hıristiyanlığı savunuyoruz. Tepkisel tavırdır bu. Özgürlük Teolojisi yoksullar içindir. Yoksullar için bir dindir ve yoksul insanları devrimci bir tavra yöneltmiştir,”[26] ifadesindeki üzere…

Ancak Latin Amerika kiliselerinin büyük bölümünün sağcı iktidarların başlıca müttefiki olması elbette şaşırtıcı değil!

KÜBA

Katolik dünyasının ruhanî lideri Papa XVI. Benediktus’un ziyaret ettiği Küba, Latin Amerika’nın sosyalist ülkesi olması itibariyle diğer ülkelerden farklı. Zira temellerini materyalizmden alan komünist ideoloji Küba’da iktidarda. Ancak Papa, ülkenin ateist liderleri tarafından son derece sıcak bir şekilde ağırlandı, kiliseye fazla uğramayan Kübalılar onu görmek için sokaklara döküldü. Yine de ülkenin sosyalizmden vazgeçmesi yönündeki çağrıları kabul görmedi. 1959’daki Küba Devrimi’nin ardından Batista diktatörlüğüne destek verdikleri gerekçesiyle 100’ü aşkın din adamı sürgüne gönderilmiş, kilisenin birçok mülküne el konmuş ve en az 350 Katolik okulu millileştirilmişti. Devrimin lideri Fidel Castro, ünlü “Fidel ve Din” kitabında ateist olmayanların Küba Komünist Partisi üyesi olmayacağını, çünkü tüm üyelerin Marksizm-Leninizme bağlı olmasını beklediklerini belirtmişti. Küba, 1992’de dinî özgürlükleri anayasal güvenceye aldı. Küba yönetiminin kiliseyle köprüleri yeniden kurmaya başladığı tarih ise, Papa İkinci John Paul’un ülkeyi ziyaret ettiği 1998 oldu. Nüfusun sadece yüzde 10’unun kendisini inançlı bir Katolik olarak tanımladığı ülkede dinin toplumsal hayattaki etkisi son derece sınırlı. Afrikalı kölelerin kıtaya getirdiği Santeria inancı ve yerli inanışları da Katolik dini üzerinde etkiye sahip.

VENEZUELA

Latin Amerika’da solun yeniden yükselişe geçmesinde hatırı sayılır etkiye sahip Devlet Başkanı Hugo Chávez, aynı zamanda inançlı bir Katolik. Hem Marksist hem Hıristiyan olduğunu söyleyen Chávez, yoksul ve dindar taraftarları için adeta “gökten yere inen İsa”. Chávez, yaptığı bir konuşmada “İsa’nın kapitalist olduğunu kim söyleyebilir? İsa hepimizden daha radikaldi,” demişti. Ancak Katolik Kilisesi ve Chávez arasındaki ilişki pek de sorunsuz değil. Dönemin piskoposu Kardinal Velasco, 2002’de Chávez’e yönelik başarısız darbe girişimini destekledi. Chávez ise, 2007’de Brezilya’yı ziyaret eden Papa XVI. Benediktus’un Roma Katolik Kilisesi’nin Latin Amerika’daki halkları arındırdığına ilişkin sözlerinden dolayı yerlilerden özür dilemesi gerektiğini söyledi. Chávez, “Bu topraklardaki yerli soykırımı yapıldığını Papa dâhil hiç kimse inkâr edemez. Nasıl olur da tüfeklerle gelenlerin hiç baskı yapmadan kıtayı Hıristiyanlaştırdıkları söylenebilir,” dedi.

BOLİVYA

Ülkenin ilk yerli lideri Evo Morales, Hıristiyanlıkla yerel dinlerin karışımından oluşan bir inanca sahip. Katolik Kilisesi’ne karşı kendi inançlarını korumaya çalışan yerlilerin sözcüsü olarak kiliseyle ilişkileri gergin. Ancak halkın yüzde 80’ine yakınının Katolik olduğu ülkede kiliseyle ters düşmek pek iyi bir fikir olmadığından, Morales bu konuda dikkatli adımlar atıyor. Yine de Morales 2009’da din adamlarının muhalefetine isyan ederek, “Kilise hükümetimizin uygulamaya çalıştığı reformların en büyük düşmanı,” demişti.

EKVADOR

Latin Amerika solunun genç lideri Rafael Correa, kendisini “hümanist Katolik” olarak tanımlıyor. ABD karşıtı açıklamaları ve sosyalizme göz kırpan politikalarıyla dikkat çeken Correa, Marksist solun değil, Hıristiyan solunun bir temsilcisi olduğunu her fırsatta dile getiriyor. Ancak sağcı partilere destek veren kilise ile iktidar arasında tansiyon yüksek. Correa 2008’de papazların anayasal değişikliğe karşı başlattığı kampanyaya ateş püskürerek, gençlere ülkeyi karanlığa götürmek isteyenleri dinlememe çağrısı yapmıştı.

NİKARAGUA

Ülkede Somoza diktatörlüğünün 1979’da yıkılmasında Katolik rahip Ernesto Cardenal’in çok büyük rolü olmuştu. Solcu gerilla hareketi Sandinistlerin üyesi olan Cardenal, aynı zamanda devrimci bir şair ve 1979-87 arasında Sandinist hükümetin kültür bakanıydı. Sandinistler 2006’da yeniden iktidara geldiğinde, eski devrimci söylemlerin büyük bölümünden vazgeçmişlerdi. Koltuğunu geri almak için Kilise’ye sıcak mesajlar veren, hatta kürtajın yasaklanmasını destekleyen Sandinist lider Daniel Ortega, solcular tarafından sert bir şekilde eleştirildi. 2006’da yeniden Devlet Başkanı seçilen Ortega, artık kendisini “Kilisenin oğlu” olarak tanımlayan ılımlı bir siyasetçi.

PARAGUAY

2008’de devlet başkanı seçilen Fernando Lugo, Katolik bir papaz. Ülkedeki kilisenin piskoposu iken siyasete atılan Lugo’nun halk arasındaki adı “yoksulların piskoposu”. Göreve gelmeden önce grevlere en ön sırada katılan ve köylülerin mücadelesine destek olan Lugo, Küba ve Venezuela’yla yakın ilişkilere sahip.

BREZİLYA

Latin Amerika’nın en dindar halkı Brezilyalılar. Eski Devlet Başkanı Lula, 2007’de ülkeyi ziyaret eden Papa’nın Katolikliğin ülkenin resmî dini olması yönündeki çağrısını reddederek, Brezilya’nın laik bir ülke olduğunu söylemişti. Solcu Lula hükümeti de, farklı gruplara ayrıcalık sağlayabileceği gerekçesiyle dinî eğitime karşı çıkmıştı. Başkan Dilma Rousseff ise, kürtaj karşıtı yasayı yumuşatacağını açıklayarak koyu Katolik nüfusun ve Kilise’nin tepkisini çekti.

Özetle: “Kurtuluş Teolojisi okulundan din adamları yoksulluğun bireysel bir kader değil, toplumsal bir eşitsizliğin sonucu olduğu fikrine vararak Marksizme yakınlaştı. Bunlardan biri Brezilyalı Frei Betto. Küba Devrimi’nin lideri Fidel Castro’nun yakın dostu olan Betto, ‘Fidel ve Din’ kitabında Kübalı komünistlerin din konusunda özgürlükçü ve rahat bir ilişki geliştirdikleri belirtir.”[27]

Özetin özeti: Latin Amerika’ya özgün bir örnek olarak “Kurtuluş Teolojisi” kavramıyla şekillenen “yoksulların kilisesi”, kıtanın dört bir yanında devrimci mücadelenin sembollerinden oldu. 1960’lar Latin Amerika’sında Kolombiya’dan Nikaragua’ya birçok ülkede “devrimci kiliseler”, sağcı iktidarlara ve diktatörlüklere karşı direnişe katıldı.[28]

BİRKAÇ NOKTA DAHA

Belirttiğim gibi, 1492’de kıta Kristof Kolomb tarafından keşfedildiğinde Latin Amerika topraklarında yerliler yaşıyordu. Orta ve güneyde ise Maya, Aztek ve İnka medeniyetleri vardı.

İspanyol ve Portekizli sömürgecilerin “çelik ve mikrobu”yla geldikleri coğrafya köleleştirilip, uygarlıklar ortadan kaldırdı, milyonlarca insanı da katletti. Kıtanın altın, gümüş ve diğer değerli madenlerini Avrupa’ya taşıdılar. Afrika’dan milyonlarca insanı köle olarak çalışmaları için getirdiler.

Zamanla kıtada, Latin Amerika’da doğup, büyüyen, İspanya ve Portekiz’le bağı kesilen yeni nesiller Fransız Devrimi’nden de etkilenerek bağımsızlık savaşları vermeye başladılar. Bu yeni nesiller arasında en önemli isimler kuşkusuz, bağımsızlık fikrini getiren Francisco de Miranda ve bölgeye bağımsızlığı getiren Simón Bolívar, Arjantinli José de San Martín idi.

1800’lerden itibaren Simón Bolívar liderliğinde, Venezuela, Kolombiya, Peru ve Ekvador ülkelerinde küçük çaplı başkaldırmalar yaşanmaya başlandı. İlk bağımsızlığa kavuşan ülke 1809’da Ekvador oldu. Daha sonra 1810’da Venezuela, Arjantin ve Kolombiya, en son bağımsızlığa kavuşan ülke ise 1902 yılında ABD’nin de yardımıyla Küba oldu. Portekiz Krallığı sömürgesi olan Brezilya ise 1822’de bağımsızlığına kavuştu.

XXI. yüzyılda Latin Amerika’da sömürgecilik yeni modern hâliyle devam ediyor. ABD sömürgeciliği 1823’te Monroe Doktrini’yle bölgeye ilgisini ortaya koydu. “Amerika kıtası, Amerikalılarındır” mottosu ile kıtanın kendilerine “ait” olduğunu ilan etti.

1903’te ABD ilk hedefine ulaşarak ekonomik, kültürel, askerî ve coğrafî konudan çok stratejik bir konumda olan Panama’yı Kolombiya’dan 25 milyon dolar gibi komik miktara satın aldı. ABD’nin II. Dünya Savaşı’ndan sonra, bölgeye bakışı tamamıyla “Patio Solar/ Arka Bahçe” oldu.

ABD, Soğuk Savaş döneminde, Latin Amerika ve Karayip ülkelerinde onlarca askerî darbeye bazen açık, bazen ise örtülü destek verdi.

