Değer mi?

Bir çivi, tam aklına, bilincinin ortasına, sesleniyor sana; enflasyon sebep faiz sonuçtur, nihayetinde işçi maaşları çoğaldıkça ekonomi bozulur.

Bir çivi, tam aklına, bilincinin ortasına, sesleniyor sana; senden başkası hep kendini düşünür, bak doktoru 8 bin liraya yenidoğan bebeleri öldürür, müteahhidi çalar betonundan diri diri gömdürür, ustabaşı yatar işçisini süründürür, şişelenmiş şekilde satılıyor parsellenmişi derelerin, çöker biraz daha parası olan madenin en kıymetlisine, gücü olan diğerinin ümüğüne!

Bir çivi, tam aklına, bilincinin ortasına, sesleniyor sana; yok yarın falan, sadece sen varsın bir de yaşadığın an. Bir tur daha dön bugün köşeyi cebindeki kumarhaneden, kredi çek, kameraya gülümse olmadı bir bol zehirli fıstıklı çikolata kuyruğuna gir ama aman şu sefil hayatında bir de yarını düşünme!

Bir çivi, tam aklına, bilincinin ortasına, sesleniyor sana; biraz daha beklesene, öyle çok değil mesela bir sonrakine kadar sandığın-seçimin, hem kreşleri-lokantaları-sadakaları olacakmış artık belediyenin, bir de kaptılar mıydı baştan aşağı rantiyeyi neden göstermesinlerdi sana da hortumun dibini. Biraz daha beklesene, öyle çok değil mesela bir sonrakine kadar sefaletin, mesela bir sonrakine kadar depremin, bir sonrakine kadar merminin füzenin, bir sonrakine, az sonrakine cesedin, çürümenin!

Bir çivi, tam aklına, bilincinin ortasına, sesleniyor sana; KYK’nın asansörü bozukmuş besbelli canını sevseymiş de binmeseymiş, yemek de biraz kurtlu ancak 25 TL’ye daha güzeli neredeymiş, devam zorunluluğu yok tabii cafelerde yevmiye pek iyiymiş!

Bir çivi, tam aklına, bilincinin ortasına, sesleniyor sana; ne işi varmış o saatte orada, hem o kıyafet de çok iffetsiz bir boyda, ayrılsaymış dövüyorsa, koşsaymış en yakın karakola nasıl olsa arka kapıdan herifi salacak değiller ya!

Bir çivi, tam aklına, bilincinin ortasına, sesleniyor sana; ölenler patron değil nasıl olsa savaşlarda, sevin sen her yeni yıkımda, dolacak senin kasanmış gibi, sanki kasan varmış gibi, bizim için Şam’ı aldın ey devletli, Kerkük’ü de alsana!

Her gün, her yastığa kafayı koyana kadar geçen saat, her manşet ve tweet, her ışıklı tabela çivi gibi sesleniyor sana.

**********

Düzleyerek gidelim…

Nasıl bir dünyada yaşıyoruz?

Bir sorudur bu, belki bugünlerde sonuna bir ünlem de konarak her gün önümüze gelen ve etrafına bakıp/bakmayıp kiminin hayretle, kiminin küfürle, kiminin bıkkın bir boşvermişlikle yanıtladığıdır.

Biz şöyle cevaplıyoruz; yıkmak istediğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Tanıyoruz biz bu dünyayı, yeni de değil ha, kölelikten beridir, savaşını ve sömürünün tüm biçimlerinin pisliğini tanıyoruz, yeni değil ki hiçbirisi. Bu dünya; bir tane koca savaşı atlatalı henüz yüz yıl oldu, ikincisinde ölenlerin mezarlarını ziyaret eden arkadaşları var hâlâ ve üçüncüsü demese de yüksek sesle herkes ölüyor, görüyor, yaşıyoruz, yani tanıyoruz. Yıkmak istiyoruz bu dünyayı en çok da öyle tanıyoruz.

Yaşamımıza bir adımdır yanıtımız, adımlarımız buluşsun diyedir bu satırlarımız.

**********

Devam edelim…

Az önceki soruya yanıtımızla ilgilenenler hevesle bir yeni soruyu duyabilir; Nasıl yıkacağız, kurtulacağız?

Eh, aslında bu soruya cevabımız sade ve basittir. Yine de onun zorluğu yapacakların bileceği iştir. Yaşamak tek tek geçirdiğimiz anların bir toplamı değildir, bütündür. Yani nasıl kurtulacağımızı belirleyen ve nasıl yıkacağımızı, nasıl yaşadığımızdır. 

Bu yaşamın standart bir reçetesi, sihirli değneği yok. Kâh bir fabrikada patrona duyurmadan bir komite kuracağız, kâh bir işçi direnişinin çadırında sabahlayacağız, kâh bir sokak ortasında tacizcileri cezalandıracağız, kâh bir sabah metrobüs çıkışında bildiriler dağıtacağız, kâh işgalci İsrail’e giden gemileri kovalayacağız, kâh saatler süren bir toplantıda kafa patlatacağız, kâh Taksim barikatlarında dövüşeceğiz… Yaşam neyi gerektiriyorsa, tüm yapabildiklerimizle ve yapamadıklarımızla, hep daha ileriye adımlayacağız.

