Yassıada, adını nereden alır bilmiyorum, ama Menderes ile bağını biliyoruz. Menderes ve arkadaşları, Yassıada’da yargılandılar. Erdoğan, bu adada bir konuşma yaptı. Ada’da yapılmış olan Menderes anısına bir takım yapıların açılışını yaptı.
Menderes, 1950’li yıllarda, 10 yıl iktidarda kaldı. Bu 10 yıl, Türkiye’de bir dönüşüm dönemidir. NATO kuruldu ve Menderes ülkemizi NATO’ya sokmak için, binlerce askerin öldüğü Kore savaşına, ABD cephesine asker göndermiştir. Türkiye burjuvazisini sosyalizm, komünizm korkusu o kadar sarmıştı ki, NATO’ya girebilmek için, asker gönderilmesine onay verdiler.
Erdoğan ve Damat Berat, IMF’yi sevmezler. Ama Menderes, hem IMF politikalarına, hem de ondan daha ilerisi NATO’nun içinde olmaya onay vermiştir. IMF, Dünya Bankası, NATO, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ABD hegemonyasında kurulan yeni kapitalist dünya düzeninin aynı amacı güden kurumlarıdır. NATO deyip geçmeyin, kontr-gerillanın, Ergenekon gibi yapıların vb. kuruluşunu bu NATO sonrası sürece, en çok da Menderes dönemine borçluyuz. Bunları anlamak için, sadece Sabri Yirmibeşoğlu’nun anılarını, özellikle de 6-7 Eylül olaylarına ilişkin olanlarını okumanız yeterlidir.
Menderes iktidarı, o dönem, ABD ne derse onu yapmaya karar vermiştir. Ve Türkiye, bir küçük Amerika olmaya çok hevesli idi. Menderes açıkça bunu dile getirmekten de geri durmamış bir liderdir.
Özal ve bugün Erdoğan, Menderes’in yolundan gittiklerini ilan etmektedirler. Erdoğan, bugün Menderes’e çok ihtiyaç duyuyor olmalıdır. Kendi sonunun gelmekte olduğu bilinci ile, yeri geliyor Menderes’e, yeri geliyor Abdülhamid’e sarılıyor. Yassıada hamlesi de öyle olmalıdır.
Kendisi için, takip ettiği lider olarak öne çıkardıkları Menderes’in anısına, Ada’yı düzenlemişlerdir. Adı Yassı olan ada, beton yığınları altında yamyassı olmuştur. Bundan sonra, üzerinden inşaat çeteleri geçti anlamında “Yamyassı Ada” olarak anılabilir. Erdoğan, komisyoncudur ve görevi “rant yaratmaktır”. Kabul. Bu inşaattan Bilal %20 almış olsun. O da kabul. Ama insan, sevgi ile andığı birisi adına, beton yığınlarından ibaret bir ada süslemesi yapar mı?
İnsan sevmek, daha çok aklı, duyguları, davranışı sevmektir. Bunları sevmeden güzellik olamaz. Ama, bunlarda sevgi, yeşil renkteki dolarlar ve bu dolarların kaynağı olan rantlar üzerine kuruludur. Ne yapalım, durum bu.
İşte Erdoğan, hem Cumhurbaşkanı, hem Başbakan, hem de AK Parti Başkanı olarak, kendisi için “kutsal” bir görevi yerine getirirken, akşam rüyasında gördüklerinden mi kaynaklıdır bilinmez, Gezi Direnişi’ni hatırladı.
Ve bu durum çok sık oluyor. En çok konuşan olduğu için, en başta Erdoğan, ama aslında tüm Saray, sürekli olarak Gezi kâbusu ile yaşıyor. Uyuduklarında, ertesi sabaha, 2013 yılının 30 Mayıs’ının yaşanmamış olmasını diliyorlar. Dua ediyor olmalıdırlar; “Allah o günleri bir daha göstermesin” diye. Dua tamam da, yaşanmış olan bir türlü unutulmuyor.
Aslında Diyanet İşleri Başkanı bu konuda bir şeyler yapmalıdır. Mesela, 30 Mayıs 2013 ve sonrasında başlayan olayların, ortaya çıkan havanın, tüm insanların kafasından, her ihtimale karşı kalplerinden de silinmesini niyaz edebilir. Değil mi ki, o, seçilmiş bir liderin, seçilmiş bir şeyhülislamı gibidir. Abdülhamid Han ve şeyhülislam arasındaki bağın gücüne sahip değiller midir? Öyle ise, bu kâbuslara son verecek bir şey yapabilirler.
