Adına çöküş diyebiliriz.
Osmanlı’nın son dönemlerine benziyorlar. Yalnız Tanzimat’ta değiliz. TC devletinin bir tanzimatı olmayacaktır. Daha çok, Abdülhamid döneminin sonlarında gibiyiz. Elbette hangi açıdan baktığımıza bağlı olmak koşulu ile. Eğer, baskı ve şiddetin devlet eli ile artırılmasına bakarsak, Abdülhamid dönemi yerinde bir benzerlik sağlar. Ama eğer, emperyalist paylaşım savaşımı açısından bakarsak, sanki, 1910-14 arasında gibiyiz. Başka açılardan da bakarak, bu tarihte oynamalar yapılabilir.
Ama biz biliriz ki, tarih tekerrür etmez.
Birinci Dünya Savaşı ya da bizim vurgularımızla Birinci Büyük Paylaşım Savaşı, emperyalist güçlerin, Osmanlı, Çin, İran gibi ülkeleri paylaşması temeline dayanıyordu. Elbette pek çok küçük sömürgeyi de. Ama işin ağırlık noktası buradaydı.
ABD, Amerika kıtasında, hegemon güç hâline gelmişti ve İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya, İtalya, Japonya arasında bir paylaşım savaşımı vardı.
Bugünkü ise, beş ana emperyalist güç arasındadır. ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya. Elbette, diğerleri de bu savaşta “kazanacak” tarafta olmaktan mutluluk duyacaklardır.
Ülkemizde Saray Rejimi de, ABD cephesindedir. Bu cephede sanki bir “aktör”müş gibi konuşmalarına bakmayın, günümüzün Sultan Abdülhamid’i, çok daha komiktir, tetikçidir ya da eline kibrit tutuşturulmuş kundakçı gibidir, sağı solu yakmakta beis görmüyor, ancak yangın paçalarına ulaşınca uzaklaşmaya çalışıyor.
Sultan Abdülhamid, hem çok korkaktı, hem de vesveseli. Herkesin peşine hafiye taktırırdı. Onun kopyası olmaya hevesli Erdoğan, hem çok korkaktır, hem vesveselidir, hem de ille de yüzde oncudur. Yüzde on, belki bazı işlerde yeterli değildir, ama fark etmez, her durumda onun hesabı yüzde üzerindendir.
Osmanlı sultanları, nihayetinde, “ülke” denilen yeri “kendi aile mülkleri” olarak bilirlerdi. Bu aile mülkünü, mülkiyeti kendinde kalmak üzere, paşalarına, iktidarları için nihayetinde hizmetkâr olanlara verebilirlerdi.
Abdülhamid’in, Cumhuriyet’i geri götürmek isteyen müsveddesi için böyle bir konu yoktur. Onun bütün işi, bizim ülke dediğimiz yere, onu bir kâhya olarak atayanların dediklerini yaparken, cebini şişirmektir. Bu da elbette yüzde hesabı ile olur. Yoksa bu topraklarda onun bir “vatan”ı yoktur. Tüm “vatanı”, Malezya, İsviçre, Man Adaları, Katar gibi yerlerde saklıdır. Onu destekleyen bazıları için bu yerindedir, çünkü burası, “dar-ül harp”tır. Yani, burası İslam dışı bir düşman toprağıdır. Abdülhamid rolüne soyunmuş olan “şahsım” için, aslında Abdülhamid rolü de önemsizdir. Sadece ona bunu söyledikleri için bunu yapmaktadır. Zaten, onun yüzdesi geldiği sürece, ne olup bittiğinin de önemi yoktur.
İşte Saray Rejimi, bu şartlar altında, üçüncü paylaşım savaşımında, ABD tetikçisi olarak iş görmeye heveslidir.
Saray Rejimi, baskı ve şiddet, devlet terörü, hukukun ayaklar altına alınmasından ibaret değildir. Buna uygun bir basın, neredeyse firesiz devrededir. Saray basını denilince, kocaman bir karanlık pompalayan makina demektir. Parlamento, yok anlamındadır. Yakında, bakkal sizin “sigara var mı” sorunuza “parlamento” diye yanıt verecektir, yok anlamındadır. Bu, elbette burjuva siyasal partilerin kapalı olması da demektir. AK Parti, Erdoğan tarafından kapatılmıştır. Ne güzel, açık olduğu sanılıyor ve kapalı olan AK Parti’nin başkanı Erdoğan’dır. Şimdi, Mehmet Metiner, “efendim AK Parti’yi kapatalım” diyor. Erdoğan’a sesleniyor. Belki de onu uyarıyordur. MHP kapalıdır. Artık, kapalı AK Parti’nin bir “önemli” parçasıdır. Kapanmış MHP’nin başkanının Bahçeli olduğundan da emin değiliz. daha doğrusu olmadığından eminiz, başkanının kim olduğunu bilemiyoruz. O tweetler, olsa olsa, bir “seans” anında atılmış olabilir. Atasözlerini alt alta sıralayan bir nesir, politik edebiyat tarihimize en büyük fukaralık olarak geçecektir. CHP, Kılıçdaroğlu’nun kapatmasıdır. Hem kapatılmıştır, hem de kapatma hâline getirilmiştir. Özgür Özel gibileri, CHP’yi açık ve daha da kötüsü hâlâ “parti” sanıyorlar. Oysa CHP’den “parti” olarak söz edeceksek, Saray Rejimi’nin kutlamaları sırasındaki “parti-şov” olarak söz edebiliriz. Artık, CHP ve İyi Parti, Cumhuriyetin önemli günlerini dahi “parti” yaparak kutlayamayacak partilerdir.
AYM, İçişleri Bakanı’nın sövme duvarıdır.
Artık ülkede, yasa denilince, torba anlaşılmaktadır.
Her torbada, yüzde oranları konusunda iyileştirmeler yer almaktadır.
Devlet denilince “şahsım”, şahsım denilince ise, Amerikan memuriyeti anlaşılmaktadır.
Din denilince, holdingleşmiş tarikatlar ve seks partileri, bir de Ali Erbaş’ın kılıç gösterileri akla gelmektedir.
Ekonomi denilince, aile bağları akla gelmektedir. İslamî bir örtüye sarılmış, kutsanmış, Ali Erbaş ve Müslüman Kardeşler’ce sarmalanmış aile bağları ve tüm bunlara göz yuman tekelci sermayenin talepleri. İşte yağma, rant ve savaş ekonomisinin arka planı budur.
İçişleri Bakanı, epeyce var konumundadır, Dışişleri Bakanı ise bir o kadar yok.
En az “muktedir” Erdoğan’dır, en çok muktedir gibi davranan da odur.
Tüm bunlar devlete ilişkindir.
Millet diye tutturduklarında ise, aslında tam bir boşluk anlamında konuşmaktadırlar. Cumhur dediklerinde karanlıktan söz ediyorlar, millet dediklerinde ise “hiçbir şey”i kastediyorlar. “Ulusal çıkar” dediklerinde, kendi aldıkları yüzdelere baz oluşturan, tekellerin, uluslararası sermayenin, efendilerinin çıkarlarından söz ediyorlar.
Bu çöküştür.
Sağlık alanına bakın. Bir maskeyi dağıtamadılar, sözünü bir yana bırakıyoruz. Ülkenin, bugün yıllık maske ihtiyacının 1,5 katı maske üretilmektedir. Ama hepsi demesek de çoğu hilelidir. Hile, her işte kârı maksimize ediyorsa “devlet koruması” altındadır.
Devamı var. Bakan, açık olarak, vaka-hasta gibi bir ayrım yaptığını, semptomlar göstermeyen vakalara vaka dediklerini açıkladı. Kendi verilerine göre milyonlarca insanın virüslü olduğunu kabul ettiler, ama hâlâ, gerçek rakama sahip değildirler. Çünkü, devletin tüm olanakları, vesveseli Saray için kullanılmaktadır. İşçiler ölünce “fıtrat”tan söz edenler, Saray’a virüs girmesin diye, dua ve abdestle yetinmiyorlar, testlerin çok büyük bölümünü kendileri için yapıyorlar.
Açıkça yalan söyleyen bir bakan, bunu “ulusal çıkarlar” için yaptığını söylüyor. Ama bu “ulusal çıkar”ın ne olduğunu söylemekten çekiniyor. Bakan’ın maskesi “ulusal çıkar”dır.
Ve Saray Rejimi, sadece sağlık hizmetlerini düzgün yaptıkları için, sadece hatalı olan şeyleri açıkladıkları için, sadece bu yalana ortak olmak istemedikleri için Tabipler Birliği’ni terörist ilan ediyor.
Ya eğitim? EBA sistemini anlatan bakan, garip bir biçimde, öğrenci sayısından haberdar değil ya da diyelim ki EBA üzerinden eğitim alacak 18 milyon öğrenci varsa, bunun aynı anda 6 milyonu eğitim alacaksa, o, bunu hesaplayamıyor, olsa olsa 100 bin öğrenci eğitim talebinde bulunur diye düşünüyor. Böylece sistem çöküyor. Oysa teknolojik açıdan, çok büyük hamleler yapıyorlar, hatta “uçuyoruz kimse görmüyor” modundalar. Ailenin bir diğer damadı SİHA’lar ürettiği için, Erdoğan, “uçuyoruz kimse görmüyor” diyor olabilir mi? Ama eğitim sistemi, çöküşünü açıkça ortaya koymuştur.
Şöyle düşünelim; bir işçi iktidarı, diyelim ki, X ilinde kaç okul var, kaç öğrenci ve öğretmen var bilir. Bu ilde pandemi nedeni ile, öğrenci sayısı azaltılmış sınıf nasıl yapılabilir sorusunu sorar? Yanıtı ise otomatik gelir, çünkü, o ilde boş binalar vardır ve bunları sınıflara çevirmek için, Mart 2020’den, Eylül 2020’ye kadar zaman vardır. Hepsi bu kadardır ve isterlerse çözerlerdi.
Ama işler öyle yürümüyor. Şahsım’a ulaşacak bir kıymetli tanıdığa sahip olan, mesela inşaatçı bir firma, oraya ulaşıyor ve inşaat alanında, pandemi nedeni ile ne yapılabileceğini fısıldıyor. Damat, bu “yeni” durumdan yüzde kaç kazanacaklarına bakıyor ve hemen harekete geçiyor. Başka bir gün turizm firmaları aynı yoldan geliyor. Ve istediği “yasal” desteği alabiliyor. Okul için, veliler gelip de, Damat’a yüzde verecek hâlde olmadıklarından, sonuç böyle ortaya çıkıyor.
Dış politikaya bakın. Her yerde savaşta olan bir TC devleti var ve Saray Rejimi, savaşı özellikle seviyor. İkinci Damat, bu alandadır. Zaten ABD, bunu istemektedir. Ve ne kadar savaş yükselirse, o kadar ABD’li efendilerinin gözüne girmeye hak kazanacaktır. Peki, ya sonuç?
Bu çözülüştür.
Erdoğan, artık önemli değildir.
Saray Rejimi’nin sonu, herkesçe kabul edilmektedir.
Burjuva devlet, burjuva egemenlik çözülmektedir.
Bugün, ülkedeki çetelerin, devlet içindeki çetelerin her biri, bir emperyalist efendinin ayakları, uzantıları hâline gelmektedir. Tanzimat Fermanı’nı okuyan Reşit Paşa’ya (sadrazamdır), İngiliz derlerdi. Ali ve Fuad Paşa’lar, Reşit’ten sonra geldiler, onun okulundan yetiştiler ama Fransız taraftarı olup çıktılar. Öyle kayda geçmiştir. Sonrasında Almanlar devreye girmiştir.
Bugün ise, bu emperyalist güçlerin her biri, devletin her alanında, gücün toplandığı her alanda kendi uzantılarına sahiptirler. Mafyatik organizasyonlar da bunun içindedir, tarikatlar da, bizzat devlet çarkı da.
IŞİD çetelerini, Suriye savaşında ABD emri ile kundaklayıp Suriye üzerine salan TC devleti, o çeteleri içeride kullanan devlet çarkı, kendisi de çeteleşmektedir.
Her yanlarını korku salmıştır.
Artık, kendi kanunlarından, kendi gölgelerinden korkuyorlar.
Bu nedenle olmalı, yeni bir yasa ile, “mega projelerle ilgili” bilgi alınmasını, haber yapılmasını yasaklamaya çalışıyorlar. Torba yasanın içindedir.
Yani, Saray Rejimi, karanlığa sığınıyor.
Saray’ın iki damadı var. Biri, “savaş ekonomisi” için kundakçılığa yönelmiş, SİHA’ları “uçan Türkiye” masalı ile pazarlıyor. Diğeri, ise değişik alanlarda oynuyor. FinCEN belgelerine göre, meşhur olan Damat, Taliban’a para gönderiyor, para aklıyor. Bunları “şahsım” için yaparken, porno siteleri ile online kumar işi epeyce zamanını alıyor.
Muktedir denildi mi, akla iki damat geliyor, uluslararası tekeller ve onların temsilcileri, epeyce bir miktarda birkaç inşaat şirketi, biraz Bahçeli-Atasagun, birazdan fazla Ağar, birazdan daha az Soylu, fotoğrafa başını sokmaya çalışan Perinçek akla gelenlerin içindedir.
Hepsi, karanlıktan besleniyor.
İşte bu nedenle, “mega” projelerle ilgili yeni kanunlar çıkartıyorlar. Artık, mesela Üçüncü Havalimanı projesini kim yapmış, anlaşmasında neden Londra mahkemeleri yetkili kılınmış, Osmangazi köprüsünden kaç araç geçme garantisi verilmiş, geçmeyince bu şirketlere ne kadar para ödenmektedir, şehir hastahanelerinde nasıl bir rant dönmektedir, Kanal İstanbul işine kimler giriyor vb. bilgiler karanlıkta kalacak.
Bu kadar “muktedir” bir iktidar, bu kadar hukuk tanımayan bir iktidar, bu kadar karanlık önlemler almaya neden yöneliyor?
Çünkü, çöküyorlar. Çözülüştür bu. Bu nedenle karanlığa koşuyorlar.
Karanlık onların sığınağıdır.
Evet bu çözülüştür, çöküştür.
Ama devrim ile armudun daldan düşmesi arasında fark var. Armut, siz hiçbir şey yapmasanız da, dalında çürür ve düşer. Oysa zalimin iktidarı, burjuva devlet, çürüdüğü hâlde armut gibi kendiliğinden düşmez.
Burjuvazi de bunu biliyor.
Onun için, sürekli saldırıyor: İşçilere saldırıyor, kadınlara saldırıyor, gençliğe saldırıyor, çevre için eylem yapanlara saldırıyor, her türlü toplumsal muhalefete saldırıyor.
Direniş işte bu noktada önem kazanıyor. Ortaklaşa direniş, yaşamın her alanında direniş ve bu direnişin örgütlü bir hâl alması dışında, iktidarın alaşağı edilmesi, bir devrim, işçi sınıfının iktidarının oluşması mümkün değildir.
Devrim, tüm bu kokuşmuşluğu, tüm bu sömürüyü yok etmenin tek gerçek yoludur. Devrim, savaşa ve sömürüye son vermenin yoludur. Ve devrim, örgütlü kitlelerin, örgütlü kadınların, örgütlü erkeklerin, örgütlü işçilerin, örgütlü gençlerin eseri olacaktır.
Örgütlenmek, özgür olabilmenin tek gerçek yoludur.
Saray Rejimi çözülüyor. Evet bu doğrudur. Egemen sınıflar yönetemiyor. Evet bu doğrudur. Ama, devrimci örgüt olmadan, iktidar el değiştirmez.
Bize beklemeyi, bize sessizce seçimlere kadar sabretmeyi, bize eylemsizliği ve suskunluğu tavsiye edenler, gerçekte Saray Rejimi’nin dostlarıdır.
İşçi ve emekçiler, tersine, direnerek, yenilip tekrar direnerek, mücadele ederek, kendi yenilgilerinden öğrenerek iktidarı alabilirler. Bugün, işçi sınıfı ve devrimciler için, iktidarı alma hedefi ile bir mücadele yürütmek, onları burjuva muhalefetten ayıracak en temel şey olacaktır.
Anadolu’nun her alanında bir direniş mayalanmaktadır. Bu direnişlerin küçük olması, bu direnişlerin yerel olması, bu direnişlerin sorunun ana kaynağına vurmaktan uzak olması çok da önemli değildir. Önemli olan, bu direnişlerin içinde örgütlenmek, direnişi sağlamlaştırmak ve yaymaktır.