Bir iç çekişe, ani bir ferahlamaya çağırmıyoruz kimseyi. Bir bütün yaşama çağırıyoruz, yaşamaya. Gelene; tüm yaşamımız senindir/ne efendi ne uşak olarak/ ne de şimdiki gibi kalarak

Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için,
                               diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
                           yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
                        fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
                        belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.

**********

Biz şimdi bu sorulara cevap vermiş ikimizi anlatacağız sana.

İçimizden ikisini gökyüzüne uğurladık.

Ölümü aşan, gidişiyle kalan, yaşayan, iki devrimci, iki yoldaş, iki insan…

Bekir Kilerci, Ali Serkan!

Bundan 27 sene önceydi.

Uludağ Üniversitesi öğrencisiydi Burhanettin Akdoğdu. Kaldıraç dergisinde Bekir Kilerci adıyla yazdı şiirlerini, yazılarını.

Devrimci tiyatrocuydu, şairdi.

Bekir, sosyalizmden, insan olmaktan kaçışın para ettiği, rüzgârın da karşıdan estiği, devrimciliğin ahmaklık olarak pompalandığı, her türlü ideolojik dezenformasyonun yapıldığı bir dönemde atıldı kavgaya, “Gemi”mizin komutanı oldu.

Erdal Eren’in ölümsüzleştiği günde, 13 Aralık 1997’de, Ankara TEM şubesinde işkencede, ser verip sır vermeyerek ölümsüzleşti.

“İnancı uğruna ölümü yenen/ öğretti ki yeniden/ bazen eylem/ yaşam adına verilen son nefestir/ ve bu nefes/ anlamsız geçirilen/ on yıllara bedeldir.

 

Bundan 27 sene önceydi.

Ege Üniversitesi öğrencisiydi Ali Serkan Eroğlu. 19 yaşındaydı, gözü yıldızlardaydı. Devrimci tiyatrocuydu, şairdi.

Ege Ensemble’nin (Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu’nun) kurucusuydu. Okulunda sayısız edebiyat fanzininin çıkmasına yardım ediyordu. Kaldıraç dergisi okuyor, düşlediği özgür dünya için savaşıyordu. Yoldaşlarına karşı ajanlık teklif edildi, cevabını yaşamıyla verdi.

İnsan olmak, insan kalmak için satmadı yoldaşlarını.

24 Aralık 1997’de, okulunun tuvaletinde asıldı. İnsan kirlenmesine yanıttır; Ali Serkan Eroğlu insan olmanın çığlığıdır!

“o yollar ki, cesaret ister yürümek/ ateşten bir yürek/ o çocuklar ki sahiptir bunlara/ yıllar geçiyor hızla/ zulüm artıyor hızla/ artacak hızla/ ateşten yürekler cesaretle dolana dek/ artacak hızla/ hızla dolacak”

Yıkmaya ve yaratmaya kalkışan, sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir dünya için düşen, dövüşen, bu iki kahramanımızı anıyoruz.

Onlar dünyanın her yerinde işçilerin, halkların bu aşağılık sisteme karşı isyanında yaşamaya devam ediyor.

Bizler onları anarken, onları anlatırken, onların mücadelelerini sürdürürken, insan kalmak isteyen, insanca özgür bir yaşam isteyen herkesi onlar gibi “yaşamaya” davet ediyoruz.

Reddediyoruz “Neyi, nereye kadar isteyeceğiz?” sorusuna kendimizi tutarak cevap vermeyi; kırıntı değil biz dünyayı istiyoruz!

Yok, kimseyi bir zafere çağırmıyoruz. Biz gerçeklerden kopuk, sanrılarla yaşayan bir kendinden geçmişler grubu değiliz. Tersine, yaşamın, tarihin akışına sıkı sıkıya bağlı, dünyayı yeniden yaratma mücadelesi veren savaşçılarız. Çağırıyoruz seni de bu savaşa, yıkılsın bu dünya; hem, sizin ömrünüz içinde yıkılsın ya da yıkılmasın siz bu mücadeleye atılmaktan niye geri durasınız?

Biz devrimci sosyalistleriz; bu aşağılanmaya, bu insanı kirleten sisteme, bu sömürüye karşı savaşmamak, bunlara alışmak ölümün en acısıdır diyoruz. 

Biz devrimci sosyalistleriz; sadece yarın için değil, sadece gelecek için değil, sadece özgürlük için değil “yaşadım” diyebilmek için savaşmak tek yoldur. Yerin yanımız, alacağımız yaşamımız!

Biz devrimci sosyalistleriz; dünyayı alacağız.

Devrim için ileri; ya sosyalizm ya ölüm!

12.12.2024

Kaldıraç Hareketi

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz