Saray Rejimi, bugünlerde, ayakta durabilmek için çok farklı yollar denemektedir. Aslında hiçbiri de yeni değildir. Ama “yeni” diye sahaya sunulan, tedavüle konulan metotlara bakınca, Saray Rejimi’nin çok da zor durumda olduğunu anlamak zor değil. Aya Sofia’nın camileştirilmesi, Karia Müzesi’nin cami yapılıp Diyanet İşleri’ne devri, Diyanet İşleri Başkanı’nın şeyhülislam rolündeki ucuz oyunculuğu ile kılıç sahnelerinde poz vermesi, Akdeniz’de her gün zafer kazanmış ordumuzun Saray basınında boy vermesi, Karadeniz’de gaz bulduk müjdesi ile ortaya konan ucuzluk, aslında Saray Rejimi’nin çok da “iyi” günler geçirmediğini göstermektedir.
Ve hiçbiri, bu hamlelerin hiçbir tanesi, Erdoğan’a yeni oy akıtmıyor, prestijini “dünya lideri” olmanın daha da “ileri”sine taşımıyor, hatta dibi delik bir kap gibi sürekli oy kaybetmesini de durdurmaya yetmiyor. “Şahsım” uçmakla meşguldür ve buzdolapları da bunun en somut kanıtıdır.
Artık, hiçbir yalan işe yaramıyor.
Artık, hiçbir abartı Erdoğan’ı “daha önce çıkarıldığı” tahttan daha yukarı çıkaramıyor.
Artık, hiçbir manevra ve hamle, komik duruma düşmelerine engel olamıyor.
Erdoğan “uçuyoruz” diye buyuruyor. “Müjde” haberleri için, gün ve saat veriyor, ama yine de imajı düzelmiyor, rüzgâr kendinden yana esmiyor.
Artık, mızrak çuvala sığmıyor.
Artık, devlet terörü, Saray Rejimi’nin saldırıları işe yaramıyor.
Artık, korku ile yönetme işinin sınırına gelinmiştir.
Artık, “yağma, rant ve savaş ekonomisi” ile devam etmek mümkün değildir.
Artık, ABD tetikçisi olarak davranmanın sınırları ortaya çıkmaya başlamış, TC devletinin “dış politika” dediği şey yerle bir olmuştur.
Daha 2 yıl önce, “cumhurbaşkanlığı” sistemi ile Türkiye’nin uçacağını söylüyorlardı. Şimdi, Erdoğan, “aslında biz uçuyoruz ama kimse görmüyor” dedikten bir gün sonra, “bu sistem ile devam etmek zorunda değiliz, değiştirebiliriz” demekten geri durmuyor.
Sanki bugün, Bahçeli, başkanlık sistemini, Erdoğan’dan fazla savunur durumdadır. Sanki, Erdoğan, “ben başta olayım da” neyi isterseniz değiştiririz diyor. Sanki, Kılıçdaroğlu ve Akşener, Erdoğan’ı “anlama” derdine sahiptirler.
Herkes, Saray Rejimi’nin ve TC devletinin bugünkü durumu üzerine tartışmaktadır. Sanki Erdoğan ve çevresi, Abdülhamid’e öykünüp, o role büründükçe, birileri de İttihat Terakki rolüne bürünmek için uğraşmaktadır. Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük arasında ciddiyetini kaybetmiş arayışlar, aslında TC devletinin çözülmesinin ifadeleridir. Abdülhamid’den önce Osmanlıcılık, çok dinli, çok milletli bir imparatorluk kurtarma planı idi. Sömürgeleşmekte olan, paylaşım masasına yatırılmış olan Osmanlı’nın arayışının ifadesi idi. Abdülhamid, tek dinli sisteme geçmeyi daha uygun gördü. Farklı milletler ise, nasıl olsa “İslam” ile bir arada tutulabilirdi, görüşündeydi. Ama uzun sürmedi. Ne o farklı milletlere güvendi, ne de İslam’a.