Darbeyi yapan asker ve komutanların çoğu Güvenlik İşbirliği Batı Yarıküre Enstitüsü’nde eğitim görmüştü. 38 yıl boyunca 23 Latin ülkesinden 60.000’e yakın üst düzey polis ve asker burada eğitim almıştı. Bu okuldan mezun olup daha sonra kendi ülkelerine döndüklerinde 10’u Cumhurbaşkanlığına, 38’i Savunma Bakanlığına, 71 Genelkurmay Başkanlığına kadar geldi ve hâlen Latin Amerika üst rütbeli askerler, bu enstitüde eğitim almaya devam etmekte…

Latin Amerika tarihi sömürgecilik ve ona karşı direniş/başkaldırılar tarihine mündemiçtir.

Kolay mı? Latin Amerika’nın sömürgecilik tarihi yaklaşık 500 yıllık uzun bir sürece yayılmaktadır.

  1. yüzyılda Amerika kıtasının fethedilmesinden itibaren XIX. yüzyıla kadar İspanya ve Portekiz egemenliğinde bulunan Latin Amerika, bu süreçte ekonomik bakımdan İngiliz ticaretinin etkisi altında kalmış, XIX. yüzyılın başından itibaren de ABD’nin yayılmacı politikalarının hedefi hâline gelmiştir. Bu bakımdan, sömürgeciliğin Latin Amerika’da hiç sonlanmadığı, biçim değiştirerek farklı devletlerin hegemonyasında günümüze kadar sürdürülmeye çalışıldığı söylenebilir. Bölge üzerinde farklı şekillerde uygulanan sömürgeci politikalar göz önünde bulundurulduğunda Latin Amerika siyasetinde en dikkat çeken nokta, fetihten günümüze dek 500 yılı aşkın bir sürece yayılan tüm sömürgeleştirme çabalarına karşı, Latin Amerika halklarının, direnişi bırakmadan bağımsızlık mücadelelerini sürdürmüş olmalarıdır. Fakat özellikle günümüz siyaseti bakımından daha da önemli olan, 1980 sonrasında ABD’nin küreselleşme adı altında uyguladığı iktisadî sömürgeleştirme politikalarına karşı çok güçlü direnişler gösterebilmiş olmaları ve iddia edilenin aksine kapitalist sistemden ya da liberalizmden başka seçenekler olabileceğini göstermiş olmalarıdır.

Latin Amerika’nın sömürgecilik tarihinde dikkat çeken örneklere kısaca değinmek yerinde olur.

Latin Amerika’nın sömürgeleştirme dönemi, kıtanın XV. yüzyılda İspanya ve Portekiz tarafından ele geçirilmesiyle başlamıştır. Kristof Kolomb, Hernán Cortés ve Francisco Pizarro önderliğindeki conquistadorların kıtayı fethetmesinin ardından Portekiz ve İspanya arasında imzalanan Tordesillas Antlaşması’na göre, Güney Amerika topraklarında günümüzde Brezilya’nın bulunduğu bölge Portekiz’e bırakılırken, Brezilya dışında kalan “tüm bilinmeyen keşfedilecek bölgeler” Kastilya Hanedanı’nın hâkimiyeti altına girmiştir.

Latin Amerika’nın XV. yüzyılda başlayan bu sömürgecilik döneminde günümüzün sömürgeleştirme politikalarına çok benzer bir sistem uygulamaya konmuştur. Toprakları ele geçirilen, evleri zapt edilen yerlilere Avrupa’dan getirilen misyonerlerin vereceği din eğitimi ve bakım karşılığında, bu insanların emeklerinden bedava yararlanmayı sağlayan ve “Encomienda” adı verilen bu sistemle aslında yapılmak istenen, Hıristiyanlığın öğretilmesi ve bölgeye medeniyet götürülmesi kastedilerek “kutsal bir amaç için karşılıklı yardımlaşma” adı altında sömürgeciliğin meşru hâle getirilmesidir. Bu sömürgeleştirme döneminde milyonlarca yerli çeşitli işkencelerle katledilerek öldürülmüş ve kıtanın fetihten önce 150 milyon civarında olan nüfusu 3.5 milyona düşmüştür. Ayrıca kıtadaki üç büyük uygarlığın, Maya, Aztek ve İnka uygarlıklarının yerleşim yerleri, tapınakları, tüm kültürel hazinesi yerle bir edilmiştir. Fakat bu yıkım sürecinde Avrupa’nın sömürgeleştirme çabalarına karşı çok sayıda yerli ayaklanması da yaşanmıştır. Bu direnişlerden en önemlileri, XVI. yüzyılda İnka önderi Tupac Amaru’nun başlattığı ayaklanma ile XVIII. yüzyılda çok geniş bir bölgede on binlerce Quechua yerlisinin başına geçerek mücadele eden José Gabriel Condorcanqui’nin başlattığı ayaklanmalardır. Bunlara benzer daha birçok örnek, kıtadaki direnişin yüzyıllar boyunca sürdürüldüğünün ve bölge halklarının güçlü bir direniş geleneğine sahip olduğunun bir göstergesidir.

Fetihten itibaren gerçekleştirilen bu direnişlere rağmen Latin Amerika XIX. yüzyıla kadar İspanya ve Portekiz sömürgeciliğinden kurtulamamıştır. Ancak, 1782’de Kuzey Amerika bağımsızlık mücadelesinin başarıya ulaşması ve hemen ardından yaşanan Fransız Devrimi, Latin Amerika’daki bağımsızlık mücadelelerini de teşvik edecektir. 1808’de Napoleon Bonaparte’ın ordularının İspanya’ya girmesi ve İspanya’nın bölgedeki denetiminin zayıflamasıyla Latin Amerika’daki halk direnişleri tüm bölgeye yayılmış ve Simón Bolívar önderliğinde başlayan bağımsızlık mücadelelerinin sonucunda birçok Latin Amerika ülkesi bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu süreçte ABD ve İngiltere de gelecekteki ticari çıkarlarını düşünerek bu ayaklanmalara destek vermişlerdir. Bu mücadele sürecinde Bolívar, tüm Latin Amerika ülkelerini bir araya getirecek bir birlik kurmaya yönelik hedefini 1821’de Büyük Kolombiya Cumhuriyeti’ni kurarak gerçekleştirmiştir. Fakat bir süre sonra bağımsızlık mücadelelerinin başındaki liderler arasında çıkan anlaşmazlıklar sonucunda Büyük Kolombiya Cumhuriyeti 1830’da tamamen dağılmıştır. Bu dönemde Latin Amerika ülkelerinin çoğu İspanya egemenliğinden kurtulmuş gibi görünse de kendi aralarında bir birlik sağlayamamış olmalarından dolayı İngiltere ve özellikle ABD’nin iktisadî sömürgeleştirme politikalarının açık hedefi hâline gelmişlerdir.

Latin Amerika’nın XIX. yüzyılın ilk yarısından itibaren ABD’nin sömürgeleştirme politikalarının açık hedefi hâline gelmesinin ilk belirtileri, 1823’te ABD Başkanı James Monroe tarafından ortaya konan ve daha sonra da Monroe Doktrini olarak anılacak olan kararla su yüzüne çıkmıştır. Bu kararda, “Birleşik Devletler’in, Orta ya da Güney Amerika’ya karşı gerçekleştirilecek bir Avrupa müdahalesini, kendisi için bir tehdit olarak göreceği” belirtilmektedir. Açıkça, Amerika ile Avrupa’yı birbirlerinin işlerine karışmamaya çağıran ve böylece Latin Amerika ülkelerinin XIX. yüzyıl ve XX. yüzyıldaki siyasi konumunu belirleyen bu karar sayesinde Amerika Birleşik Devletleri, bölge üzerinde çok uzun süre politik ve ekonomik üstünlük sağlamayı başarmıştır.

ABD Monroe doktriniyle birlikte, Orta ve Güney Amerika kaynaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmesini sağlayacak bir dizi politikayı uygulamaya koymuştur. Kendi çıkarları doğrultusunda bölgede bir eşitsizlik ortamı yaratabilmek ve bu durumu sürdürebilmek için ABD’nin Latin Amerika üzerinde uyguladığı politikalar başlangıçta “ülkelere bağımsızlık kazandırma” adı altında gerçekleştirilmiştir. Tıpkı 1893 yılında, halkının çıkarlarını gözeten ve toprak reformuyla ilgili yeni bir anayasa hazırlatan Hawaii kraliçesi Liliuokalani’nin “ülkeye bağımsızlık kazandırma” adı altında askerî müdahaleler yoluyla tahttan indirilmesinde yapıldığı gibi… Bu müdahale, Latin Amerika’daki ABD müdahalelerine bir prototip oluşturmuş gibidir…

Benzer şekilde, XIX. yüzyılın sonunda İspanyol egemenliğinden kurtulmak için mücadele eden Küba’ya bağımsızlık kazandırmanın karşılığında, ABD’nin, hem adanın ekonomisini elinde tutma imkânına ulaşmış olması hem de bu bağımsızlığın “hediyesi” olarak Guantanamo’da askerî bir üs bulundurma hakkını elde etmiş olması…

Bir başka örnek de, Kolombiya yönetimindeki Panama’ya bağımsızlık kazandırmanın karşılığında, ticari bakımından Latin Amerika’ya geçiş kapısı olan Panama Kanalı’nın kullanım hakkının ABD’ye bırakılmasıdır.

Bu örneklerde görüldüğü gibi, Latin Amerika ülkeleri XIX. yüzyılda sömürge olmaktan kurtulup bağımsızlıklarına kavuşmuş gibi görünseler de aslında bu kez ABD’nin sömürgesi olmaya devam etmişlerdir. ABD bu yayılmacı politikalarını uygularken kimi zaman doğrudan askerî müdahalelerde bulunmuş, kimi zaman da gizli planlarla hükümetleri devirerek yönetimi kontrol altında tutmuştur. Fakat bu süreç içerisinde en önemli dönüm noktası 1959’da gerçekleştirilen Küba Devrimi’nin diğer Latin Amerika ülkeleri üzerindeki etkisi olmuştur. Devrim sonrasında Küba’nın sağladığı istikrardan ve Sovyetler Birliği ile ilişkilerinden fazlasıyla rahatsız olan ABD, iktisadî ve politik bağımsızlık hareketlerinin diğer ülkelere de yayılmaması bakımından Latin Amerika’da çok daha sert politikaları uygulamaya koymuştur. Bu dönemde etkisi altındaki tüm Latin Amerika ülkelerine Küba ile her türlü ilişkiyi kesme konusunda kararlar aldıran ABD, bu kararlara uymayarak, Küba’ya askerî ya da ekonomik destek sağlamayı sürdüren ülkelere her türlü yardımın kesileceğini bildirmiştir. 1960 yılında Küba’yı OAS’tan ihraç etme çabaları, 1961 yılında düzenlenen Domuzlar Körfezi Çıkarması ve 1962 yılında patlak veren Ekim Füzeleri olayı, ABD’nin Küba Devrimi’nden duyduğu endişenin birer göstergesidir. Devrimin ardından Küba’daki istikrarlı yapıyı yıkabilmek ve ülke üzerindeki denetimi sağlayabilmek için birçok girişimde bulunmasına rağmen bölgenin kontrolünü tekrar ele geçiremeyen ABD, Latin Amerika ülkelerindeki denetimi askerî diktatörlükler kurarak sağlamaya çalışmış ve birbiri ardına devrilip yeniden kurulan cunta yönetimleri sürecinde Latin Amerika genelinde yüz binlerce insan öldürülmüştür.

