Önceki Bölüm: Asla “Bir” Tek Şey Öğrenemezsin
Toplum, eğer bir sınıflı toplum ise, hele bir de kapitalizm ise, hücrelerine kadar kokuşmuş bir toplum demektir.
Meta egemenliği, ilk sınıflı toplumla başlayıp, metanın egemen olduğu kapitalist topluma kadar sürekli gelişmiştir. Kapitalist toplum; meta ilişkilerinin artık egemen olduğu bir toplumdur. Ve metanın egemenlik alanını bu kadar genişletmesi demek, insanlar arasındaki ilişkilerin meta üzerinden kurulması demektir.
Sınıflı toplumun nasıl bir yapısı olduğu konusunda çok farklı örneklemeler yapılıyor. Mesela; bir piramit gibi olduğu, en üstte egemen sınıfın küçük sayıdaki mensupları, onun altında, orta büyüklükteki burjuvalar, altında daha kalabalık küçük burjuvalar ve nihayet en altta sayıca en kalabalık olan işçi ve emekçiler. Bu piramit benzetmesi, gelir dağılımı söz konusu olunca, büyük ölçüde doğrudur. Ama yine de toplumsal yapıyı, sınıfların durumunu, bu tip benzetmelerle anlatmak, işi karikatürize etmek olur.
Elbette egemen sınıflar sayısal olarak çok küçük sayılardadır. Türkiye’de en büyük 500 firma, toplam gelirin, çok büyük bir bölümünü elinde tutmaktadır.
Mevduatların yarısından fazlası; mevduat adedi olarak; binde birin elindedir. Ya da dünyaya bakarsak, dünyanın en zengin kişisinin serveti, 100’den fazla ülkenin gelirinden fazladır.
Egemen sınıf, sadece topluma egemen olmakla kalmaz, aynı zamanda, kendi kültürünü, kendi ideolojisini de topluma egemen hâle getirir.
Bu durum, bunalım konusunda da böyledir.
Çürüme, gerçekte sistemin çürümesidir; ama kendini doğrudan, en alttakilerde, işçi ve emekçilerde gösterir.
Paraya endeksli yaşam, her şeyin alınıp satılması, gerçekte bir bunalıma yol açacaksa, burada alınıp satılanın, emekçi sınıfın, yoksulların içinden çıkması kadar doğal olanı nedir? Sistem; kadını bir cinsel obje haline getirir. Aslında bu, çürümenin kendisidir. Ve sonrasında, kadının vücudunun satılması gündeme gelir ve elbette vücudu satılan yoksullardır.
Hırsızlığı; üretim araçları ve toprak üzerindeki mülkiyet başlatır. Egemen sınıfın üyeleri, her şeyi çalar, her şeyi yağmalarlar. Zenginliklerine zenginlik katmak için, her lokmayı kendilerine alırlar. Sonra, açlık kol gezer. Bu bir çürümedir ve sonunda sistem, burjuva hukuku, ekmek çaldığı için, baklava çaldığı için çocukları, yoksulları, açları cezalandırır. Büyük hırsız, küçük hırsızı cezalandırır. İşte size burjuva hukuku.
Rekabet; kapitalistler arasında başlar, tekeller arasında zirvesine ulaşır. Tekelci rekabet, her türlü mafyanın, her türlü egemenlik ilişkisinin temelidir. Rekabet, giderek egemen insan ilişkisi hâline gelir. Bu o denli yaygınlaşır ki, her türlü insani değeri, arkadaşlığı, paylaşmayı vb. yok eder. Toplumsal bir varlık olan insan, orman yasalarının içinde, kapitalizmin kutsadığı “birey” hâline gelir. Ve böylece, rekabet ilişkileri altında çürüme en derinlere kadar işler.
Buraya kadarkilerden bir sonuç çıkıyor; çürüme, egemen sınıfın içinde başlıyor. Sistemin çürümesidir bu. Ama çürüme kendini, en alttakilerde, yoksullarda, açlarda, işsizlerde, emekçi ve işçilerde ortaya koyuyor. Biz çürümeyi, halkta görürüz, ama gerçekte bu, çürümenin ortaya çıkış biçimidir, gerçekte çürüme, egemen sınıfın içinde başlar.
Yine buraya kadar ortaya çıktığı gibi, aslında tüm bu çürüme örnekleri, sistemin doğallığı, nesnel işleyişi içinde vardır. Her şeyin metalaştırılması, sonuçta bir noktaya geldiğinde, açık bir çürüme olarak ortaya çıkar. Rekabet; sistemin övdüğü, hatta TV programlarında üzerine övgüler düzülen bir süreçtir. Ama rekabeti övenler, gün gelir, onun yıkıcı etkileri üzerinde konuşmaya başlarlar. Oysa rekabet; elbette ki yalnızlık üretir, elbette ki paylaşımı yok eder, elbette ki “birey”i öne çıkarır.
Bu ara nottan sonra devam edebiliriz.
Egemenlik ilişkisini ele alalım.
Kapitalist, kâr elde etmek için üretim yapar. Ürettiği şeyin, insan ihtiyacını gidermesi, sadece bir zorunluluk olduğu için vardır. Yoksa kapitalist, kullanım değeri üretmek istemez. Sadece değer, satılacak meta üretir, mal üretir. Cola, bir ihtiyaç mıdır? Değil ise, onun üretiminin kapitalizm olmadan olmayacağını da bilmek gerekir. Bugün, cola, birçokları için bir ihtiyaçtır. Evinizde, kezzap yerine tuvalet temizliğinde kullanabileceğiniz cola, içecek olarak bir ihtiyaç görür hâle gelmiştir, hatta birçok kişinin tek içeceğidir ve cola içmekten dolayı midesi delinen, hastalanan ve hatta ölen insanlar olduğu hâlde, sigaraya karşı açılan savaş ona karşı açılmıyor.
Kapitalist, daha çok kâr elde etmek için, pazarda hâkimiyet kurmak ister. Cola, bir pazar yaratıyor ve bu pazarın dünya çapında iki egemeni var. Ve kapitalistler, bu pazarı kontrol etmek, egemenlik altına almak isterler.
Gün gelir, bu kontrolü sağlamak için, silahlı savaşlar organize edilir.
Pazar hâkimiyeti, bir yandan ideolojik programlarla mücadele etmeyi (reklâmcılık) ve diğer yandan da şiddeti çağırır. Pazar hâkimiyeti, ideoloji ve şiddet bir arada işlemeye başlar.
Bu egemenlik ilişkileri, toplumun her alanına, her hücresine sızmaya başlar.
Erkek, kadının üzerinde egemenlik kurar.
O kadar ki; hayatın her alanında, her ilişkide, kimin kimin üstünde egemenlik kuracağı temel sorun olur. Bu, aslında bir çürümedir. Ve kendini en başta alt sınıflarda, yoksullarda, emekçilerde ortaya koyar. Erkek kadına egemen olmak ister, işyerinde patron, işçinin nefes almasını bile denetim altına almak ister. Fabrikada, patronun egemenliği altında sesini çıkaramayan, sürekli aşağılanan kişi, evine gittiğinde, ailesini egemenliği altına almakla meşguldür. Bu egemenlik ilişkisi o kadar gelişmiştir ki; uzaktan izlenirse; bir traji-komik filme dönüşür. Egemen erkek, sonuçta eşini, sevdiğini öldürür. Egemendir, ama ne egemen? Evin efendisidir, dünya onun etrafında dönmektedir, ama karşısında patronunu gördü mü, hemen köle pozisyonuna geçer, polisi ve devleti gördü mü, hemen susar ve kabuğuna çekilir. Ve burada kaybettiği onurunu, evinde eşine, çocuklarına karşı terör estirerek kazanmaya çalışır. Eve, sevgilisine o kadar “hâkim” hâle gelir ki, istediğini yaptıramaz ve sonuçta, aklî melekelerini yitirmiş gibi, bir cinnet hâli ile, çoluk çocuğunu öldürür. İşte size erkek egemenliği.
Okulda dayak yer, ailede dayak yer, askerde dayak yer, işyerinde dayak yer ve sonuçta; dünya şampiyonu da olduğu için olacak; evinde karısına, çocuklarına yumruk sallar.
Aslında bu, burjuva egemenliğin yansımasıdır.
Bizim toplumumuzda; bu egemenlik, erkeklik vurgusuna biraz da “tarih” eklenmiştir. Fetih, fethetme de işin içine girmiştir. Ülkenin egemenleri, her gün bir yerleri fethederler. Fetihçi ruh, yağmacı ruh ile atbaşı yürümüş olduğundan olacak, insanlarımız da bu fetih işine çok yakın durur. Özellikle, küçük esnaf için bu fetihçi ruh, altında yağma olanağını sakladığı için çok caziptir. Bu ele geçirme, egemen güçler içinde başlar, orada kotarılır, orada ideolojik bir boyut alır, orada bir “tarihsel” derinlik kazanır ve sonra halka yansır. Çürümenin kendidir. En temiz duygularda bile bu fethetme vardır, aşkının ilk anında bile fetihçidir. Oysa aşk daha insani bir duygudur. Fethedip de eline geçen nedir? Muhtemelen daha büyük hayal kırıklığı, daha fazla yoksulluktur.
Ama bu fetih işini, topluma bir egemen ilişki biçimi olarak, bir amaç olarak, egemenler öğretir, dayatır, yayar.
Mülkiyet meselesi de böyledir. Gerçekte mülkiyet, toplumsal normlarca onaylanmış bir hırsızlıktır. Üretim araçları, toprak vb. üzerindeki mülkiyet, hırsızlığın âlâsıdır. Ama gerçekte, mülk sahibi hırsızlar, ekmek çalanları cezalandırır. Halkın parasını toplayıp bankalara veren bir sistem, sonra buradan büyük çaplı tefecilik yürütür, tefecilik her alanda yaygınlaşır ve bunun adına hırsızlık demezler. Tefeci, ahlâkî açıdan zaaf içinde olan olarak takdim edilir, bankacılar ise, el üstünde tutulur, saygı görür.
Gerçekte mülkiyet; özgürlüğün, insanlığın kaybedilmesi demektir. Malların, eşyaların esiri olmak demektir. Toplumdan çalınan bu mülkler, korkaklığın da, tutuculuğun da esas kaynağıdır. Elde ettiği ayrıcalıkları korumak, elindeki tüm güçleriyle insana karşı savaşmak anlamına gelir.
Mülkiyet; gerçekte büyük çaplı çürümenin de kaynağıdır. Aşkı, vicdanı, merhabasını mülkiyet haline getirme süreci böyle başlar.
Çürüme, kapitalizmin içindedir. Onun başarısızlığının değil, tam tersine başarısının sonucudur. Bu nedenle, kapitalistler, herkesi kendine benzetmek, herkese “sermayenin değerlerini” insani değer olarak kabul ettirmek ister. Tarihi de buna göre dizayn eder, toplumu da. İnsanın doğasını değiştirmek için yaptıkları müdahalelerin nedeni budur. Yani, kapitalizmin yaşaması, insanın insan olmaktan çıkması demektir.
Kapitalizm; onurlu, soru soran, değerleri olan insanları sevmez. Onlar, sistemin çarkının içinde öğütülmemiş oldukları için, onları düşman kabul eder. İnsanı düşman kabul eden bir toplumdur kapitalizm. Sınıflı toplumların en gelişmişi, yani en insanlık dışı olanıdır.
Bu sisteme karşı savaşmak, insan olarak kalmanın tek yoludur.
Bu sisteme karşı savaşmak, çürümeye karşı savaşmaktır.