Şimdi, sömürge bir ülkedeyiz. TC devleti, siyasal olarak ABD denetimindedir. NATO mekanizmaları, yakın döneme kadar bu iş için, bu denetim için en önemli mekanizmalar idi. Hâlâ da önemlidir. Ama ABD, Gülen hareketi, ılımlı İslam ve AK Parti ile birlikte, bu NATO mekanizmaları içinde kendi gücünü pekiştirecek adımlar attı. Hem Gülen hareketi ABD imalatıdır, hem de AK Parti ve Erdoğan’ın çevresi.
ABD, ekonomisinde AB ağırlığı olan Türkiye’yi, kendisi için tetikçilikle görevlendirmiş durumdadır. Bu görevlendirme: a- Türkiye AB’nin mi, ABD’nin mi sömürgesi olacak sorusuna verilen bir ABD yanıtıdır. ABD, bu tetikçilik görevlendirmesi ile, “Türkiye benim olmayacaksa kimsenin de olmayacak” demek istemektedir. b- İşler sürece bırakılırsa, ABD, Türkiye üzerindeki denetimini Almanya ve AB’ye kaybedeceğini görmektedir.
Tetikçilik görevlendirmesi tam da budur.
Aynı zamanda ABD’nin bölgemizde kirli işleri yaptırmasının en ucuz yoludur “tetikçilik”. Bu işin ABD’ye maliyeti düşüktür.
TC devleti, hem emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı nedeni ile çeteleşmektedir, hem de içeride devletin çözülmesine bağlı olarak çeteleşmektedir. Gülen hareketinin kaç türü vardır? Almanya’nın Gülen’i, İngiltere’nin Gülen’i, Fransa’nın Gülen’i, İsrail’in Gülen’i, ABD’nin Gülen’i olduğunu artık biliyoruz. AK Parti için de bu geçerlidir, mesela enerji bakanlığı için de bu geçerlidir. Yani devletin her kurumunda, her alanda bu çeteler kendileri adına iş yapmaktadır. Dahası, buna içerideki tekellerin ve güç odaklarının da eklenmesi gerekir.
İşte Erdoğan, “değişmesi gereken bir şey varsa değiştirelim” gibi sözleri, tam da bu ortamda, iktidarda kalma süresini uzatmak için söylemektedir.
CHP, “aman devlete zeval gelmesin” düşüncesi ile, kitleleri “sokaktan uzak tutmak” görevi ile görevlendirilmiştir.
Kısacası, egemen sınıfları “devleti kurtarma” korkusu sarmıştır.
Erdoğan, kendini kurtarma peşindedir.
Hemen hemen hepsi, bu işin böyle süremeyeceği fikrindedir. “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” denilen, ama hiç kimsenin tanımadığı bir sistem var ortada. Erdoğan, sistemi tanımıyor ve kendisine “başkan” veya “sultan” denilmesini istiyor. İslamcılar tanımıyor, Erdoğan’a Abdülhamid diyorlar, Bahçeli tanımıyor “Sultan”a emirler yağdırıyor, işlerine karışıyor. Diyanet İşleri tanımıyor, bizzat kendisi şeyhülislam olarak davranıyor. Akar tanımıyor, bizzat gücün merkezinin kendisi olduğunu ilan ediyor. Damat, Erdoğan’ı, “kayınpederi” olarak tanımakla yetiniyor. Soylu tanımıyor, kendisini esas yöneten olarak ortaya koyuyor. Tarikatlar, kendilerine verilen mali desteğe bağlı olarak tepki koyuyorlar. Saray Rejimi’nin etrafındaki iş dünyası, her gün nakit akışı sürecek tarzda bir “tanıma” ilişkisi içindedirler.
Saray Rejimi de açıkça, anayasayı askıya almıştır.
TC devletinin uzmanları, Erdoğan’ın çoktan iktidardaki ömrünü tamamladığı fikrindedir. Erdoğan da bunun farkındadır.
Erdoğan iktidarı bitmiştir, ABD emri ile ömrü uzatılmaktadır.
Ama dahası var.
Artık, Saray Rejimi de yolun sonuna gelmiştir.
Erdoğan ve Saray Rejimi, ABD’nin savaş manevralarının geçici ihtiyaçlarına bağlı olarak ayakta durmaktadır. Bu durum, geçicidir. Erdoğan artık iş görebilecek bir araç değildir, Saray Rejimi, büyük bir korku ile sallanmaktadır.
İşte, “güçlendirilmiş parlamenter demokrasi” vurguları, artık Erdoğan’ı kurtarmak için değil, artık Saray Rejimi’ni kurtarmak için değil, TC devletindeki çözülmeyi durdurmak için dillendirilmektedir.
“Güçlendirilmiş parlamenter demokrasi” bayrağı ile, tüm devlet elitleri, tüm egemen sınıflar, tüm devlet içinde etkili çeteler arasında bir anlaşma yapılmak istenmektedir. Bu bir “cephe”nin alternatifidir. Bu cephe, daha çok Millet İttifakı diye bilinen CHP-İyi Parti ve diğerlerinin yer aldığı bir cephedir. Bu cephe, elbette devletin içinden de, devlet çarkından da desteğe sahiptir, egemen sınıfın temsilcilerinden de.
Doğrusu paylaşım masasında olan bir ülke olarak Türkiye’de, Erdoğan’ın rejiminin mi, yoksa “güçlendirilmiş parlamenter sistem”in mi olduğu, emperyalist güçlerin çok da umurunda değildir. Almanya, ABD, Fransa, İngiltere, Japonya için mesele, paylaşılacak bu coğrafyada paylarını artırmaktır. Paylaşım bittikten sonra, “sürdürülebilir” bir iktidar ve yönetim modeli geliştirebilirler.
Ama, paylaşımdan pay almak, payını yükseltmek anlamında, bu tartışma, onlar için önemlidir. Eğer Almanya, mesela Erdoğan’ın düşmesi hâlinde, kendine yakın kadroların iş tutabileceği ve iktidarı eline alabileceğini görürse, elbette Erdoğan’a karşı tutum alır. Bu mesela Almanya anlamında verdiğimiz bir örnektir. Aslında tüm emperyalist güçler için de geçerlidir.
İktidar içindeki kavganın daha çok “yerel” görünmesinin ana nedeni, bu emperyalist güçlerin, dünya çapında süren paylaşım savaşımının durumudur. Henüz Almanya, Fransa, Japonya, İngiltere açıktan ABD karşısında silahlı bir çatışmaya girmek istemiyorlar.
Belki, son İran meselesi bu açıdan, dünden farklı bir tablonun işareti olabilir. İran’a ambargo konusunda devreye giren Trump, alışılmış olduğu üzere, Rusya tarafından veto edildi, Çin tarafından veto edildi. Ama bu ikisi, İran’a karşı ambargo kararlarını veto edebilir ve bu beklenendir. Oysa bu kez, Almanya, Fransa ve İngiltere de bu ambargoya açıktan karşı çıkmıştır. Belki bu tutum, bu 4 emperyalist gücün, ABD’ye açıktan karşı çıkma süreçlerinde bir ilerleme olarak ele alınabilir. Ama yine de, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya’nın ABD karşısına açıktan askerî bir güçle çıkmaları, savaşın bugünkü aşamasında çok mümkün değil, buna daha zaman var.
Ama öyle anlaşılıyor ki, bu kez ABD toprakları, bu paylaşım savaşımından azade olmayacak. Savaş, ABD topraklarını da saracak. ABD’nin saldırgan tutumu, bunu giderek zorunlu hâle getirecek kadar nettir.
İşte bu emperyalist diğer güçler, Erdoğan’ın değişiminde çok aceleci değildirler. ABD, Erdoğan’ı bir tetikçi olarak kullanmakta acelecidir. En son, Saray Rejimi, açıkça “ABD emri ile hareket ettiklerini” ifade etmiştir. Libya’da işler çetinleştikçe, bunu açıkça dile getirmeleri, NATO içindeki çatlağın da kanıtıdır.
Sistemin değişimi yönünde irade beyan eden ikinci grup, “hilafet” istemektedir. Ayasofya cami ilan edilince, aslında bu kesimler, bu taleplerini daha doğrudan dile getirmeye başlamışlardır. Elbette bunlar da devlet içindeki çetelerle bağlantılıdır.