ABD’nin Latin Amerika ülkelerini askerî diktatörlüklerle denetim altında tutma sürecinde yaşananlara ilişkin en dikkat çekici örnek, Şili’de uygulanan politikalardır. 1970’te Halk Birliği’nin desteğiyle, Latin Amerika’da seçimle yönetime gelen ilk Marksist Devlet Başkanı Salvador Allende, yabancı sermaye egemenliğine son vermek amacıyla bir dizi reformu uygulamaya koymuştur. ABD çıkarlarını tehdit eden bu durum karşısında ABD’nin izleyeceği plan ise daha 1969’da Halk Birliği’nin kuruluşu sırasında Pentagon tarafından belirlenmiş bulunmaktaydı. Contingency Plan olarak adlandırılan ve Başkan Nixon döneminde hazırlanan bu plana göre, Halk Birliği ve Salvador Allende seçimleri kazandığı takdirde Birleşik Devletler’in çıkarlarına en yakın Şilili askerler iktidara el koyacaklardı. Oysa aynı dönemde ABD Dışişleri Bakanı Kissenger, Latin Amerika’yı kastederek, “Dünyanın güneyi bizi ilgilendirmiyor” şeklinde açıklamalarda bulunmaktaydı. Allende yönetiminin yapılan reformların yanı sıra Küba ve SSCB ile ilişkileri güçlendirmesi sonucunda, daha önce hazırlanan plan doğrultusunda 11 Eylül 1973’te Şili darbesi gerçekleştirilmiştir. 1973’te gerçekleştirilen bu darbeden dört ay sonra ortaya konan resmî verilerde, darbeyle birlikte, yaklaşık 20 bin insanın öldürüldüğü, 30 bin siyasi tutuklunun işkenceye maruz kaldığı, 25 bin öğrencinin üniversiteden atıldığı ve 200 binden fazla işçinin işten çıkarıldığı belirtilmekle birlikte, gerçek sayıların bu verilerin çok daha üstünde olduğu tahmin edilmektedir.

Bu dönemde ABD kontrolünün dışına çıkarak bağımsız bir sosyoekonomik kalkınma başlatan birçok Latin Amerika ülkesinde sömürgeci politikalara karşı devrimci ordular oluşturulmaya başlanmış ve ABD müdahalelerine karşı büyük mücadeleler verilmiştir. Nikaragua’da gerilla kollarının yüzde 25’ini kadınların oluşturduğu Ulusal Sandinist Kurtuluş Cephesi, Kolombiya’da Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri, Meksika’da Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu bunlardan bazılarıdır. 1980’lere kadar Latin Amerika Şili’de olduğu gibi, çok sayıda darbe girişimine ve cunta yönetimine sahne olmuştur. Fakat dünyanın tek kutuplaştığı Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD artık cuntalara gerek kalmadığı düşüncesiyle, ülkeleri üstü kapalı müdahalelerle kontrol etmeye, devlet adamlarına ya da ABD çıkarlarını tehdit eden kişilere yönelik suikastlarla denetim sağlamaya çalışmıştır.

1980’de El Salvador’da, ülkesindeki cunta yönetiminden kaynaklanan insan hakları ihlâllerinin durdurulması gerektiğini savunan Başpiskopos Óscar Romero’nun, Jimmy Carter’a bu konuya ilişkin bir mektup yazmasının ardından, bir ayin sırasında suikasta kurban gitmesi, bu örtük müdahalelere bir örnektir. 1981’de Ekvador Devlet Başkanı Jaime Roldos’un, ülkesinin tüm enerji kaynaklarını korumaya yönelik bir Hidrokarbonlar Yasası hazırlatmasının sonucunda, Roldos hakkında bir karalama kampanyası başlatılması ve birkaç hafta sonra Roldos’un CIA tarafından planlandığı anlaşılan bir uçak kazasıyla öldürülmesi bu konuya ilişkin bir başka örnektir. Ayrıca bu suikastın ardındaki bir başka önemli sebep de, Roldos’un SIL’i (Summer Institute of Linguistic/ Yaz Dil Enstitüsü) ülkeden sınır dışı etme girişimidir. Aslında bu enstitü, petrol bulunan yerlere giderek, yerlileri, yiyecek ve barınma karşılığında, misyoner kamplara gitmeleri ve arazilerini petrol şirketlerine devretmeleri için ikna etmeye çalışan ve bunu yerlilerin dillerini inceleme bahanesiyle yapan, büyük Amerikan şirketi Rockefeller tarafından finanse edilen bir örgüttür.

ABD tarafından planlanan bu suikastlara verilebilecek bir başka örnek de, Ekvador başkanının öldürülmesinden hemen iki ay sonra, Panama Devlet Başkanı Omar Torrijos’un öldürülmesidir. Torrijos suikastının ardındaki nedenlerden bazıları, Torrijos’un da SIL’i ülkeden sınır dışı etmeye çalışması; ABD’nin Panama Kanalı için tekrar anlaşma teklifini reddetmesi; ve özellikle de, Panama’da 1946’da kurulmuş olan School of Americas isimli sözde eğitim (gerçekte işkenceci yetiştiren) merkezini kapatmaya çalışmasıdır. Latin Amerikalı askerlere eğitim vermek için kurulduğu söylenen bu eğitim merkezinde 60 yıl boyunca 60.000’den fazla asker, halk hareketlerini bastırma, keskin nişancılık, askerî istihbarat, psikolojik savaş ve sorgu teknikleri konusunda eğitim almıştır. Ve yüz binlerce Latin Amerikalı muhalif, burada eğitim alanlar tarafından işkenceye uğramış ya da öldürülmüştür.

Tüm bu örneklerde görüldüğü gibi ABD, XX. yüzyılın başından itibaren giderek daha da sertleşen politikalarla dünya kaynaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmek için, ilgisi dâhilindeki ülkelerde gerçekleştirilen başarılı kalkınma programlarını engellemeye ve halkçı hareketleri parçalamaya çalışmaktadır. ABD’nin bu yönde izlediği politikaların ardındaki bakış açısı ABD Politika Planlama Dairesi’nin 1948’de yayınladığı bir tebliğde açıkça ifade edilmektedir: “ABD dünya nüfusunun yüzde 6’sını oluşturmakta fakat dünya kaynaklarının yüzde 50’sini kullanmaktadır. Ve bu eşitsizlik dünya çapında protestolara neden olsa bile biz bu eşitsizliği sürdürecek politikalar üretmeye devam etmeliyiz.”

Fakat ABD’nin kendi çıkarları doğrultusunda bu eşitsizliği sürdürme ve küreselleşme adı altında, Latin Amerika kaynaklarını kendi ekonomisine göre şekillendirme ve kontrol altında tutma isteğine karşın, 1990’lardan itibaren Latin Amerika ülkelerinde yeni bir direniş dalgasının ortaya çıktığı görülmektedir. Özellikle Venezuela’da 1998 yılında Hugo Chávez’in yönetime gelmesinin ardından neoliberal politikalara karşı gerçekleştirilen direniş örnekleri diğer Latin Amerika ülkelerindeki anti-emperyalist hareketleri de teşvik etmiştir. Chávez, yönetime gelmesinin hemen ardından, Ekvador Devlet Başkanı Jaime Roldos’un önerdiği gibi bir Hidrokarbonlar Yasası’nı yürürlüğe koymuş ve özel sermaye hisselerinin büyük oranda azaltılmasıyla, devlete bağlı petrol şirketi Petroleos de Venezuela ülkenin en önemli ekonomik kaynağı hâline gelmiştir.

Ayrıca Chávez, ABD politikalarına ve tek kutuplu dünya düzenine karşı, Latin Amerika ülkeleriyle olduğu gibi dünyanın diğer bölgelerindeki ülkelerle de sıkı ilişkiler kurma çabasındadır. Özellikle petrol konusunda, Irak, İran, Suudi Arabistan gibi ülkelerin imza attığı antlaşmalarda yer almaktadır. Kendi bölgesinde ise başta NAFTA ve ALCA gibi büyük ölçekli antlaşmalar olmak üzere, ABD kontrolündeki Serbest Ticaret Antlaşmalarının hepsine karşı çıkarak, Latin Amerika birliğini sağlayacak, ABD’den bağımsız antlaşmalara imza atmakta ve bu tür örgütlenmeler bakımından diğer Latin Amerika ülkeleri için de itici güç oluşturmaktadır. Özellikle Küba’yla ilişkilerini çok sıkı tutmaktadır. 2002’de BM İnsan Hakları Komisyonu’nun Küba’da insan hakları ihlâli olduğuna ilişkin kararma olumlu oy vermeyen tek Latin Amerika ülkesi Chávez önderliğindeki Venezuela olmuştur. Bunun yanı sıra, Venezuela Küba’ya düzenli olarak uygun fiyatla petrol ihraç etmekte, buna karşılık Küba da Venezuela’ya tıp uzmanları göndermekte, Küba hastanelerinde binlerce Venezuelalı hastanın tedavisini üstlenmekte ve üniversitelerinde Venezuelalı öğrencilere tıp eğitimi vermektedir.

Küba ve Venezuela’nın etkisiyle, diğer Latin Amerika ülkelerinde de ABD politikalarına karşı benzer direnişler görülmektedir. 2005’te Evo Morales’in yönetime gelmesiyle birlikte Bolivya, Venezuela’dan sonra Latin Amerika’da en çok dikkat çeken ülke konumuna gelmiştir. 2006’da Morales, Bolivya’daki petrol ve doğalgaz rezervlerini kamulaştırma kararını açıklamış ve bundan altı ay sonra da ülkedeki 56 petrol ve doğal gaz rezervine el koymuştur. Bu kararla birlikte, daha önce üretimin yüzde 50’sini elinde bulunduran devlet, artık üretimin yüzde 82’sini elinde bulundurmaktadır. Bolivya dışında Ekvador’da benzer bir süreç yaşanmaktadır. Ekvador’da 2006 yılında yönetime gelen Rafael Correa, ülkedeki petrol rezervlerinin yüzde 85’ini elinde tutan Oxy Petrol Şirketi’yle daha önce yapılmış olan antlaşmaları feshetmiş ve Oxy’le yapılan sözleşmeler kapsamındaki tüm tesis ve makinelerin, bedel ödenmeksizin devlet şirketi olan Petroecuador’a devredileceğini açıklamıştır.

Bunların yanı sıra, birçok ülkede hükümetlerin ABD ile antlaşma yapma girişimlerini, bu ülke halkları gösterilerle protesto etmektedir. Brezilya, Arjantin ve Şili’de halk tarafından gerçekleştirilen gösteriler, bu ülkelerin yönetimlerinin bağımsız bir politika izlemeleri için itici bir güç oluşturmaktadır. Özellikle Brezilya’da adını tüm dünyaya duyuracak güçte gerçekleştirilen ve bugün birçok Latin Amerika ülkesine yayılmış olan Topraksızlar-MST hareketiyle insanlar kapitalizmin adaletsiz düzenine, gelir dağılımları arasındaki uçuruma, açlığa, eğitimsizliğe karşı çıkmakta ve bu düzeni terk ettiklerini yüksek sesle duyurdukları uzun yürüyüşlerin sonunda, sahibi olmadıkları topraklarda kendi adil yaşam koşullarını oluşturmaktadırlar. Benzer şekilde, birçok Latin Amerika ülkesinde ortaya çıkan Patronsuzlar hareketiyle işçiler fabrikaları, çalıştıkları kuruluşları işgal etmektedir.

Ayrıca başta Küba, Venezuela ve Bolivya olmak üzere, adı geçen tüm bu Latin Amerika ülkeleri sadece kendi ülkeleri için değil, tüm Latin Amerika için bağımsız bir sosyoekonomik kalkınma talep ederek, bu amaçla görüşmelerde bulunmaktadır. Dünya Ekonomik Forumu’na tepki olarak 2001’de Brezilya’nın Porto Allegre kentinde toplanan Dünya Sosyal Forumu bu oluşumlara bir örnektir. 2003’te üçüncü kez düzenlenen bu forumda, ülkelerin toplanma amacı, küresel sermayenin dünya çapında yürüttüğü neoliberal saldırıya karşı durmak şeklinde belirlenmiştir.

Latin Amerika siyasetinde yaşanan en önemli gelişmelerden bir diğeri de UNASUR’un kurulması olmuştur. Latin Amerika ülkeleri arasındaki birliğin ve desteğin sürekli olarak sağlanmasının amaçlandığı bu örgüt, üye ülkelerin özellikle ABD politikaları karşısında daha güçlü durabilmelerini sağlayacak önemli bir adımdır.

Elbette küresel sömürgeciliğine karşı Latin Amerika’daki gelişmeler salt iyimser bir tavırla yorumlanamamaktadır.[29]

SORU(N)LAR

Verili koordinatlarda Latin Amerika soru(n)lar yumağıdır ve çözüm İskender’in kılıcına muhtaçtır. Çünkü şimdilik geniş emekçi kitleler adına siyasette dengeleri değiştirecek, güç ve mülkiyet ilişkilerini sarsacak bir programatik/pratik bir yönelim ufukta görünmüyor.

“1959’daki Küba Devrimi’nden beri solun çıkış yaptığı dördüncü dalgadayız. Bu dalga dikkate değer olsa da abartılmamalı.”[30]

Yani “Her ne kadar Latin Amerika’da ‘sol’ yükselişte olsa da bu zaferin yaklaşmakta olduğunu göstermiyor… Latin Amerika’daki ilerici solun emperyalizmi reddi, bağımsızlık yolunu ve işçi sınıfının neoliberalizme karşı sesini güçlendirmeyi gerektiriyor… İleriye dönük baktığımızda, Latin Amerika sosyalizme sakin dalgalarla gitmeyecek, engebeli, sarp bir süreç bekliyor.”[31]

Sürece ilişkin “Temel soru(n) da şu: Sınıf hâkimiyetine dayanan kapitalist devleti temsili demokrasiye dayanan bir mücadeleyle dönüştürmek mümkün mü? Kapitalist bir devlet seçimle hükümete gelen sosyalist bir projenin iktidarını meşru kabul edip, sosyalist politikaları hayata geçirir mi? Emperyalizm, devlet bürokrasisi, sağcı paramiliter ve sokak seferberlikleri karşısında sosyalist bir proje devlete hâkim olabilir mi?”[32]

Yanıtım(ız) “Hayır”dır; çünkü, hükümete gelen sosyalistler miras aldıkları devleti dönüştürmek zorundadır. Ancak devletin egemen bloğun çıkarlarına göre biçimlendiği tabloda bu “demokratik denen yol”dan(?) mümkün değildir; aksini yani “demokratik denen yol”u(?) savunanlar Karl Marx’ı anlayıp, mücadele azmini güçlendirmeyi değil; onu “terbiye etmeyi, ehlileştirmeyi” amaçlayanlardır.

Tamam: Bolivya, Meksika, Arjantin, Peru, Honduras, Şili, Kolombiya, Brezilya sola dümen kırdı. Geleneksel kaleler Küba ve Venezuela ile Nikaragua’yı da ekleyince Güney/Orta Amerika genelinde sol-sosyal-demokrat yönetimler tarafından yönetilen nüfusun sayısı yarım milyarı bulmuş oluyor.[33]

Ama bu kadar, yani olabildiğince “sosyal-demokrat”!

Buna “yetmez ama evet” denilemez. Çünkü…

Hatırlayın: Birinci sol/pembe dalga Şili’de Pinochet dönemi ile başlayan ve XX. yüzyılın son yirmi yılına damgasını vuran sermaye tahakkümüne, yani neoliberalizme tepkilerden kaynaklandı. Uluslararası konjonktürden yararlandı. İkinci “Pembe Dalga”, Latin Amerika’yı yirmi yıl önce etkileyen “sol fırtına” ile karşılaştırılırsa ılımlı ve uzlaşmacıdır.[34]

Latin Amerika’daki ikinci sol dalganın bölgesel olarak sınırlarına eriştiği söylenebilir mi? Evet…

İlk sol dalgadaki ideolojik çerçeve, toplumsal örgütlülük ve mobilizasyon, ikinci dalgadaki sol hükümetleri tanımlayan özellikler olmaktan çok uzak. Bugün, bölgedeki sol ya da ilerici hükümetler neredeyse tamamen, sağ ve aşırı sağ hükümetlerin ekonomik ve politik başarısızlıklarının yarattığı ortamlarda sınırlı seçim zaferleri sonucunda iktidarı ele geçirdiler.

İdeolojik olarak ise ortaya önemli bir alternatif koymaktan uzak, mevcut sorunların çözümünde ılımlı bir piyasacılığı savunmanın sınırları içerisine hapsoldular.[35]

Özetle: Chávez’in Bolívarcı devrimi tam olarak da bu dönüşümün tek başına başkanlık veyahut parlamento sonuçlarıyla değil, anayasa değişikliklerini de içeren hem ekonomi hem rejim yönetimini tabana yayan, toplumsallaştıran ve demokratikleştiren kamucu bir biçimde gerçekleşmesini hedefliyordu. Bu dönüşümler Venezuela’da dahi tam olarak gerçekleştirilemezken, o dönemin pembe dalga iktidarları, özellikle de Arjantin ve Brezilya için ise hikâye yalnızca demokratik, toplumsal refahı hedefleyen politikalar ile sınırlı kaldı.[36]

Yol aç(a)madı; ilerleyemedi; “sol”, sağın enkazını temizlemekle meşgul oldu, edildi.

Sol-sosyal demokratların işbaşına geldiği Latin Amerika’daki ikinci “pembe dalga” 2000-2010 arasındaki “birinci pembe dalga”nın yarattığı kazanım ve tecrübeyle yükselmeye devam ediyor. Liderler, sağcı başkanların büyük tahribatlar yaşattığı alanlarda yapısal politikalara imza atıyor.

Malum “Pembe Dalga” terimi Latin/Güney Amerika’da 2000’li yılların başından itibaren peşi sıra sol-sosyal demokrat liderlerin işbaşına gelmesini tanımlamak için ortaya atıldı. 1999’da Hugo Chávez’in Venezuela’nın başına geçmesinin ardından 2000’de Şili’de Ricardo Lagos, 2002’de Brezilya’da Lula, 2005’te Bolivya’da Evo Morales, 2006’da Ekvador’da Rafael Correa, 2008’de Paraguay’da Fernando Lugo seçim zaferleri kazandı.

“İkinci pembe-kızıl dalga” ise 2018’de Meksika’da Luiz Obrador’un başkanlık koltuğuna oturmasıyla başladı. 2019’da Arjantin’de Alberto Fernandez, 2020’de Bolivya’da Luis Arce, 2021’de Honduras’ta Xiomara Castro, 2021’de Şili’de Gabriel Boric ve Kolombiya’da Gustavo Pedro izledi. Lula’nın 1 Ocak 2023’te Brezilya Devlet Başkanlığı koltuğuna oturmasıyla sol yönetimler bölgenin dört bir tarafına yayıldı.[37]

MEKSİKA

2018’de başa sosyal demokrat lider Andreas Manuel Lopez Obrador geldi. Seçim vaadi olan “görev onayı” için iki yıl sonra referandum yapıldı ve sandıktan yüzde 90 destek çıktı.

KÜBA

Emperyalistlerin çökertme girişimlerine karşı inatla sosyalizmi ayakta tutmak için direnen Küba’da Devlet Başkanı Miguel Diaz-Canel, Kolombiya ve Venezuela gibi ülkelerdeki krizlerde arabuluculuk yapıyor.

HONDURAS

2009’da ABD destekli darbeyle iktidardan uzaklaştırılan popülist Devlet Başkanı Manuel Zelaya’nın eşi solun adayı Xiomara Castro, 2021’in son aylarındaki seçimin galibi oldu.

NİKARAGUA

ABD’nin Avrupa Birliği ile ortaklaşa koyduğu tüm yaptırım tehditlerine rağmen Nikaragua halkı, eski gerilla lideri olan Daniel Ortega’yı 2021’de devlet başkanı seçti.

KOLOMBİYA

Solun ortak adayı Gustavo Petro 8 Ağustos’ta göreve başladı. Petro, 1985 ile 2018 arasında en az 450 bin kişinin ölümüne neden olan iç çatışmaların sonlanması için beş silahlı grupla ateşkes imzaladı. Ayrıca Venezuela ile on yıllar sonra diplomatik temas sağladı.

VENEZUELA

2018’de seçimleri üst üste ikinci defa kazanan Devlet Başkanı Nicolás Maduro yönetimindeki ülke, bölgedeki solcu iktidarlarla işbirliğini artırma eğiliminde. ABD’nin ağır ambargosuna rağmen Küba, Nikaragua gibi ülkelere yakın dayanışma içinde.

PERU

Peru’da 2021’de kurulan sandıktan solcu Pedro Castillo çıktı. Ancak Castillo, 7 Aralık’ta ülke oligarşisinin darbesiyle görevden alındı ve cezaevine konuldu. Castillo’nun yerine yardımcısı Dina Boluarte başa getirildi.

BREZİLYA

Eski metal işçisi ve sendika lideri Lula da Silva, birçok yolsuzluk iddiasıyla gündeme gelen, emek karşıtı açıklamalarıyla bilinen, faşist Jair Bolsonaro’yu mağlup ederek, devlet başkanı oldu. Ülkede üçüncü Lula dönemi başlarken solcu liderin ilk icraatı yoksul halka yardım oldu.

BOLİVYA

ABD destekli grupların ve ordunun müdahalesi sonrası 2020’de istifaya zorlanan Devlet Başkanı Evo Morales’in varisi Luis Arce, 2020’deki seçimlerde yüzde 55 oyla seçildi.

ARJANTİN

Yıllardır ekonomik kriz ve yüksek enflasyonla boğuşan Arjantin’deki 2019 seçimlerinde sosyal demokrat Alberto Fernandez, sağcı Devlet Başkanı Mauricia Macri’nin yerine ülkenin başına geçti.

ŞİLİ

35 yaşındaki eski öğrenci lideri Gabriel Boric, sağcı aday José Antonio Kast’ı geride bırakarak, 2021’de seçimi kazandı. Boric’in en büyük vaadi darbeci Pinochet yasalarının feshedilmesiydi.

ABD BELASI

Buraya dek ifade ettiğim tüm melanetlerin ardında ABD emperyalizmi vardır.

Bunu, Latin Amerika gerçeğinin sömürgeci yağma ve mülksüzleşme üzerine inşa edildiğinin altını özenle çizen Eduardo Galeano, “Topraklarındaki zenginlikler nedeniyle beş yüzyıldır kesintisiz bir şekilde yağmaya ve saldırıya maruz kalan Latin Amerika’nın hikâyesini” şöyle anlatır:

“Bizim bugün Latin Amerika diye adlandırılan toprağımız, kendini hep kaybetmeye adamış durumda. Rönesans Avrupalılarının dişlerini boğazımıza geçirmek üzere okyanusa atıldıkları uzak çağlardan beri böyle bu. Yüzyıllar geçti aradan. Ve bütün bu süre boyunca Latin Amerika, işlev ve görevlerinde her gün biraz daha gelişip yetkinleşti…

“Bugün bütün dünyanın gözünde Amerika demek, ABD demektir. Bizler, ne idüğü pek belli olmayan ikinci sınıf bir Amerika’da oturmaktayız. Kesik damarların kıtasıdır Latin Amerika. Keşfedildiği günden beri burada her şey, önce Avrupa, daha sonra da Kuzey Amerika sermayesine dönüşmüş ve o uzaktaki iktidar merkezlerinde öylece birikmiştir, öylece birikmektedir. Her şey, bütün her şey: Toprak ve tüm ürünleri, zengin madenlerle dolu toprak altı, insanlar, insanların üretim ve tüketim güçleri, tüm doğal ve insani kaynaklar. Ülkelerin üretim tarzları ve sınıfsal yapıları, daima ve her seferinde kapitalizmin evrensel çarklarına zincirlenişleri göz önüne alınarak, dışarıdan belirlenmiştir.”[38]

Coğrafyasındaki zenginliklerden ötürü yüzyıllardır yağmaya ve saldırıya maruz bırakılan Latin Amerika’nın hikâyesi; bütün insanlığın güç ve iktidar ilişkilerinin, emperyalist politikaların, savaşların altındaki nedenlerin, baskı karşısında mayalanan öfkenin, isyanın ve acının özetidir.

Altın, elmas, kalay, gümüş gibi doğal kaynakların; kakao, şekerkamışı, muz, pamuk gibi tarım ürünlerinin fışkırdığı bereketli toprakların halkları yoksullaştırmış, başka kıtaların ihtiyaçlarını karşılamak üzere kimi zaman işgal, çoğu zaman da kukla yönetimler aracılığıyla talan edilmiştir. Üstelik saldırganlar niyetlerini hiçbir zaman gizleme ihtiyacı duymamıştır. Meksika’nın fethi sırasında Hernán Cortés’in yardımcısı Bernal Díaz del Castillo bunu şöyle ifade eder: “Tanrı’ya ve hükümdarımıza hizmet için geldik biz buraya. Fakat aynı zamanda, buradaki zenginlikler için de geldik.”

İster İspanya, ister ABD; bu hep böyle oldu…

Örneğin 2 Aralık 1823’te, ABD Başkanı James Monroe, ülkesinin kongresine, sonraları Monroe Doktrini olarak ünlenecek görüşü(nü) açıkladı:

“ABD, Amerika kıtası üzerindeki herhangi bir ülkenin Avrupa ülkeleri tarafından sömürgecilik konusu yapılmasına… Kontrol altına alınmasına izin veremez; bu tür girişimleri gayri dostane hareket sayar; ABD’nin de Avrupa devletlerinin sorunları ile hiçbir ilgisi yoktur ve onların sorunlarına karışmayacaktır.”

Dört dörtlük bir sömürgeci egemenlik belgesi olan Monroe Doktrini, 1904’te Başkan Theodore Roosevelt’ce, “Orta ve Güney Amerika’da bir devlet ABD’nin güvenini kazanmazsa ABD müdahale edecektir,” biçiminde pekiştirildi.

Evet, özetle “Amerika kıtası ABD’nin malıdır” deniyordu!

Söz konusu güzergâhta XX. yüzyılın başından itibaren Orta Amerika’nın tropikal ürünlerine el koyan ABD’li şirket United Fruit Company (UFC), ülkelerin ekonomik, politik ve sosyal gelişmelerini de kontrol altında tuttu. Öyle ki, bu yıllar yeni-sömürgecilik dönemi olarak anılır oldu.

Ve Meksika için sıklıkla söylense de, Orta Amerika ülkeleri için de geçerli oldu, “ABD’ye yakın ama tanrıdan uzak,” betimlemesi… Kaldı ki “Muz Cumhuriyeti” tabiri bu hâlden kaynaklandı!

1930’lara gelindiğinde Chicita olarak bilinen UFC 14.000 km2 toprağın sahibiydi. Ağır çalışma koşullarına karşı işçiler, topraksız köylüler direndiler UFC’ye karşı.

Kosta Rika’da güçlü bir sendikal hareket gelişirken, Nikaragua’da 1928’de Augusto César Sandino’nun liderliğinde Sandinist hareket güçlendi.

1954’te Guatemala hükümeti UFC’ye ait kullanılmayan topraklara el koyarak köylülere vermeye karar verince şirket CIA yardımıyla ordu darbesi yapılmasını sağladı; kukla cunta iktidarı ile kontrolünü sağlamlaştırdı. Muz Cumhuriyeti tabirinin böyle bir tarihsel bağlamı vardı.

El Salvador, Nikaragua, Guatemala ve Honduras “Soğuk Savaş” kesitinde ABD için büyük bir tehdit oldular. 1954 ile başlayan CIA destekli darbeler ABD’nin “arka bahçe”sini kontrol etme yolu oldu. 1963-1969 arasındaki ABD Başkanı Lyndon B. Johnson açıkça, “Orta Amerika’da bir başka Küba istemeyiz,” dedi. 1970’ler boyunda sonunda Sovyetler Birliği’nin ve Küba’nın etkisinin bölgede güçlenmesinden korkan CIA, görünürde sağ hükümetlere ve masa altından kontrgerilla çete örgütlerine mali, teknik ve politik destekler verdi.

Nikaragua’da Sandinist hükümete karşı sağa, El Salvador’da sol koalisyon FMLN’ye karşı orduya, Guatemala’da darbeci Jacobo Arnenz cuntasına, Honduras’ta Oswaldo Lopez Arellano ve Juan Alberto Melgar cuntalarına verdikleri destekle bu ülkelerde demokratik kurumların tesis edilememesinin sorumluları Beyaz Saray ve CIA olarak gösterilebilir.

Arjantin’de 1950’li yılların başlarında, gömleksizler olarak nitelendirilen yoksul kitlelerin desteğiyle iktidara gelen Juan Domingo Peron’un ABD karşıtı, halkçı bir düzen kurma girişimi 1955 yılında askerî darbe ile sonlandırılmıştır. Uzun yıllar yurtdışında yaşayan Peron, 1973 yılında yeniden cumhurbaşkanı seçildikten sonra, oluşturmaya çalıştığı düzen, ölümünden sonra uzun ömürlü olamamış, 1976 yılında General Videla’nın üç kuvvet komutanının da onayını alarak yaptığı darbe sonunda ülke yeniden sert, acımasız bir yönetim altına girmiştir. İşkenceler, yargısız infazlar, kaybolmalar yaygınlaşmış, IMF ile yapılan anlaşmalar, IMF reçeteleri Arjantin’in ekonomik sorunlarına çözüm getirmemiş, ülke doğal zenginliklerine karşın günümüzde de dünyanın kırılgan ekonomileri içinde ilk sıralarda yer alarak kargaşadan, ekonomik krizden kurtulamamıştır.

Nikaragua’da karşı devrimci kontralar, ABD’nin iktidarı Sandinistlerin elinden alma operasyonunun bir parçasıydı. Sonra kontralar seçimleri kaybetse de Sandinistlere karşı konumlarını ısrarla sürdürdüler. Venezuela’da ise, Maduro’yu devirmek için hâlâ uğraşmayı sürdürüyor ABD.

Tıpkı Şili gibi! Seçilmiş devlet başkanı Salvador Allende, halkın aktif desteğini de almıştı. ABD bu tehlikeli gidişi durdurmak için Friedman damgalı neoliberal politikaları yaygınlaştırma amacıyla bir darbe tezgâhladı. Pinochet darbesi ile on binlerce Şilili stadyumlarda işkenceden geçirildi; Victor Jara’nın gitar çalamasın diye önce parmakları kırıldı, sonra da katledildi; teslim olmayı reddeden Allende, Moneda Sarayı’nda katledildi.

Askerî darbelerin, diktatörlüklerin sık yaşandığı diğer bir ülke de bilinen petrol yataklarının büyük bir bölümüne sahip olan Venezuela’dır. XXI. yüzyılın başlarında Hugo Chávez’in başlattığı Nicolás Maduro’nun sürdürdüğü halkçı politikalar, ABD karşıtlığı, ülkenin sağcı kesimlerinde tepkilere, ABD’nin de Maduro’yu tasfiye girişimine yol açmıştır. ABD eğitimli muhalif lider Juan Guaidó önderliğinde ülkede gösteriler artmış; Rusya ve Çin’in Maduro’yu desteklemeleri, ordunun da kesin bir tutum almaması Maduro’nun tasfiyesini engellemiş, ancak ülkede kargaşa ortamı da sona ermemişti.

Bolivya’da halk yararına politika izleyen yerli Evo Morales’e karşı seçimlerde hile yapıldığı gerekçesiyle protestolar başlamış; genelkurmay başkanının ültimatomu üzerine Morales direnmeyerek Meksika’ya sığınmış; yerine ABD yanlısı kadın senatör Jeanine Anez geçici başkan ilan edilmiş; ülke de Morales yanlısı yerli halkın tepkisiyle kargaşa ortamına sürüklenmişti.

Ve Brezilya… Aşırı sağcı eski Devlet Başkanı Jair Bolsonaro destekçileri göreve başlayan devlet başkanı Lula da Silva’ya karşı bir darbe kalkışmasında bulundu. Seçim sonuçlarının ve Lula’nın göreve başlamasını hazmedemeyen Bolsonaro destekçisi binlerce kişi önceki gece Kongre, Yüksek Mahkeme ve Başkanlık Sarayı’nı bastı.

Yüksek Mahkeme yaşananların ardından Brasillia Federal Bölgesi Valisini “90 gün süreyle” görevden alırken Bolsonaro’nun müttefiki olarak bilinen Federal Bölge Güvenlik Bakanı Anderson Torres’i de azletti.

Söz konusu hâl ABD’nin “normali” idi! Yani 2009’dan beri solcu liderlere karşı benzer müdahale ve darbeler gerçekleştiriliyordu: 2009’da Honduras’ta Manuel Zelaya’ya karşı gerçekleştirilen darbenin ardından 2011’de Paraguay’da, 2016’da yine Brezilya’da, 2019’da Bolivya’da ve 7 Aralık 2022’de Peru’da solcu lider Petro Castillo’ya karşı benzer darbe süreçleri gerçekleştirilmesi gibi…

Ancak Washington’un, “arka bahçesi” gördüğü ve dizayna çalıştığı Latin Amerika’da halkların ekonomik krize, adaletsizliğe, yolsuzluğa, ABD’nin siyasete müdahale girişimlerine tepkisi büyürken; uluslararası ilişkilerde Çin faktörü de öne çıkar oldu.

Yani Latin Amerika’da darbeyle gönderilmek istenen liderler iktidarda kalabildiği gibi, ABD’den ziyade Çin’le yakınlaşmaya çalışan liderler de ortaya çıkar oldu.

Denilebilir ki ABD artık, Latin Amerika’da geleneksel emperyalist ajandasını sürdürmekte zorlanıyor. ABD ve Tayvan hükümeti, Çin’le ilişkileri geliştirme hedefi olan Honduras’ın yeni Devlet Başkanı Xiomara Castro’nun yemin törenine katılarak mesaj verdi. Buna karşılık Çin ve Rusya da Latin Amerika’da nüfuz alanını genişletiyor.[39]

Çin-Latin Amerika ve “Karayip Devletler Topluluğu” (CELAC) Dışişleri Bakanları Forumu Pekin’de yapıldı. Toplantıya Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Şi Jinping’in yanı sıra, Kosta Rika Cumhurbaşkanı Luis Guillermo Solis, Ekvador Cumhurbaşkanı Rafael Correa Delgado, Venezuela Cumhurbaşkanı Nicolás Maduro ve Bahamalar Başbakanı Perry Christie katıldı. Topluluğa bağlı 30 ülkeden 40’ı aşkın bakan ve heyetlerin katıldığı foruma, Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ve Kostarikalı mevkidaşı Manuel Gonzalez Sanz birlikte başkanlık ettiler. Toplantının sonuç bildirgesinde birçok noktada ortak politikalar geliştirmek konusunda görüş birliğine varıldı.[40]

Toparlarsak: “Latin Amerika, Çin’de kanat çırpan bir kelebeğin Batı yarıküre’de bir kasırgaya neden olabileceğini her zamankinden çok fark ediyor.”[41]

“DURUM”

Ernestro Che Guevara’nın, “Acımasız liderler yerlerini ancak daha da acımasızlaşacak yeni liderlere bırakırlar,”[42] diye betimlediği Latin Amerika coğrafyası, emperyalizmin esiridir.

Kolay mı? Latin Amerika kıtası, sömürge yönetiminden ve köle ticaretinden çok çekmiş bir bölge. Atlantik ve Pasifik okyanusları boyunca uzanan Arjantin ve Şili’de doğal kaynaklar zengin ve bol.

Karayipler dâhil, ABD’nin güneyinde yaklaşık 600 milyon aşkın insan yaşıyor ama tüm kıta ülkelerinin toplam milli geliri, İngiltere ile Fransa’nın toplamı kadar.

Kıtanın en zengin üç ülkesi Brezilya, Arjantin ve Şili, en güçlü donanmaya sahip olma uğruna milli gelirlerinin büyük bölümünü silahlanmaya harcarlarken; kıtadaki sınır anlaşmazlıkları da her ülkenin gelirinin büyük bölümünü savunmaya ayırmasına neden oluyor. Ayrıca, başta ABD olmak üzere, Çin, Japonya ve Avrupa ülkeleri de yönetimleri biçimlendirme eğiliminde.

Meksika, ABD’nin güneyindeki ülkeler arasında en hızlı gelişeni. Meksika’nın ABD ile geneli çöl olan 3.500 kilometreye yakın sınırı var. Meksika hükümeti, kendi ülkesini tam anlamıyla kontrol edemediği için, ABD’nin gölgesine sığınmak durumunda.

Başkenti Mexico City’de yaklaşık 20 milyon kişinin yaşadığı Meksika’da, narkotik, mal ve insan kaçakçılığı, ABD sınırından gerçekleştiriliyor.

Kaldı ki 1970’lerde Kolombiya’nın balta girmemiş ormanları narkotik imalatının merkeziydi. Buradan hem kara hem deniz hem de hava yoluyla kaçakçılık yapılırdı. Meksika hükümeti ise, narkotik kartelleri yüzünden ülkede otoriteyi kaybetmiş durumda.

ABD’nin kontrol altında tuttuğu Panama Kanalı’na karşı Çin, Nikaragua’da bitecek ikinci bir kanal açmayı hedefliyor.

Ayrıca 1890’dan günümüze ABD’nin Latin Amerika’ya 50’nin üzerinde askerî harekât düzenlemesi de bu coğrafyalarda ABD aleyhtarlığı yaratırken; Çin’in bölgeye el atmasını kolaylaştırıyor.

BM Latin Amerika ve Karayip Ekonomi Komisyonu’nun (ECLAC) raporuna göre Latin Amerika’da yaşayan 167 milyon kişinin hâlen yoksul olduğu belirtildi.

Yoksulluk sınırındaki 167 milyon kişiden 66 milyonunun da aşırı yoksul olduğuna dikkat çekildi. Ayrıca Latin Amerika nüfusunun en zengin yüzde 10’luk kesiminin bölgedeki toplam gelirin yüzde 32’sini elde ettiği ve yoksulların yüzde 40’lık kesiminin toplam gelirden aldığı payınsa yüzde 15’te kaldığı ifade edildi.[43]

BM Latin Amerika ve Karayipler Ekonomik Komisyonu’na göre, Latin Amerika’da aşırı yoksul sayısı 2021’de 5 milyon kişi arttı. Nüfusun yüzde 13.8’inin ayda 57 dolardan daha az gelirle geçinmeye çalıştığı belirtildi.

Raporda yaklaşık 660 milyon kişinin yaşadığı bölgede 201 milyon Latin Amerikalının, bölge için yoksulluk sınırı kabul edilen ayda 143 dolardan daha az bir gelire sahip olduğu belirtiliyor. Rapora göre Latin Amerika’da neredeyse her üç kişiden biri yoksulluk ve yedi kişiden biri aşırı yoksulluk koşullarında yaşıyor.[44]

Gelir dağılımındaki eşitsizliğin had safhaya ulaştığı Latin Amerika’da, nüfusun en zengin yüzde 10’luk kesimi toplam gelirden yüzde 48 pay alırken, en yoksul yüzde 10’luk kesimin payı yüzde 1.6’da kalıyor. Yoksulluk sınırının altında yaşayanların oranı kıta ülkelerinin yarısında nüfusun yüzde 50’sini geçiyor. Bunun yanında, bu ülkelerin çoğu, petrol gibi, doğalgaz gibi, çeşitli madenler gibi büyük yeraltı zenginliklerine sahipler. Bir yanda muazzam bir zenginlik, diğer yanda korkunç bir yoksulluk.[45]

Özetle açlık, işsizlik arttı, “orta sınıf” daraldı, zengin ve fakir arasındaki makas açıldı.

Ayrıca Latin Amerika, demokrasi ve insan hakları, çevre ve doğal kaynakların korunması, yerli toplulukların, kadın haklarının savunulması gibi konularda mücadele eden kişiler için dünyanın en tehlikeli bölgesi olmaya devam ediyor. Sadece 2018’de, dünya genelinde doğayı, geleneksel yaşam alanlarını ve topraklarını korumak için mücadele eden 164 kişi cinayetlere kurban gitmişken, bu cinayetlerin 83’ü Latin Amerika’da gerçekleşti.[46]

Yukarıda da vurguladığım gibi, bu tabloda 2000’lerin başında Hugo Chávez’in Venezuela’sıyla başlayıp Brezilya, Bolivya, Ekvador, Paraguay ile devam eden dalga ile Güney Amerika yeniden yüzünü sola döndü. Latin Amerika’da 2000’lerden itibaren reformcu, askerî darbe geleneğini reddeden ve bununla her düzeyde mücadele eden hükümetler işbaşına gelmeye başladı. Söz konusu hükümetler, 1970’li ve 1980’li yıllarda tüm kıtanın kaynaklarını yağmalayan, sanayilerini kısır bir borç döngüsüne teslim eden darbeci siyasetin ekonomideki devamcısı olan neoliberal ekonomi politikalarını da gözden geçirmeye başladılar.

Bu isyan dalgası, 2000’li yılların ilk on yılında Latin Amerika’nın neredeyse tüm ülkelerinde “Pembe Dalga” olarak bilinen sol-sosyal demokrat-popülist iktidarların önünü açacaktı: Venezuela’da Hugo Chávez’in (1999) Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi (PSUV), Şili’de Ricardo Lagos’un (2000) Concertación’u, Arjantin’de Nestor Kirschner’in (2003) Peronist Partisi, Brezilya’da Lula da Silva’nın (2003) İşçi Partisi, Uruguay’da Tabaré Vazquez’in (2005) Geniş Cephe’si, Bolivya’da Evo Morales’in (2006) Sosyalizme Doğru Hareket’i (MAS), Honduras’ta Manuel Zelaya (2006), Nikaragua’da Daniel Ortega’nın (2007) Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN), Ekvador’da Rafael Correa’nın (2007) (sonradan iyice merkez sağa kayan) PAIS hareketi, Paraguay’da Fernando Lugo’nun (2008) Değişim İçin Yurttaş İttifakı (APC), El Salvador’da Sanchez Cerén’in (2014) Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi (FMLN), Peru’da Ollanta Humala’nın (2011) Peru Milliyetçi Partisi…

Meksika’dan Şili’ye, Küba’dan Venezuela’ya, Honduras’tan Arjantin ve Nikaragua’ya uzanan geniş coğrafyada işbaşına gelen sol, homojen değil kuşkusuz. Sosyalistinden sosyal demokratına uzanan geniş sol yelpazede hepsi farklı bir noktada konumlanıyorlardı.

Bu özellikleriyle de Latin Amerika için yeni bir dönemi ve tam da XXI. yüzyılın başlangıcında, XX. yüzyılın karanlığından çıkışı anlatıyordu. Bu çıkış ve bu çıkışı temsil eden başkanlar, siyasi liderler, cumhurbaşkanları, önce ABD ve İngiltere kaynaklı medyada, sonra da yerel medyada adeta lince varan bir dezenformasyon dalgasıyla karşılandı.

Yapmak istedikleri birçok reformu yapamadılar ama yine de bu süreçte, bütün bu ülkelerde, yağmacı özelleştirme uygulamalarından dönüldü ve özellikle petrol, doğalgaz gibi temel ihraç kaynaklarının daha etkin değerlendirilmesi için adımlar atıldı, sosyal politikalar -kısmen de olsa- devreye sokuldu.

Ancak ABD’nin emperyalist müdahalesine “Dur” denmedikçe, yapılanlar sınırlı kalacaktı. Çünkü XX. yüzyıl boyunca ABD’nin Latin Amerika ülkelerinde rol aldığı darbe ve darbe girişimlerinin bini geçtiği tahmin edilirken; XXI. yüzyılda ABD için bir ülke yönetimini darbe ile devirip yerine kendi istediğini getirme yöntemi görünüm değiştirdi. Daha çok seçimleri kullanarak istenilen yönetim işbaşına geliyor. Tersi olursa o yönetimin başına her şey geliyordu!

Tıpkı “nafile barış” teraneleri gibi…

“BARIŞ” (MI?)!

Latin Amerika’daki “nafile barış” teranelerine dair Sibel Özbudun, “Latin Amerika’da Barış Süreçleri”[47] ve “Latin Amerika’dan “Barış Süreçleri”: El Salvador Örneği”nde[48] detaylı olarak değinmişti: Tümüyle katılıyorum…

“Barış” deyince, “(…) Albert Einstein’ın, “Nedenler değişmeden sonuçların değişmesini bekleyen budaladır”; Komutan Yardımcısı Marcos’un, “Görünüşe aldanmamak gerek,” uyarılarını “es” geçmemek gerek!

FARC-EP Komutanı Pablo Catamumbo’nun, “Bir savaşın doğası siyasi ise, tıpkı Kolombiya durumunda olduğu gibi, çözüm de hukukî değil siyasi olmalı,”[49] uyarısındaki üzere, silahlı çatışmayı bitiren esas dinamik, devlet politikalarındaki radikal değişimlerdir ve öyle de olmalıdır!

Silahlı çatışmanın son bulması için, o çatışmanın nedeni olan iktidar, “En dipteki bireysel şiddeti yaratan, en tepedeki örgütlü şiddettir,” gerçeğini teyit etmelidir Emma Goldman’ın işaret ettiği gibi…

O hâlde “en tepedeki örgütlü şiddet”i sürdürenlerin ezilenlerin taleplerini bütünüyle karşılaması “olmazsa olmaz” bir gerektir, tabii bu da genellikle mümkün olmamaktadır!

“SOL DALGA”

“Sol Dalga” mı?

Hem “Evet”, hem de “Hayır”…

“Hayır” ile başlayalım: “Latin Amerika, XXI. yüzyılın ilk on yılında dünya solunun başarı öyküsüydü. Bu iki anlamda doğru. İlki ve en fark edilir olanı sol ve ortanın solu partilerin bu sürede hatırı sayılır sayıda seçimi kazanmış olmasıdır.”[50]

“Latin Amerika’nın siyasi yöneliminde ciddi bir değişiklik oldu. Çok sayıda ülkede sol partiler iktidara geldi ve bu partiler, yoksul kesimlere destek vermek için kaynakların yeniden dağıtılmasına ağırlık verdiler,”[51] diyen Immanuel Wallerstein’a katılmak mümkün değil; “seçim kazanmak”, “iktidara gelmek” “sol”un nişanesi olamaz; asgarî anti-tekelci olmayı gerektirirken; özel-mülkiyet ilişkilerini de emekçiler lehine regülarize etmeyi “olmazsa olmaz” kılar.

“Dünya solunda yaşadığı ‘krizi’ en hızlı şekilde atlatıp kendini iktidar seçeneği olarak yeniden yapılandırmayı başaran ‘sol’ kuşkusuz ki Latin Amerika’da,”[52] tespiti ise kesinlikle kabullenilemez. Çünkü “pembe dalgalar”ın farklı tonlarını Yunanistan’da SYRIZA, İspanya’da PODEMOS ile gördük; bunun Şili’deki Gabriel Boric ile gördük; bunların neresi başarı?!

Korkut Boratav’ın, “Yeni yüzyılla birlikte, Latin Amerika’da güçlenen sol rüzgâr, bir yandan ülkelerin özgün renklerini taşıdı; bir yandan da geleneksel sınıf mücadelelerinin birikimlerini yansıttı. Öyle ki, 2012’ye geldiğimizde, (Küba’nın yanı sıra) Venezuela, Bolivya, Ekvador, Arjantin, Brezilya, Uruguay, Nikaragua, Peru ve El Salvador’u (en yakın iktidar alternatiflerine göre) emekten yana ve emperyalizme karşı tavır alan liderler, partiler yönetmektedir. İlk üçü, ‘XXI. yüzyıl sosyalizmi’ hedefini benimsemiş görünüyor. Bazen ‘pembe dalga’ diye adlandırılan ve sosyal demokrat, reformist çizgiler izleyen diğerlerinde de bağımsızlıkçı eğilimler egemendir,”[53] ifadelerindeki “Venezuela, Bolivya, Ekvador’un ‘XXI. yüzyıl sosyalizmi’ hedefini benimsemiş görünüyor olması” mesnetsiz bir “iddia”/“abartma”yken; bir dönemin “Gerilla Başkanlar”ının[54] gerilla ülküleriyle hiçbir alakası kalmadığı da bir “sır” değildir.[55]

Özetle “Latin Amerika yeniden sola mı dümen kırıyor?”[56] sorusunun yanıtı “sol”dan ne anlaşıldığının net biçimde ortaya konulmasıyla mümkündür.

Çünkü “Latin Amerika bize öğretiyor, her şey değişebilir. Sadece Kürtlerin değil Türkiye’nin partisi olmak istiyorsa BDP’nin de Latin Amerika’ya bir uzanması gerekiyor,”[57] türünden şaibeli “solculukların son durağı”, “Küba Devrimi’nin öncülerinden, Fidel Castro’nun yoldaşı Arjantinli devrimci doktor Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde, çantasından; ‘Atatürk’ün Büyük NUTUK’u’ çıkmıştır,”[58] zırvalarına da mahkûm edebilir…

“Sol” deyince, sormak gerek: “Hangi sol”?!

“Solun Yükseliş Dalgası” olarak sunulan Latin Amerika örneklerinde kapitalizmi hedef alan söylemler kullanmış ve sosyalizmden dem vurulmuş olsa da, bunların gerçekte ne anti-kapitalizmle ne de sosyalizmle ilgisi vardı…

Hatırlatmadan geçmeyelim: Latin Amerika’daki sol dalga, her ülkede kendine özgü sosyal, sınıfsal çatışmalar tarafından şekillendiği için farklı ideolojik ve kültürel programlara sahipken; “yeni” sol, ne kadar soldur?!

Edip Cansever’in, “Sıkıntı var/ Boğuntu var/ Tedirginlik var/ Çirkinlik, yalan her şey var/ Ama hep umut var her şeyin içinde,” dizeleri eşliğinde diyeceklerimizi “son”larsak…

Gabriel García Márquez’in, “Dünyanın sosyalist olmasını istiyorum ve inanıyorum ki er ya da geç öyle olacak,” elbette.

Ancak şimdi sorun(umuz); her yerde “Dayanışma artık umut meselesi değil haysiyet meselesi,”[59] diyebilen sosyalist iktidar mücadelesini toplumsallaştırıp; pembenin tonlarıyla iştigal etmemektir! o

18 Ekim 2024, İstanbul.

[*]           26 Kasım 2024 tarihinde “10. yılında Marksizm ve Hukuk Okulu”nda yapılan konuşma.

[2]           Sennur Sezer.

[3]           “I find capitalism repugnant. It is filthy, it is gross, it is alienating… because it causes war.” (Fidel Castro).

[4]           İbrahim Varlı, “Rüzgâr Soldan Esiyor, Bak İşte Yaklaşıyor Fırtına”, Birgün, 30 Kasım 2021, s. 13.

[5]           “Güney Umutlu”, Birgün, 9 Kasım 2021, s. 5.

[6]           “Bir Kıtanın Zaferi”, Birgün, 30 Kasım 2021, s. 13.

[7]           İrfan Çangatin, “Neo-liberalizm Doğduğu Topraklarda Gömülüyor”, Birgün, 25 Aralık 2021, s. 11.

[8]           Mustafa Balbay, “Latin Amerika’nın Sol İktidarları!”, Cumhuriyet, 5 Ocak 2023, s. 4.

[9]           İbrahim Varlı, “Kesik Damarlardan Yükselen Umut”, Birgün, 3 Mayıs 2023, s. 10.

[10]          Ateş İlyas Başsoy, “Athaulpa’nın Tahtı”, Birgün, 24 Eylül 2012, s. 2.

[11]          Candan Pekdaş, “… ‘Öteki’ Mayalar…”, Radikal, 23 Aralık 2012, s. 36.

[12]          Erol Anar, “Güney Amerika’da Darbeler Tarihine Bir Bakış”… http://dunyalilar.org/guney-amerikada-darbeler-tarihine-bir-bakis-erol-anar.html/

[13]          Adriana Cristina Borges-Prof. Dr. Luiz Antônio Cabello Norder: “Tortura e Violência Por Motivos Políticos No Regime Militar No Brasil”.

[14]          Comissão da Verdade revela como foi a perseguição contra índios, gays e religiosos na ditadura, http://www.brasildefato.com.br/

[15]          Calvo, Pablo: “Una duda histórica: no se sabe cuántos son los desaparecidos”, http://edant.clarin.com/.

[16]          “Chile lembra 39 anos de golpe militar”, http://www.ebc.com.br/

[17]          Ambos, Kai; Malarino, Ezequiel; Elsner, Gisela (Ed.). Justicia de transición: informes de América Latina, Alemania, Itália y España. Berlin: Uruguay: Konrad-Adenauer-Stiftung, 2009. p. 135.

[18]          “A Guerra do Paraguai História”, http://www.historiadobrasil.net/

[19]          “http://web.archive.org/web/20100307172328/http:/cuchillodepalo.net/downloads/historical.pd”>Historical Context. cuchillodepalo.net

[20]          “Curto período de ditadura militar explica apreço de colombianos por Forças Armadas”, http://noticias.uol.com.br/

[21]          “Latin Amerika’da sömürgeciliğe karşı direnen ilk gerilla önderi Kasik Hatuey, adaya çıkışlarından itibaren İspanyolların eline geçmemeye çalıştı. Çünkü onları tanıyordu ve neler yapabileceklerini biliyordu. Ama sonunda yakalandı ve diri diri yakıldı. Yakılma nedeni, zalim Hıristiyanların eline geçerek işkence ile öldürülmekten kurtulmak için kaçması ve kendini savunmuş olmasıydı. Kazığa bağlandıktan sonra, yanına yaklaşan Aziz Francisco tarikatından bir keşiş, Tanrı’dan ve Hıristiyan inancından bahsettikten sonra, celladın kendisine tanıdığı bu kısa zaman süresi içinde eğer Hıristiyanlığı kabul ederse günahlarından kurtulacağını ve öldükten sonra cennete gidebileceğini söyledi. Hatuey, keşişin söylediklerini dinledikten sonra bir an düşündü ve bütün İspanyolların cennete gidip gitmediğini sordu. Keşiş, ‘Evet, cennetin kapıları iyi İspanyollara açıktır’ dedi. Kasik Hatuey keşişe şu cevabı verdi: ‘O zaman ben cehenneme gideyim, çünkü cennette İspanyollarla karşılaşmak istemiyorum’…” (Bartoloméo de las Casas, Yerlilerin Gözyaşları, Yerlilerin Yok Edilişinin Kısa Tarihi, çev: Oktay Etiman, İmge Kitabevi, 2009).

[22]          “ABD Kızılderili Topraklarına Nasıl Kondu”… https://tammakale.com/2020/01/abd-kizilderili-topraklarina-nasil-kondu/

[23]          Senkretizm (Türkçeye Fransızca syncrétisme’den, Yunanca sunkrētizein [üçüncü bir partiye karşı birlik(te)] sözcüğünden gelmiştir), sıklıkla çeşitli düşünce okullarının uygulamalarını ve yollarını karıştırarak ayrı veya çelişkili inançları birleştirmek veya birleştirmeyi denemektir. Özellikle teolojide ve din mitolojisinde başta birbirinden farklı olan geleneklerin birleştirilmesi ve kıyaslanmasına yönelik olan, böylece farklı inançlarda temelde yatan bir birliği öne sürerek farklı inançlara karşı daha kapsayıcı bir duruşu savunan hareket ve denemeler için de bu terim kullanılabilir.

[24]          Michael Löwy, Marksizm ve Din, çev: İrfan Cüre, Belge Yay., 1996.

[25]          Aktaran: Serap Çakır, “Marksizmde Din Okumaları”, Cumhuriyet Kitap, No: 1200, 14 Şubat 2013, s. 10.

[26]          Metin Yeğin, “Özgürlük Teolojisi”, Gündem, 9 Mayıs 2014, s. 13.

[27]          Merve Arkan, “Yiğit Günay: Onlar Hem Dindar Hem Devrimci”, Radikal, 1 Nisan 2012, s. 28-29.

[28]          “İslâmi bir kurtuluş teolojisi mümkün müdür?” Bu İslâm’ın ilk döneminde (Karmatilik, Babek, Zenc isyanları vb.) halk ayaklanmalarında ve sonrasında da Şiilik için kısmen mümkündü. Şia içinde alt sınıfların isyanını besleyen pek çok unsur var. Çünkü, din aşağılara doğru indikçe senkretikleşir, melezleşir.

Oysa Sünnî İslâm, neredeyse başından beri bünyesinde yer aldığı devletlerle iç içe bir görünüm sergiler. Yani “egemen sınıf ideolojisi” konumunda ve parçasıdır. Bu özellikle “ulul emre itaat” ilkesinde açığa çıkar. Sünnî İslâm’ı benimseyenler arasında bir “İslâmi Kurtuluş Teolojisi” düşleyenler var ise, iktidardan vazgeçmiş bir Sünnîlik ne kadar kendisi olarak kalabilir, buna “yanıt” vermelidir.

[29]          Ezgi E. Çelik, “Sömürgeciliğe Karşı Bir Başkaldırı Örneği Olarak Latin Amerika”, Felsefelogos, Yıl: 14, No: 39, 2010/2, s. 75-83.

[30]          Vijay Prashad, “Latin Amerika’da Küba Devrimi’nden Bu Yana Dördüncü Sol Dalga: Sosyal Demokrat”, Birgün Pazar, Yıl: 19, No: 803, 31 Temmuz 2022, s. 9.

[31]          Manolo de Los Santos-Gisela Cernadas, “Latin Amerika Solunun Dünü ve Yarını”, Birgün Pazar, Yıl: 9, No: 803, 31 Temmuz 2022, s. 7.

[32]          M. Sinan Birdal, “Sol Popülizm ve İktidar -1”, Evrensel, 12 Şubat 2020, s. 9.

[33]          İbrahim Varlı, “Latin Amerika’da Esen Sol Rüzgâr Ne Anlatıyor?”, Birgün, 11 Ocak 2023, s. 8.

[34]          Prof. Dr. Korkut Boratav, “Latin Oligarşisi ve Pembe-Kızıl Dalgalar”, Birgün, 11 Ocak 2023, s. 8.

[35]          Ertan Erol, “İkinci Dalganın Sınırları”, Evrensel, 24 Nisan 2023, s. 9.

[36]          Yusuf Tuna Koç, “Tek Kutuplu Dünyada Sol İktidarlar”, Birgün Pazar, Yıl: 19, No: 803, 31 Temmuz 2022, s. 6.

[37]          “Sağın Enkazını Sol Temizliyor”, Birgün, 4 Ocak 2023, s. 11.

[38]          Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları-Karşı Tarih, çev: Attila Tokatlı-Rıza Hamken, Alan Yay., 1988.

[39]          “… ‘Arka Bahçeler’de Karşılıklı Oyunlar”, Birgün, 28 Ocak 2022, s. 11.

[40]          “Çin’den ABD’nin ‘Arka Bahçesi’ne Büyük Hamle”, Aydınlık, 11 Ocak 2015, s. 13.

[41]          Lucrecia Fernández, “Latin Amerika’da Sağın İlerleyişi”, 16 Mayıs 2016… http://sendika10.org/2016/05/latin-amerikada-sagin-ilerleyisi-lucrecia-fernandez/

[42]          “Cruel leaders are replaced only to have new leaders turn cruel” (Che Guevara, httpswww.brainyquote.comquotesche_guevara_197269).

[43]          “Latin Amerika Hâlâ Yoksul Var”, Gündem, 29 Kasım 2012, s. 13.

[44]          “Latin Amerika’da Aşırı Yoksul Oranı Yüzde 13.8’e Yükseldi”, 30 Ocak 2022… ttps://www.avrupademokrat.com/latin-amerikada-asiri-yoksul-orani-yuzde-138e-yukseldi

[45]          İlkay Meriç, “Latin Amerika Bolşevik Önderliğini Arıyor”, 3 Temmuz 2005… https://marksist.net/DUN/Latin_Amerika_Bolsevik_Onderligini_Ariyor.htm

[46]          Ertan Erol, “Mücadelenin Bedeli”, Evrensel, 3 Şubat 2020, s. 9.

[47]          Sibel Özbudun, “Latin Amerika’da Barış Süreçleri”, Mevsimlik Dergi, No: 1, Bahar 2015.

[48]          Sibel Özbudun, “Latin Amerika’dan ‘Barış Süreçleri’: El Salvador Örneği”, Newroz, Yıl: 7, No: 244, 25 Aralık 2013.

[49]          Aktaran: Metin Yeğin, “Latin Amerika 2013”, Gündem, 31 Aralık 2013, s. 12.

[50]          Immanuel Wallerstein, “Latin Amerika Solundaki Çelişkiler”, Birgün, 5 Eylül 2010, s. 2.

[51]          Immanuel Wallerstein, “Latin Amerika Solu Sağa Kayıyor”, 4 Temmuz 2015… http://www.sendika.org/2015/07/latin-amerika-solu-saga-kayiyor-immanuel-wallerstein/

[52]          İbrahim Varlı, “Brezilya’dan Uruguay’a Sol Birliktelik Kazandırır”, Birgün, 28 Ekim 2014, s. 11.

[53]          Korkut Boratav, “Latin Amerika’da Askerî, Sivil Darbeler”, Birgün, 31 Temmuz 2012, s. 5.

[54]          İbrahim Varlı, “Gerilla Başkanlar”, Birgün, 5 Ekim 2010, s. 10.

[55]          “Latin Amerika solcu liderler kuşağının ortak özellikleri arasında yoksulluk, açlık, ırkçılık, cinsiyet ayrımcılığı, doğal kaynakların tahribi gibi konulara çözüm getirmek, katılımcı demokrasiyi sağlamak, gerektiğinde referandumlarla halka başvurmak ve bir şekilde antiemperyalist söylem bulunuyor.” (İbrahim Varlı, “Daha Fazla Correa Daha Fazla Chávez!”, Birgün, 19 Şubat 2013, s. 11).

[56]          “Latin Amerika Yeniden Sola mı Dümen Kırıyor?”, Birgün, 30 Ekim 2019, s. 4.

[57]          Işıl Özgentürk, “Latin Amerika’yı Kıskanıyorum”, Cumhuriyet, 7 Kasım 2010, s. 9.

[58]          Oktay Ekinci, “Maraş’ın ‘Kahraman’lığı ve Che’nin Çantasındaki Nutuk”, Cumhuriyet, 28 Kasım 2010, s. 16.

[59]          Tuncay Birkan, Sol: Evin Reddi, Metis Yay., 2021, s. 107.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz