Egemen, zor aygıtlarını elinde tutan sınıf, devletin sahibi olan sınıf, sadece baskı ve şiddetle, sadece zorla yönetmez. Bir de, binlerce yıllık kör inanlara, alışkanlıklara, hurafelere, inançlara dayalı olarak, onlarla birleştirdiği, kaynaştırdığı bir ideolojik hegemonya da kurar. Bu ideolojik hegemonya, aslında, “rıza” üretme mekanizmasıdır. Din ve eğitim bu işin içindedir. Devletin “baba” görülmesi, devlet dışında herhangi bir kişinin silah kullanımının suç olmasının kabulü, egemen sınıfın koyduğu hukuk sistemine riayet edilmesi, vergilerin “yol, su, elektrik” olarak geri döndüğü düşüncesi, vatan-millet edebiyatı, ulusal çıkar yalanı, ulusal güvenlik gereği, yargının bağımsızlığı gibi söylemler, aslında bu rıza üretiminin günlük yaşamımızdaki ifadeleridir.
Elbette, egemen, elindeki dini, basını, eğlence sektörü, filmleri, diğer kültürel araçları ile, sosyal medyası, dijital kanalları vb. ile, toplumsal rızanın üretilmesi için her türlü manipülasyonu yapar, yapmaktadır da.
Mesela İkinci Dünya Savaşı sonrasında, birdenbire, “hür dünya” söylemi ile, demokrasi savunucusu rollerini takınarak, dünya işçi sınıfına, özgürlük ve eşitlik arayışına, dünya halklarına, SSCB başta olmak üzere sosyalist ülkelere karşı, organize bir savaş devreye soktular. Ve bu savaşın adı, aslında “demokrasi” savaşı idi. Anti-komünist mücadele, bir sürü hak ihlali, cadı avı, akıl almaz yargılama komedilerine rağmen, “demokrasi” kılıfına sokuldu.
Yakın dönemde ise, “terör” ve “terörist” suçlaması ile, hemen her muhalif hareketi ezmeye çalışmaktadırlar. Kürt halkının özgürlüğünden mi söz ettin, demek sen teröristsin; Filistin halkından mı söz ettin, sen bir teröristsin; mesela 8 saatlik işgünü politikasının uygulanmasını istedin mi de teröristsin; doğanın yağmalanmasına karşı mı çıkıyorsun, sen kimsin ki, olsa olsa teröristsin.
Devletin işlediği birçok cinayet, devletlerin ortaya koyduğu organize katliamlar, devletlerin her türden saldırısı, “demokrasinin korunması” iken, bu saldırılara karşı çıkmak, hattâ sıradan bir ekonomik-demokratik hakkı savunmak ise, düpedüz teröristliktir.
Eylül ayı içinde, ABD-İsrail cephesi, Lübnan’da bir saldırı gerçekleştirdi. Saldırı, ortaya çıkan bilgilere göre, telsizlerin ve çağrı cihazlarının patlatılması ile gerçekleştirildi. 2 bini aşkın patlamadan söz ediliyor. Ölen sayısı 30 civarında, yaralı sayısı da 150’nin üzerinde gibi görünüyor.
Derler ki, korkak her zaman korkaktır ama çoğu kez “kahraman” unvanını da alır. Bu saldırıyı yapanlar, İsrail ve ABD cephesi, aslında bir çeşit “kahramanlık” ortaya koymuş gibidirler. Öyle düşünüyorlar. Üretici firmaya, biraz fazla ödeme yaparak, bu cihazların, mesela 3 bin cihazın içine bomba koymak, bir devlet için çok zor olmasa gerek. Ya da mesela cihazları bir yerde toplayıp, bir teknik kadro ile, cihaz başına mesela 1000 dolar vererek bu işi yaptırmak mümkündür. 300 bin dolar harcamış olsalar, hiçbir devlet için bu bir büyük harcama demek değildir. Mesele, bu cihazların, Lübnan tarafından istenen, sipariş edilen cihazlar olarak satılmasıdır. Bunu da biraz düşük bir fiyat teklifi ile başarmak mümkün olmalıdır. Demek ki, Lübnan’dan gelen bir siparişi, bu biçimde yerine getirmek, ABD ve İsrail açısından çok da zor olmasa gerek.
Siz eğer, devletten, devletin gücünden korkuyorsanız, aslında bu operasyon sizi daha da korkutabilir.
Demek ki, korktuğumuz zaman ille de güçlü bir adamın bize saldırması gerekmez, korkak birisinin saldırısından da korkabilirsiniz.
Korkakların saldırıları, belki de daha korkutucudur.
Bizim Türkiye sol çevrelerinde, “ununu elemiş eleğini asmış” olmaya doğru koşan bazı kesimlerde, düşünce şöyledir: Vay be, adamlar müthiş, bunlarla başa çıkılmaz, bak ne yaptılar!
Baştan aşağıya yanlış bir düşünce tarzıdır.
Söylediğimiz gibi, böylesi bir eylemin yapılması olanağı, devletlerin hepsi için olanaklıdır. Hele ki, ABD, İsrail hattı için bu çok kolay, sadece biraz fazla paraya mâl olacak bir operasyondur. Korkakçadır. Nihayetinde, ölenlerin kim olduğu asla kestirilemez.
Elbette bu bir devlet terörüdür.
Filistin halkı söz konusu olduğunda, İsrailli yetkililerin, “çocukları öldürün” çağrısı yapmaları ile benzerdir. Kendine devlet yöneticisi, kendine yazar, kendine sanatçı, kendine edebiyatçı denilen bazı isimler, hiç tereddüt etmeden, “çocukları öldürün çünkü büyüyünce zaten birer Filistinli terörist olacaklar,” diyebilmektedirler. İleride bu çocuk Filistin direnişçisi olacak diye çocukları öldürme hakkını kendinde görenler, elbette ki katildirler. Ve bu katiller, devlet terörünün militan savunucularıdırlar.
İşte bunlar, Lübnan’da cihazların patlatılması işini, “kahramanca” bir eylem olarak görürler.
Ve elbette ki, egemene, burjuva devlete karşı savaşma niyetinde olmayan, korkan ama bunu kendine bile söyleyemeyen “solcu”lar, bu eylemden korkarlar ve bu egemene karşı savaşmanın manasız olacağı sonucuna hızla varırlar.
Korkakçadır.
Bu saldırılar, katliam politikalarının devamıdırlar.
Almanya’da, 10 yaşındaki bir çocuğu, elinde Filistin bayrağı olduğu için kovalayıp tutuklayan Berlin polisinin ne denli büyük bir “kahramanlık” ortaya koyduğu da açık olmalıdır. Sanırız, demokratik dünyanın, hür dünyanın bu nadide temsilcisi Almanya’nın polis teşkilâtı, Hitler döneminden bu yana, böylesine kahramanca bir eylem yapmamıştır.
Evet, devlet öldürür.
Giderek devletin işi de bu olmaktadır. Vergiyi alır, halkı ezer, baş kaldıranı öldürür. İşte size demokrasi!
Tekellerin dünyasında devlet, daha açık, daha fazla, daha “kahramanca” öldürür.
Tekelci hâkimiyet dünyasında devlet, paramiliter güçleri ile, kolluk kuvvetleri ile saldırır ve bu saldırılar, birer katliam, birer soykırım boyutuna gelir.
Tekeller dünyasında demokrasi budur.
Buna devlet terörü demekte hiçbir sakınca yoktur ve bu devlete karşı, her yol ve araçla direnmek; meşrudur, zorunludur.
Lübnan’da yapılmak istenen bir çeşit soykırımdır.
Devletlerin ya da büyük şirketlerin ellerinde, bu katliamların daha fazlasını yapma olanakları vardır. Mesela Apple, canı isterse, uygun görürse, tüm telefonlarını patlatabilir. Zaten, telefonun da pilini, güç kaynağını çıkartamıyorsunuz.
Biliyoruz, bu telefonları, akıllı denilen telefonları taşıyan herkes, ama herkes, istendiğinde dinlenebilmekte, izlenebilmektedir. Milyarlarca cep telefonunu dinlemenin onlara ne faydası olacak, demeyin. Demeyin, çünkü siz onların yerinde değilsiniz ve sizin için gereksiz olan bir bilgi, onlar için çok da gerekli ya da önemli görülebilmektedir.
Cep telefonu, haklı olarak, “modern tasma” olarak tanımlanmaktadır. Hani hayvanlara tasma takarlar ve bu yolla, o hayvanın sahibinin kim olduğu ortaya çıkar. Her ne kadar, eski çağlardaki gibi, hayvanlar, üretimde kullanılmıyor olsa da, sahiplerinin belli olması “önemli” ya. Ne de olsa mülkiyet dünyasında yaşıyoruz. Her şey mülk edinilmelidir. Bir fikir bile, bir şiir bile. Su, çoktan mülk edinildi, ağacın gölgesi çoktan mülk edinildi ve havanın mülk edinilmesi de kapitalizm yaşarsa eğer, bir gün gerçekleşecektir. Bu nedenle, kapitalizmin tez elden, Fikret Başkaya’nın deyimi ile “vakitlice” yıkılması gereklidir.
Modern tasma, kimseye “açık zor” ile verilmiyor. Bazı şirketler, elbette cep telefonunun sahibinin kendileri olması “hakkı”nı kullanıyorlar. Ama herkes, cep telefonuna sahip olmak için, bir çeşit zorunluluk hissediyor. Cep telefonsuz yaşam, “ilkel” bulunuyor ve burada da kalmıyor, hangi marka tasmanın, pardon, hangi marka cep telefonunun daha prestijli olduğu da bir konudur. Şöyle düşünün, bir köpek, kendisine takılan tasmayı seçme hakkına sahip değildir. Modern tasmalı insanın bu konuda bir seçim hakkı var.
Fark bu kadarla da sınırlı değildir. Koyunun tasmasının maliyetini koyunun sahibi üstleniyor. Oysa insanın tasmasının maliyetini, her bir insan kendisi üstleniyor.
Demek ki, aslında biz zaten, Lübnan’da ortaya çıkmış olan toplu suikast eylemine her an maruz kalabiliriz. Bunun önünde hiçbir engel yoktur.
Devlet terörü, yeni bir aşamaya yükselmiştir. O elektronik aletlerle oynanan oyunlarda olduğu gibi, yeni bir level ortaya çıkmıştır.
Şimdi, birçok devlet, kendi terör uygulamalarını Lübnan’daki saldırı ile karşılaştırıyor ve bu açıdan, “bravo” dediklerini varsaymak, sanırız aşırı bir yorum olmayacaktır. Bugüne kadar, Rusya ve Çin dışında, Lübnan’daki bu korkakça devlet terörünü kınayan ülke yok gibidir. Abartmayalım ama Batı dünyasından, bu eylemi kınayan bir tek ülke yoktur. Demek “hür dünya” bu konuda daha yeni pratikler ortaya koyacaktır.
Düşünün, bu eylem, mesela İsrail içinde gerçekleştirilmiş olsa idi, tüm Batı dünyası, bunu açık bir terör eylemi olarak kınamakta bir saniye tereddüt etmezdi. Oysa eylemin hedefi Lübnan olunca, iş öyle değil.
Pek yakında, otomobilleri bir anda patlatma eylemleri de ortaya çıkacaktır. Dünyanın hâkim güçleri, tekeller, ellerindeki olanakları göstermeye başladılar. Başka neler yapabileceklerini hayal etmek zor değil. Ama bunların tümü, onların zaferini garantilemez, tersine, korkularını açığa vurur ve vurmaktadır.
Devlet terörünün ayırt edici noktası da burasıdır. Devlet, açıktan halka saldırıyor ise, bu durumda terör yok, ama halk buna karşı çıkıyorsa, işte o bir terör eylemi oluyor.
Şimdi, İsrail bu yolla, Lübnan’da büyük zafere mi imza atmış oldu?
Elbette olmadı.
Ama İsrail ve ABD, açık olarak bu savaşta hiçbir sınır tanımadıklarını, tanımayacaklarını ilan etmiş oluyorlar.
Dünya çapında sürmekte olan savaş, artık kural ve sınır tanımaz durumdadır.
Ve elbette, bu savaş, bizzat bu savaşı yürüten ülkelerin içlerinde de yankısını bulacaktır. Her savaş bir iç savaştır. Bu nedenle, aslında, dünya proletaryasının, örgütlü eylemleri ile sahaya inmesi, eylem alanlarına çıkması, üretimden gelen gücünü kullanması gereklidir. Bundan başka hiçbir şey, böylesi bir savaşı önleyemez.
Savaşın nedeni, dünya yüzündeki kapitalist-emperyalist egemenliktir. Tekellerin hâkimiyet istekleridir. Bu savaşı onların bitirmeleri beklenemez. Tersine, bu savaşı onların egemenliğini yerle bir etmek üzere, dünya işçi sınıfının ayağa kalkması durdurabilir.
Öyle anlaşılıyor ki, biz, devrim ve sosyalizm güçlerinin mücadelesi yükselene kadar, daha pek çok tuhaf, korkakça devlet terörü uygulamasını göreceğiz.