Erdoğan’ın Müslüman Kardeşler bağları, bu kesim için önemli bir dayanaktır. Müslüman Kardeşler, İhvan hareketi, Türkiye’nin İslam cumhuriyeti hâline gelmesi ve buradan sonra da “hilafet” ilan edilmesi ile uyumlu olabilir. Elbette, sıra hilafete gelince, işler değişecektir. Ama şu anda, bu görüşün dile getirilmesi boşuna değildir.
Erdoğan ailesinin akıl almaz servetinin, “ulvî” bir amaç için çalıp çırpmanın “sevap” gösterilmesi ile aklanabileceği gibi bir ihtimal, Erdoğan için bu gruplarla ilişkilerini sürdürmek için önemli bir etkendir.
Hilafet zayıf bir olasılık olsa da, Erdoğan’ın iktidarını sürdürmesinde önemli bir dayanak olabilir. Belki de Erdoğan, bu Müslüman Kardeşler bağlarını, yarın Trump’sız bir Amerika ile karşılaşırsa yaşayacağı zorluklara karşı bir güvence olarak düşünmektedir. Ama nasıl ki Gülen hareketi bir güvence değil idi, Müslüman Kardeşler de olamaz. Hepsi ABD emrindedir.
Bu açıdan “hilafet” daha çok ABD-İsrail hattına uygun bir dış desteğe sahip olabilir.
“Osmanlı”nın yeniden diriltilmesi hayali de bunun bir parçasıdır. Yine, ABD-İsrail hattına uygundur. Osmanlı hayali ile Suriye’de gerçekleştirilen işgal, Türkiye-Suriye ilişkilerini germekle kalmadı, İsrail için hayatı kolaylaştırdı. Dahası, bu çerçevenin devamı olarak Türkiye-Mısır ilişkilerindeki gerilim, İsrail için büyük olanaklar ve yeni harekât sahası anlamına gelmektedir. Hem tüm bunlar, ABD tetikçiliği işi için de önemli bir “maske” olarak iş görmektedir.
Tüm bu iki öneri ve bunun çeşitli versiyonları, aslında, şu kabul üzerine oturmaktadır: 1- Erdoğan iktidarının sonu gelmiştir. 2- Saray Rejimi’nin böyle sürmeyeceği kesindir. İşte bu koşullarda, mesele “devleti nasıl kurtarırız” meselesidir.
Yani, bunlar egemen sınıfların arayışıdır.
İşçi ve emekçilerin arayışı ise bambaşkadır. Ülkeyi kurtaracak, toplumu kurtaracak, emperyalist boyunduruğa son verecek, savaşa ve sömürüye son verecek, “yağma, rant ve savaş ekonomisi”ne son verecek, tüm bölgede barışı egemen kılacak, halkların birbirine kırdırılmasına son verecek yol, işçi sınıfının, devrimcilerin yoludur.
Bu “Birleşik Emek Cephesi”dir.
“Anadolu Devriminin Yolu” isimli broşür, ilk olarak 1997 yılında yayınlandı. Sanırım, okuyucu bu broşürü, 2008 baskısı olan ikinci baskısı olarak bulabilir. Bu broşürün 42 ve 43’üncü sayfalarında, Anadolu Devriminin Yolu anlatılırken, Birleşik Emek Cephesi üzerinde durulmaktadır.
İşte buradayız.
Birleşik Emek Cephesi, zaman zaman Kaldıraç sayfalarında yeniden gündeme getirilmiştir.
Bugün, işçi sınıfına, devrimci harekete, sola lazım olan işte budur: Birleşik Emek Cephesi.
Birleşik Emek Cephesi, en başta, farklı siyasal ve toplumsal hareketlerin varlıklarını, farklılıklarını kabul eder. Ama, işçi sınıfı cephesinden, iktidarı alma sürecine bir müdahaleyi içerir.
Bugün, Erdoğan’ın gitmesi yetmez, diyoruz. Tek başına Erdoğan karşıtlığı ile yetinmek, Erdoğan gitsin de ne olursa olsun fikrine yatmak, işçi ve emekçiler için bir kurtuluş değildir. İki nedenle; birincisi, gerçekten de mesele Erdoğan meselesi değil, bir sistem meselesi olduğu için, ikincisi ise Erdoğan’ın zaten çoktan iktidarını kaybetmiş, orada ABD tetikçiliği görevi ile durmakta olduğu için.
Dahası var. Sadece Saray Rejimi gitsin demek de yetmez. Saray Rejimi, “yağma, rant ve savaş ekonomisi” üzerine yükselmektedir. İçeride ve dışarıda saldırganlığa, savaş çığırtkanlığına dayanmaktadır. Ülkenin içinde terör estirmektedir. Elbette bu rejimin, Saray’ın alaşağı edilmesi önemlidir. Ama bu, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” ile “tek kişi iktidarı” arasında bir tercih yapma meselesi değildir. Değildir çünkü, işçi sınıfı, kendi iktidarı için savaşmadan, bu yoldan geçmeden “demokrasi” diye bir şey ortaya çıkmaz.
Erdoğan öncesi “demokrasi” değildi. Tersine, Saray Rejimi, aslında 12 Eylül’ün bir devamıdır. TC devleti, tekelci polis devletidir. Burada “demokrasi”, ancak en zenginler için, ancak tekeller için vardır. Halklar için, işçi ve emekçiler için demokrasi, ancak ve ancak işçi sınıfının iktidarı alması ile olanaklıdır.
Birleşik Emek Cephesi, işçi ve emekçilerin, her düzeyde ve her türden örgütlenmelerinin içinde yer alacağı, devrimci direnişin cephesidir. Birleşik Emek Cephesi, devrimcilerin, solun, işçilerin, pratik mücadele içinde savaş arkadaşlığını örmesi ve geliştirmesi demektir.
Birleşik Emek Cephesi, sisteme karşı gerçek işçi alternatifinin ortaya konmasıdır. Bu anlamda, stratejik önemdedir.
Birleşik Emek Cephesi, bugün, hayatın her alanında ortaya çıkan sorunlara karşı, işçi ve emekçilerin kendi iradelerini örgütlemelerinin yoludur. Her cepheden gelişen devlet saldırılarına karşı direnişin geliştirilmesinin yoludur.
Birleşik Emek Cephesi, “şahsım”ın iktidarına karşı bir başka burjuva alternatife razı olmamak da demektir.
Bugün, devlet cephesi ile, işçi ve emekçilerin, halkların cephesi iki ayrı kutup hâlindedir. İster doğanın yağmalanmasına karşı mücadeleyi ele alalım, ister kadına karşı şiddet ve ayrımcılığı ele alalım, ister savaş karşısında tutumu ele alalım, ister en sıradan demokratik hakların savunulmasını ele alalım, hayatın her alanında, devlet ile işçi ve emekçiler karşı karşıyadır. Diyelim ki, bir tren kazasında ölenlerin ardından kazada sorumluluğu olanları dava etmiş olun, isterseniz bir inşaatta ölen işçilerin haklarını savunmak isteyin, isterseniz madende ölenlerin aileleri ile dayanışmaya geçin, isterseniz Kaz Dağlarında yangınların nedenlerini araştırın vb. hemen göreceksiniz ki, karşınızda devlet var. Ve o devlet, Erdoğan’ı, Bahçeli’si ile olduğu kadar, Akşener’i, Kılıçdaroğlu ile de sizin karşınızdadır. İster Kürt sorunundan söz edin ister sağlık emekçilerinin sorunundan, ister eğitim hakkından söz edin ister Suriye’deki işgal politikasından, ister barıştan söz edin ister artan sömürüden, karşınızda tüm güçleri ile devleti bulacaksınız.
Birleşik Emek Cephesi, tüm bu alanlarda, devletin karşısında, işçi ve emekçilerin ortak mücadelesinin ifadesidir.
Elbette Birleşik Emek Cephesi’nin örülmesi, birkaç günün işi değildir.
Ama bugün artık, böylesi bir pratiğin gündeme alınması mümkündür ve gereklidir.