Adam o kadar kötü kâbuslar görmektedir ki, gün gelir, allaha isyan eder, “benim bu kâbusları görmeme neden izin veriyorsun ey resulullah” der. Ama kâbuslar hep devam eder. Hocalara danışır, söylenenleri yapar ama kâbuslar bir türlü bitmez. Hiçbir ilaç deva olmaz. En son çara olarak ulu bir hocaya gider. Hocaya anlatır neler yaşadığını, Hoca sorar, o anlatır. Sonunda, “hoca efendi, böyle yaşanamaz” der. Hoca da, “haklısın” der.
Bu Saray Rejimi, bu iktidar, bu kâbuslarla yaşayamaz.
Erdoğan, Gezi döneminde, “bunlar aralarında parayı da kaldırmışlar” diyordu. Şaşkın idi. Halkın %50’sini evde tutmakta zorlandığını söylüyordu. Emirleri ben verdim dediği polisler için, sonrasında Feto’cü diyordu. Palalıları devreye sokuyor, sokak aralarında Ali İsmail’i öldürüyorlardı. Muktedir, hâlâ o olayın görüntü kayıtlarını vermeyi sağlayamamıştır. Sanırız polis teşkilâtına sözü bu kadar geçmiyor. Ali İsmail’in öldürülmesinin görüntüleri hâlâ ortada yok. Ethem Sarısülük’ü öldüren polis, 15.200 TL para cezası almıştır, hepsi budur. Berkin Elvan’ın annesini, bizzat yuhalatmışlardır.
Gezi, iktidarın bir kâbusudur, öyle olmaya da devam edecek. Hocanın onayladığı gibi, “böyle yaşanmaz” diyen hastanın onaylanması da yetmez. Bizzat Gezi, sizin kâbusunuz, iktidarın alınmasına vardığı zaman, sizler iktidarınızı kaybettiğiniz, bu ülkede sosyalizm kurulduğu zaman bu kâbustan kurtulacaksınız. Zira, o zaman sizin korkularınız gerçek olacak, sizi bu korkulardan, devrimci işçiler, nasırlı elleri ile kurtaracak. Tedavi budur çünkü.
Gezi, bir toplumsal patlamadır. Planlı bir eylem değildir. Planlı bir eylem olmuş olsa idi, bunda bir sorun da olmazdı. Biz planlı bir eylem olmasını isterdik. O zaman zafere gidebilme şansı olurdu. Ama bazı liberal solcularımız, Gezi’yi savunurken, onun planlı bir eylem olmadığını, dolayısıyla örgütlü olmadığını, bu durumda da “suç unsuru” içermediğini anlatıyorlar. Gezi elbette bir suç değildir. Olaylara, mücadeleye, devletin bakış açısı ile bakıp, “suçlu” aramak, bu liberallerden çok devletin işidir, zaten onu da yapıyor. Sizin aklınızla da hareket etmeyecektir. Gezi Direnişi’ni savunuyorum derken, alttan alta, direnişleri suç olarak ilan etmeyi kabul etmiyoruz. Siz iktidara yaranmak istiyorsanız, başka yollar arayın.
Gezi Direnişi, örgütsüz bir sosyal patlamadır. Kendiliğinden eylemdir. Biz bunu bir gerçeklik, bir durum olarak ortaya koyar ve kabul ederiz. Yoksa, kendiliğinden eylemleri, planlı eylemlere tercih ettiğimiz için bunu söylemeyiz. Siz solculukla liberalliği birbirine karıştırmışsınız; bu kendiliğinden eylemlerde “örgüt” olmadığı için bunların “suç unsuru” içermediğini, eğer kendiliğinden değil de planlı olsa idi “suç olacağını” söylemeye çalışıyorsunuz ve bunu iktidardan korkularınız nedeni ile yapıyorsunuz.
Bu solcu liberallere, bir sır vermek istiyoruz. Bu sır, uzun sınıfsal mücadele tarihi içinden gelmektedir. Mesela Hitler’in saldırılarına bakın, aynı yöntem vardır. Önce, en çok korkanları sindirmek için saldırırsınız. Devletler böyle yaparlar. Gezi’ye saldırırken, aslında siz “okumuş yazmış” olanları, bir türlü gerçek bir aydın-entelektüel olamamış olanları hedef alıyorlar, sizleri korkutmak istiyorlar.
Siz, okumuş yazmış takımı olarak, devlet ile işçi sınıfı arasında, işçi ve emekçileri “yasalara uymaya davet eden” akıl verenler konumunu elde etmek istiyorsunuz. İşçilerin, emekçilerin “iş verenleri” var, “akıl verenler”e ise epeydir ihtiyaçları yoktur. Holdingler, tekeller, kendi bütçeleri içinde, “diplomasi” alanı için bütçe koyarlar, devletler gibi, sendikal mücadeleyi önlemek için bütçe koyarlar, devletler gibi. İşte bu “akıl veren” okumuş yazmışların bütçesi, bu bütçelerden gelmektedir.
Gezi Direnişi, sadece mevcut duruma bir itiraz değildi. 20 günlük süre sonunda, alternatif yaşamın, “paranın aşıldığı” yaşamın ipuçlarını, Erdoğan’ı korkutacak düzeyde geliştirmeye başlamıştı. Gezi Direnişi, giderek örgütlü bir hâl alıyordu ve insanların her şeyi sorgulamasını başlatıyordu, evde tutamadığı %50 de dahil olmak üzere. Gezi’ye bu nedenle saldırdılar. Onca kan, onca yaralama, onca devlet terörü bu yüzdendir.
Gezi, devletin tüm kurumlarını deşifre etmeye başlamıştı. TV kanalları bir bir foyası ortaya çıkmış hâle geldiler. Bugün, dünün gözde gazeteleri, hiç satılmaz hâle gelmiş ise, bunda Gezi’nin payı vardır. Gezi, Anadolu Sosyalist Devrimi’nin, Taksim’den göz kırpması idi. Gezi, gençliğin, 12 Eylül rejimi ile hesaplaşmaya kalkması idi. Gezi, gençliğin, eski tüfek solcuların temiz olanları ile bir yeniden kaynaşması idi. Gezi, örgüt arayışının, bu yaşanılamaz sistemi yıkmak üzere örgütlü bir mücadele arayışının ilk kitlesel adımıdır.
Suç ve suçlu nereden baktığınıza göre değişir.
Bugün, vergisini kaçırmayı yasal kılıflara uydurabilen suçsuzdur ve başarılıdır, ama bizim mahalle terzisi, faturasız dikiş yaptığı için suçludur, öyle mi? Sınıfta kopya çekerken yakalanan öğrenci suçludur, ama devlet eli ile organize soruların çalınmasını yönetenler suçsuz öyle mi? Bir fırından ekmek çalan 12 yaşındaki çocuk suçlu, ama bir bankayı devlet olanakları ile soyup soğana çeviren suçsuzdur öyle mi? Gezi bir başlangıçtır, daha da ileri gitmelidir diyen suçlu, ama Gezi’deki insanlara TOMA’larla saldıranlar, öldürenler “kanunu uygulamakla görevli oldukları için” suçsuz öyle mi? Bugün, mahallesinde çöp atmak için dışarıya çıkan suçlu, ama onu evire çevire döven ve gücünü kanunlardan alan bekçi suçsuz öyle mi?
Peki madem böyle, neden Saray Rejimi’ni eleştiriyorsunuz? Onlar da gücünü iktidar olmaktan alıyorlar. Ben kanununum diyor adam ve bir kararname ile her şeyi yasal hâle getirebiliyor.
Kim, kime göre suçlu?
Bize göre, hırsızlık, özel mülkiyetle başlar ve özel mülkiyet suçtur. Özel mülkiyet, toplumun ortak zenginliğine el koymaktır. Özel mülkiyet, fabrikalarda işçilerin kanlarını emmektir. Bu suçtur. Bu özel mülkiyet olmamış olsa, doğa böylesine yağmalanmazdı. Bu özel mülkiyet olmamış olsa, birisi çıkıp kızların 3-6 yaşında evlenebileceğine hükmetme hakkını kendinde bulmazdı, çünkü hiçbir erkek eşini ve çocuklarını malı olarak göremezdi. Özel mülkiyet olmamış olsa, kimse bacağı gözüken bir kadına “orospu”, göğüs kıllarını gösteren bir erkeğe de “aslan parçası” demezdi. Özel mülkiyeti koruyan her yasa, suçu koruyan bir yasadır.
Şimdi, kim suçludur?
Gezi Direnişi, siz okur-yazar arkadaşımızı alıp içine, 10-15 gün nefes alabilir hâle getirdi ise, insanî yönlerinizi size hatırlattı ise, siz ona sadık kalmayı görev edinmelisiniz. Ömrünüzde kaç kere Gezi Direnişi görebilirsiniz? Onun ruhunda isyan vardır, efendilerinize, Saray’a, “biz aslında suçlu değiliz” demek yoktur. Gazın o kadar çok atıldığı bir ortamda, caddenin ortasına çıkıp “sık sık” diye bağıran, aslında Ahmet ya da Ayşe değil, insanlıktır, binlerce yıldır bu topraklarda ezilen, sömürülen, aşağılanan, insan yerine konulmayan insanlık.
Ne yasasından söz ediyorsunuz?
Yasalardan söz etme görevini Kılıçdaroğlu’na bırakın. Zaten görevini son derece etkili bir biçimde yapmaktadır. Olmayan yasalara uymaya kimseyi çağırmayın. İktidarın her gün değiştirdiği yasaları, her gün ayaklar altına aldığı yasaları, “kutsal” diye işçi ve emekçilerin önlerine sunmayın. Sunmayın, çünkü en başta siz arada kalanlar sıkışırsınız.
İçişleri Bakanı, hangi yasalarla bağlıdır? Bunu anlatın. Bize nasihat vereceğinize, aklınızı burası için zorlayın. Belki insan yanınız gelişir. İzmir’de camilerden Çav Bella marşı çalınınca, devlet yetkilileri, “provokatörü bulacağız ve ona zorla ezan dinleteceğiz” dedi. Bunu haber yapın. Ezan dinletmek bir işkence, bir ceza olarak bizzat devlet yetkililerince açıklanmıştır. Böylesi bir ceza, acaba Feyzioğlu tarafından “terörist şarkılar” için mi ceza kanununa eklenmektedir?
Saray Rejimi’ne karşı mücadele edemeyen okumuş yazmış kalemlerin, karşımıza “aydın”, “kanaat önderi” pozlarında çıkıp, aslında “Gezi masumdu” demelerine, ne bizim, ne sizin bir rastlantı ile parçası olduğunuz Gezi’nin ihtiyacı vardır. Gezi, hangi mahkemede yargılanırsa yargılansın, kendini savunma olanaklarına ve becerisine sahiptir. Önemli olan sizin kendinizi doğru ve dürüst bir biçimde savunma yolunu tutmanızdır. Devletin suçladığı, suçlu ilan ettiklerini suçlayarak Gezi’yi aklamış olmazsınız. Buna da ihtiyacımız yok. O “akıl sadakalarınızı”, buyurun, iktidara destek vermek için, açık ve net bir tutumla Saray’a sunun.
Gezi kendi yolunda devam eden bir direniştir. Bu direniş, her gün Taksim meydanında çadır kurmaz. Bu direniş, orada 20 gün tutunmasını bildi. Bu kadarı başlangıç olarak yeterlidir. Şimdi, köstebek gibi yerin altını kazmakta olan direniş, bu kez daha güçlü gelmek üzere hazırlanmaktadır. Ülkenin her yanında, her fabrikada, her okulda, küçük büyük direnişler yükselmektedir. Okur-yazar takımı, biraz dürüst ise, bu direnişlere, bizzat destek vermelidir. Yani, devletin suç ilan ettiği hakkını arama eylemlerini, nefes alma eylemlerini övmeye başlamalısınız.
Oyunu bir ton kömüre satmış olan adam ile kıyaslandığında, kalemini 100 dolara satmış korkak okur-yazar, bin kat daha iğrençtir. Biri zalime boyun eğmektedir, diğeri zalim için kalemini oynatmaktadır.
Amerika’daki eylemcilere yağmacı demek kolaydır, ama buyurun, esas yağmacılara, Rockefeller ve Rothschild ailelerine, Microsoft’un ve Google’ın patronlarına yağmacı demekle işe başlayın. Ekmek çalan çocuğu suçlu ilan etmeden önce, kamu kaynaklarını hortumlayanların tek tek isimlerini, her gün köşelerinize taşıyın.
Gezi, gerçek dostlukları, mücadele arkadaşlığını, yoldaşlığı öğrenme okuludur. Gezi’nin sahte dostlara ne ihtiyacı vardır, ne de onlara vereceği bir prim vardır. TV ekranlarında penguen yayınlayanlar, bu sahte okur-yazar dostlardan daha “dürüst”türler. Gerçeği söylemekten “korkuyorum” demek, gerçeği çarpıtmaktan daha dürüstçedir.
Gezi, bu ülkenin egemenlerinin, uyanıp da kurtulmak istedikleri bir kâbustur. Bunu sınıfsal çıkarları ve konumu nedeni ile Erdoğan, son derece iyi hissetmektedir. Tüm devlet bürokrasisi, hizmetinde olduğu tekeller ve uluslararası tekeller adına, bunun anlamını çok iyi kavramaktadır. Bu nedenle, hiç yeri ve zamanı olmasa da Gezi’den söz etmekte, ona saldırmaktadırlar. Kendi korkularını, halka bulaştırmak istiyorlar. Bu konuda Erdoğan ne kadar görevli ise, Kılıçdaroğlu da o kadar görevlidir.
Evet bu, egemen sınıfların ortak kâbusudur. Zordur, çekilir bir şey değildir. Biz işçiler, biz devrimciler, bu kâbustan sizi kurtarmak için, iktidarınızı alaşağı edeceğiz ve sosyalist bir ülkeyi kuracağız.
Tüm ülkede bir hayalet dolaşmaktadır. Bu hayalet, devrim hayaletidir. Açlığın, işsizliğin, yokluğun, yoksulluğun kol gezdiği işçi sınıfı saflarında bu devrim hayaleti vücut bulmaktadır, gelişmektedir: Adım adım, santim santim, inatla ve umutla. Bunun uzun ve zorlu bir mücadele olduğu açıktır.