İzninizle biz “pragmatizm” sözcüğünü tercih edeceğiz. “Popülizm”, evet günlük hayatımızda, birçok şeyi anlatmaktadır. Ama konu sınıf savaşımı ve bu savaşım içinde burjuva diktatörlüğünün (sakıncası yok, buna burjuva demokrasisi de diyebilirsiniz) kullandığı argüman ve değerler olunca, buna “popülizm” demek yeterince uygun olmuyor kanısındayız.
Aslında kelimenin tam anlamında buna popülizm denilmesinde zarar yok. Ama Avrupa’nın bazı yerlerinde “sol” adına konuşan ve kendilerini kötü niyetli diye nitelememiz için bir sebep olmayan yazarlar, “sol popülizm”den söz etmeye başlamışken, kavramı felsefî anlamda yerine oturtmamız gerekir. Bu nedenle, “pragmatizm” kavramında ısrarlıyız. Chantal Mouffe’nin “Sol Popülizm” kitabı, bir popülizm eleştirisi olarak değil, solun popülist olması gerektiği, bu anlamda, burjuva kurumların içine yerleşip, popülist bir söylemle güç toplayıp, o kurumları değiştirerek “radikal demokrasi”yi kurabileceği vurgusu üzerine kuruludur. “Radikal demokrasi” devrimden ayrı bir anlamda ele alınıyor ve hep sağın popülist söylemleri yerine, mesela Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos gibi hareketlerin, bunlara Fransa ve ABD ekleniyor, sol popülizm söylemi ile, radikal demokrasiyi kurabileceği ve burjuva kurumları dönüştürebileceği anlamında kullanılıyor.
Aslında birçok doğru tespit, bağlamından koparılarak, çözüm önerisi olarak “sol popülizm” öneriliyor.
Oysa “popülizm”, burjuva egemenlerin, sistemin gelişen sorunlarına karşı, kitlelerin sisteme karşı mücadelesinin gelişimini önlemek için, öne çıkardığı politikaları anlatıyor. Mesela göçmen sorunu varsa, buna karşı “ırkçılık” diriltilmek isteniyor. Mesela Trump, seçimlere giderken, göçmen meselesinin artan işsizlik ile bağını kuruyor ve diyordu ki, “göçmenleri geri göndereceğiz ve Amerikalıların işsiz kalmasını önleyeceğiz.” Bu, popülist bir söylemdir. Çünkü, işsizliğin kaynağı göçmenler değildir. Tersine, işsizlik bir sorundur ve göçmenler, daha ucuza işgücü elde etmek için organize edilen bir göç politikasının sonucudur.
Diyelim ki, sağlık sistemi bozuk. Ülkemizde böyle olduğu biliniyor. Bu durumda, herkesin ilk rahatsız olduğu kuyrukta beklemek yerine, internet üzerinden randevu alıp aylarca beklemek bir “iyileşme” olarak sunulabiliyor. Bu arada ise, özel sağlık sistemi devreye sokuluyor. Sistemin yarattığı bir sorun, daha fazla kâr ve rant üretmek üzere yeniden çözülüyor ve bu arada, fiilî olarak kuyrukta dikilip beklememek bir avantaj olarak sunulabiliyor.
Avrupa ve dünyanın birçok ülkesinde aşırı sağın yükselişi için, sistemin aksayan bazı yönlerine tepkinin kullanılması bir temel oluşturuyor. Burjuva politikacılar bunu kullanıyor. Göçmenlere karşı ırkçı politikalar, aslında göçmen sorununun çözümsüzlüğünün kullanılması anlamındadır. Aynı şekilde eğitim, ulaşım, konut, sağlık gibi temel alanlardaki sorunların, sistemi eleştirmeden, ırkçı ve dinî temellerde kullanılması, kitlelerin sisteme karşı tepkisinin sistem kanallarına dolaylı olarak yeniden aktarılması söz konudur.
Modern kapitalist dünya, bu dünyanın devleti olarak tekelci polis devleti, görüntüde iki partili bir sisteme dayalı “demokrasi” inşa ediyor. Ama aslında bu devlet, tekelci polis devletidir. Tekeller çağına özgü bir biçimde, devlet aygıtının faşizmin tüm dişlilerini, tüm mekanizmalarını kadife eldivenle sarıp içselleştirmesine, kurumlaştırmasına dayanmaktadır. Bu hâli ile sistem tükenmiştir ve kapitalist sistem, nesnel anlamda ömrünü tamamlamıştır. Bu durum, bilinçsiz ve kendiliğinden bir şekilde sisteme karşı tepkinin gelişimini koşullamaktadır. İşçi sınıfı ve devrimci örgütlenme ne kadar zayıf ise, bu tepki, o kadar kullanılmaya, yönlendirilmeye açıktır. İşte sağ partiler, radikal sağ, aslında popülist politikalarla bunu kullanmaktadır. Popülizm ise tam da bu anlamda, tepkinin sistem adına örgütlenmesini ifade etmektedir. Tepkinin dayanağı olan sorunlar sistemin çürümüşlüğünü gösterse de, buna karşı gelişen ve bu tepkileri kullanmayı hedefleyen burjuva politikalar, sistemi yad etmek üzerine kuruludur. Bu aldatmayaca, popülizm diyoruz.
Bugünlerde, popülizm, sol popülizm gibi kavramlarla değiştirilmeye başlandığına göre, biz, işin felsefî temeline dönelim ve pragmatizm kavramını öne öne çıkaralım.
Neo-liberalizmin “özelleştirme” politikalarını ele alalım. Bu politikalara karşı çıkmak demek, gerçekte, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete karşı çıkmak demektir. Bu ise açık olarak sosyalist devrimi savunmak anlamına gelecektir. Sağ radikal politikacılar, aslında özelleştirmeye karşı çıkmazlar, ama bunun sonuçlarını kullanarak, kitlelerde gelişen tepkiyi sistemin içine hapsetme yollarını ararlar. İşsizliği kullanırlar, ama işsizlik ve ucuz emek gücü, sömürü arasında bağları kurmazlar.
Sağ popülist politikalar, meselenin gerçek yönünü değil, görüntüsünü ele alır ve sanki bu görüntüyü gerçekmiş gibi sunup, ona karşı tutum alırlar, böylece gerçek tepkiyi, sisteme yeniden kanalize ederler.
Görüntü, eğer gerçeği olduğu gibi yansıtsaydı, eğer her şey göründüğü gibi olsa idi, bilime de gerek kalmazdı. Görüntünün gizlediği özü açığa çıkartmak, uzun ve sağlıklı yoldur. Gerçek karşısında doğru tutum almaktır. Oysa burjuva popülist politikalar, görüntüyü kullanmayı, özü saklayan görüntüyü, daha da öne çıkartıp, gerçeği büsbütün karartmayı hedeflemektedir.
Modern kapitalizm tüketim toplumu denilen bir toplumdur da. Tüketim toplumu, üretmenin aşağılanması ve bunun doğurduğu, doğada, toplumda ve insandaki tahribatlar da demektir. Modern kapitalist büyük çaplı üretim, insanın ihtiyacı olmadan da tüketmesini gerektirmektedir. İhtiyacı olmadan bir malın tüketilmesi, büyük çaplı reklâm ve iletişim sektörü demektir. Böylece karakteri gereği tekelci olan büyük çaplı kitlesel üretim, kitlesel tüketimi dayatmaktadır. Bu ise, tekelci hegemonyaya, tekelci egemenliğe uygun tarzda, toplumun ihtiyaçlarının belirlenmesi, aynı anlama gelmek üzere, ihtiyaç olmadan tüketim yapılabilmesi demektir. Bu açıdan, medya-eğlence ve iletişim sektörü, bir beyin yıkama makinasına dönüşmekte ve böylece tüketim toplumu ideolojik olarak da yaratılmaktadır. Modern tekelci kapitalizm, her şeyi bu amaçla kullanmaktadır. Sistemden kaynaklı her sorun, “uzmanlar” elinde, yeni kâr ve rant kaynaklarına dönüştürülmektedir.
İşte popülizm denilen, bizim pragmatizm diye ısrar ettiğimiz şeyin kaynağı da buradadır. Hegemonya olmadan, pazarın denetimi ve bunun gerektirdiği şiddet meselesi anlaşılmadan, bu pragmatizm anlaşılamaz.
Bize, Mouffe ve benzeri yazarlarımızın önerdiği “sol popülizm” aslında devrimin imkânsız olduğu argümanına dayalı olarak, kitleleri kandırmanın bir yolu olarak sunulmaktadır. Sistem içinde kalarak, sistemin kurumlarının dönüştürülmesi önerilmektedir.
Gerçekte, hiçbir şey olduğu yerde durmaz. Her şey değişir ve dönüşür. Bu açıdan, sistemin kurumları da “radikal”liğinin ölçütü nedir bir yana bırakılırsa, değişir ve dönüşür. Ama buradan, işçi ve emekçiler adına, yani sol adına bir şey çıkmaz. Bu, bir şey söylemek değildir. Bir şey söylememektir. İşçi ve emekçilerin örgütlenmesi ve iktidarı almasının öznel olarak zorlaştığı, SSCB çözüldükten bu yana sosyalizmin çekiciliğinin azaldığı gibi “gerçekler”den hareketle, bir şey önermemek ve sisteme küçük müdahaleler yapmak anlamındadır. Gerçekte devrimci anlamda tartışılması gereken ise, yaklaşım ve üslup, yöntemler ve mücadele araçlarıdır. Bunun yerine yazarımız, sistem içinde kalarak, sistemin kurumlarını dönüştürüp, “radikal demokrasi”ye ulaşmayı önermektedir. Buna da, popülizmi olumlayarak, “sol popülizm” demekten kendini alıkoyamamaktadır.
Tıpkı, Negri’nin ve diğerlerinin, ABD egemenliği altında tek dünya imparatorluğunun kurulmasının, barışı garanti edeceği hayali gibi zehirli bir yaklaşımdır bu. Tanrı, işçi sınıfını bu tip “dostlarından” korusun.
İşte bu gerçekler altında biz, pragmatizm demeyi uygun buluyoruz.
Günümüz kapitalizminin, yani emperyalizmin ideolojisi pragmatizmdir. Pragmatizme dayanır. Bu, bizim sandığımız gibi, güçler dengesine göre taktikler geliştirmekten köklü bir biçimde farklıdır. Tersine, burjuva ideolojisinin hegemonyasını yeniden sağlamayı hedefler. 1880’lerde, İngiltere merkezli “metafizik kulübü” bu amaçla organize edilmiştir.
1880’ler ne anlama gelir?
Burjuva devrimlerinin ardından gelen bir dönemi ifade eder. Fransız Devrimi’nin sonrasına denk gelir ve Fransız Devrimi, Marx ve Engels’in yerinde analizleri ile, iktidarı alan ve feodaliteyi yenen burjuvazinin, karşısında işçi sınıfını bulması demektir. İşçi sınıfı sahneye çıktığı anda, burjuvazi, devirdiği feodal gericilikle uzlaşma yolarını arar.
1880’ler, Rönesans sonrası demektir. Bilimde ve sanatta, düşünce alanında hızlı gelişimlerin yaşadığı dönem demektir. Dinin etkisinin parçalandığı, bilimin yükseldiği bir dönem demektir. Dünyanın güneş etrafında dönmesi ile kilisenin evrenin merkezi olan dünyanın merkezi olduğu düşüncesinin yerle bir edilmesi demektir. Aydınlanmadır.
1880’ler, Paris Komünü sonrasına denk gelir. İşçi sınıfının ilk kez bilimsel bir ideoloji olan Marksizm ile tanışması demektir. İşçi ayaklanmaları ve sertleşen sınıf savaşımı demektir. Burjuvazinin gelecek korkusunun başlaması demektir. Bilimin, doğal yaşamdan, toplumsal yaşama hızla uygulanmaya başlanması demektir.
Tekellerin, emperyalist yayılma ve dünya egemenliği için ideolojik argümanlar oluşturma ihtiyaçlarının artması demektir. Gelişen bilimin çökertmekte olduğu din ve köhnemiş inançları yeniden diriltme ihtiyacı demektir.
İşte metafizik kulübü, bu anlamda yeni bir ideolojik saldırıdır ve bu anlamda gerçekliğin değiştirilmesi demektir. Pragmatizm, işte böylesi koşullarda öne çıkarılmaya başlanmıştır.
Marx’ın Kapital’de ifade ettiği de budur. “21. Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm” çalışmamızda (Kaldıraç Yayınevi, 2007) alıntıladığımız aşağıdaki satırlar tam da bunu ifade etmektedir. Marx’ın Kapital’ini okuyup da bunları görmemek körlük değilse, ucuz Marksçılıktır.
“Fransa ile İngiltere’de burjuvazi, siyasal iktidarı ele geçirmişti. Bundan sonra sınıf savaşımı, pratik olduğu kadar teorik olarak da gitgide daha açık ve tehdit edici biçimler aldı. Bilimsel, burjuva ekonomisinin ölüm çanını çalıyordu. Artık bundan sonra, şu ya da bu teoremin doğru olup olmaması değil, ama sermayeye yararlı mı yoksa zararlı mı, gerekli mi yoksa gereksiz mi, siyasal bakımdan tehlikeli mi yoksa tehlikesiz mi olduğu söz konusuydu. Tarafsız incelemelerin yerini ücretli yarışmalar, gerçek bilimsel araştırmaların yerini kara vicdanlı ve şeytanca mazur gösterme eğilimleri almıştır.” (K. Marx, Kapital, Cilt I, Sol Yayınları, s. 23).
Burjuva ekonomisinin ölüm çanları çoktan çalmıştır. Ekim Devrimi bu sonun göstergesidir. Kaç kere gerçekleşeceği, inandırıcılığının kanıtı olamaz. Ekim Devrimi, burjuva sistemin, kapitalizmin sonunun geldiğinin kanıtıdır. Elbette burjuvazi, buna karşı direniş gösterecektir. Bu direnişin, onun ömrünü uzatması, hatta SSCB’nin çözülmesine dek varması, durumun niteliğini değiştirmez, olsa olsa bize sınıf mücadelesinde işçi sınıfının ve onun öncülerinin yaptığı hataları gösterebilir.
Harry K. Wells, “Emperyalizmin Felsefesi Pragmatizm” kitabında, 1880’lerde kurulan İngiltere kökenli ama ABD’yi saran “metafizik kulübü”nün tüm ideolojik saldırılarını deşifre etmiştir. Kitap, Sorun Yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırılmıştır.
Günümüz sağının popülist söylemlerle yükseliş dalgalarını anlamak anlamında biz pragmatizmi doğru bir kavram olarak öneriyoruz. Pragmatizm, burjuva ideolojisinin karakteridir. Bu açıdan burjuva ideolojisini doğru olarak ifade eder. Popülizm dediğimizde ise, sanki sadece “yeni sağ” akımların yükselişini ve onların sistem tarafından yaratılmış sorunları “kullanmasını” ele almış oluruz. “Yeni sağ” bir yana bırakılırsa, acaba, siyasal iktidarlar, bu “popülist” söyleme sahip değil mi? Ya da diyelim ki, “merkez”deki partiler ile “yeni sağ” partiler, birbirini tamamlayan partiler değil midir? Popülizm ile sınırlı kalmak, bu partiler arasındaki farkları abartmak olur. Dahası, sınıf savaşımını da doğru anlamamak olur. Diyelim ki Almanya’da Hıristiyan demokratlar ile, neo-nazi partiler arasında olduğundan “derin” bir fark görmek, aynı anlama gelmek üzere, bu partilerin gizli-açık bağlarını görmemek, sınıf savaşımında işçi ve emekçilere karşı bu “yeni sağ”ın oynadığı rolü kavramamak anlamına gelir.
Oysa, kapıların arkasında burjuva ideolojisini yeniden ve yeniden üretenler, farklı tonlarda bunun tüm burjuva dünya için egemen olduğunu bilirler. İşte pragmatizm tam da bunu ifade etmek için uygundur.
Burjuvazi, günümüzde tekeller, tröstler, finans sermayesi vb. sınıf savaşımında son derece bilinci gelişkin bir konum alır. Başkası düşünülemez. Onlar da, gerçekte kapitalist sistemin çoktan ölüm çanlarının çaldığını bilirler. Ama bu sistem onların cennetleridir ve bu cenneti ebedî ve ezeli olarak görmek isterler. Bunun için hiçbir kural tanımayacak şiddette bir sınıf savaşımı yürütmektedirler. Buna rağmen sistem, kapitalizm ömrünün sonundadır.
ABD’de var olan ikili sistemi düşünelim. Trump’ın seçildiği son seçim süreci açıkça göstermiştir ki, bu ikili sistem de sonuna gelmiştir. Bu ikili sistem de, Clinton, Obama, Bush, Trump, her biri bir öncesinden daha rezilce olmak üzere, bu burjuva ideolojisinin temsilcileridir. Hangisinin ne kadar “lider” olduğu tarzındaki tartışmalar, bırakalım da, onlara hizmet veren ajansların işi olsun. Zira bu ajanslar, bant üretimine benzer bir tarzda, “lider” imalatı yapabilmektedirler.
Biliriz ki, üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişimini bir noktadan sonra engellemeye başlar. Bu noktadan sonra, üretici güçlerin, eskimiş üretim ilişkilerini parçalaması süreci başlar. Bu durum, toplumsal devrimlerin ekonomik temelidir.
Bilimin gelişimi, bir yandan endüstriyel devrimi temelleyip, kapitalist büyük çaplı üretim için akıl almaz fırsatlar yaratırken, diğer yandan ise hurafeleri yıkıyor, dinin egemenlik alanını daraltıyordu. Üretim devasa boyutlarda gelişiyor, yeni topraklar işgal ediliyor, sömürgecilik yayılıyor ama aynı anda kapitalist sistem sorgulanıyor, işçi sınıfı sahneye çıkıyor, işçiler “zehirli” düşüncelerle aydınlanıyor ve gerçeği kavramaya başlıyordu.
İşte, o tarihlerden başlayarak, burjuvazi, sınıf savaşımının ihtiyaçları doğrultusunda duruma müdahale etmeye başlamıştır. Bu müdahale, Marx’ın, Kapital’in birinci cildinde söylediği ve yukarıda aktardığımız temelde şekillenmeye başlamıştır.
Artık önemli olan, bilimin aydınlatıcı etkisinin, sanatın perdeleri yırtan etkisinin, toplumu sarsan düşüncelerin durdurulmasıdır. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişiminin sınırlarını ortaya koymaya başlamıştır. 19. yüzyılın sonuna doğru, 1880’lerden söz ediyoruz. Paris Komünü yenilmiş ama korkuyu burjuva dünyanın içine salmıştır. Emperyalist sömürgecilik azgın bir tarzda ilerletilmek istenmektedir.
Artık, gerçek ile ilgili olmak, bizim dışımızdaki gerçeğin anlaşılır, öğrenilebilir olup olmaması ile ilgili olmak yok. Bundan böyle, bizdeki bilginin, gerçekle bağı değil, faydalı olup olmadığı önemlidir. Eğer bir teori, bir bilgi, bir şey, “faydalı” ise, doğrudur, gerçektir. Peki kime faydalı? Elbette egemen olanlara. Kapitalist sistemden söz ediyoruz, tekeller çağından ve emperyalizmden söz ediyoruz. Öyle ise önemli olan gerçek hakkındaki bilgimiz, gerçeklik vb. değildir. Önemli olan, bu bilgilerin faydalı olup olmadığıdır. Konu Amerikan halklarının isyanı ise, elbette her Amerikalı tanrıdan korkmalıdır. Ama konu eğer dünyanın sömürgeleştirilmesi ise, bu kez sömürgeleştirilecek ülkedeki insanların tanrıdan korkması gereklidir. Son derece pragmatist bir yaklaşımdır bu: Faydalı mı, değil mi? Doğru mu yanlış mı, gerçek mi yoksa değil mi, artık bunlar önemli değildir.
Darwin’in evrim teorisinin hâlâ kapitalist dünyada büyük bir korku yaratıyor olması rastlantı mıdır? 1880’lerde metafizik kulübü, acaba neden Darwin’i pek sevmemiş olabilirdi? Bunun nedeni, kibir midir sadece? Hani, bu kadar özenli bir yaratılmış varlık olan insanın, maymun gibi bir varlıktan geliyor olmasının yarattığı hayal kırıklığı mıdır bu Darwin düşmanlığının temeli? Elbette ki değildir. Basitçe, Darwin’in bu düşüncesi, okullarda okutulursa “faydalı” olmayacaktır. Ancak, kilitli laboratuarlarda tekellerin amaçları için yapılan deneylerde bu bilgi “faydalı” olmaktadır. Okulda okutulursa, sosyal hayatı etkilemekte, önyargıları ve hurafeleri parçalayıcı bir etki yaymaktadır. Bu ise sisteme zararlıdır, maksimum kâr, artı-değer sömürüsü, sömürgecilik vb. için zararlıdır.
Gerçekliği sevmiyor tekelci egemenlik. Hegemonya ve gerçeklik, birbiri ile çelişiyor. Tarihin akışına, insanlığın gelişimine açıkça meydan okuyor tekeller. Gerçekliği sevmiyorlar. Çünkü gerçekliği sevdiklerinde, kendi hegemonyalarının sonuna geldiklerini kabul etmeleri gerekecek, ki bunu ancak bu süreci durdurmak için kabul ederler.
Öyle ise bir dizi “bilim” adamına projeler verirler. Tıpkı Platon’un köleliği ebediyen devam ettirmek için neler yapmalıyız, sorusu gibidir durum. Sadece daha acıklıdır. Platon, bunlara göre bin kat daha namuslu kalır. Aristo hocasının görüşlerini yerle bir ederken, onun bir saygıyı hak ettiğini düşünmüş olabilir. Ama bu “bilim adamları” asla ve asla böylesi bir saygıyı hak etmezler. Bunlar, paralı askerlerden, işkencecilerden birkaç gömlek daha canidirler, insan olmaktan birkaç gömlek daha fazla çıkmışlardır. Laboratuarlarda, para karşılığı, bir insanın nasıl robotlaştırılacağını, bir kadının nasıl seks kölesi hâline getirilebileceğini vb. inceleyenler, bir dirhem saygı görmeyi hak etmezler. Gerçekte bunlar bilim adamı da değildirler, sadece “uzman”dırlar. TV kanallarına çıkıp, mesela Erdoğan’ın her gün halka karşı kullandığı hakaretvari sözleri yorumlamayı alışkanlık edinmiş tiplerin “uzmanlığı” gibi uzmandırlar.
Bu laboratuarlar, toplumun şartlandırılarak yönetimi için çalışan uzmanlarla doludur. Ve belki bir daha hatırıma gelmez, Freud bunlardan biridir. Bilimle ilgisi, efendilere hizmet eden ajansların sorularına inandırıcı yanıt vermek ile sınırlıdır.
Eğer bir şey yararlı ise “var olmalı”, yoksa olmamalıdır. Varolmak, “algılanmış olmak”tır. Mesela fabrikada çalışan binlerce işçiden biri, eğer algılanmıyorsa, onun bir varlığı da yoktur. Eğer, “artist”, algılanmış ise, işte o gerçektir, vardır. Demek ki, eğer bir “algılanmış şey” yaratırsak, onu gerçekliğin yerine de koyabiliriz. İşte laboratuarlarda, ajanslarda tekeller için “uzman”lar ordusu bunun deneylerini yapmaktadır. Olmayan bir şeyi, önce algı yaratarak, sonra varlık hâline getirmek mümkün müdür? Bu, markette, ihtiyacınız olmayan bir şeyi alıp tüketmeniz, ihtiyacınız olmadığı kadar tüketmeniz için yapılan reklâm çalışmalarının da temelidir. Bu, Erdoğan da dahil, “lider imalat” süreçlerinin yönetim tekniğidir de. Sigara şirketlerine danışmanlık yapan Freud’un akrabası, bilinç altına seslenecek metotlarla Freud’dan aldığı destekle, kadınların ihtiyaç duyduğu “özgürlük” ile, sigara içme arasında bağ kurmayı başardı. Bir reklâm filmi ile, tanınmış simaları sigara içip kadın haklarını savunurken filme aldı ve sigara satışları patladı. Gerçekte sigara ile özgürlüğün zerre kadar alâkası yoktur. Alışkanlık bir yana bırakılırsa sigara içmek ile keyif arasında bir bağ vardır. Ama artık sigara içmek ile özgürlük bağı, bir varlık olarak algılanmış oluyor.
Bir “lider” imalat programında diyelim ki, lideri kendisinde olmayan bir şeyle ifade ediyorlar ve sonra o, öyle imiş oluyor. Erdoğan’ın “kimsesizlerin kimsesi” kampanyalarını hatırlayın. Kendi yanında korkusundan artık kimseyi bırakmadı, ama kimsesizlerin açıkça tecavüzcüsü oldu. O kadar ki, ne zaman Erdoğan bir şeyden “aşk”la söz ederse, kime ve neye kimin hakkına tecavüz edeceği akıllara geliyor. İstanbul için aşkım diyordu. İstanbul’un belki de bu aşkın sonuçlarından kurtulmuş olması mümkündür. Gerçekte ise Erdoğan, hiçbir zaman ilkeli, hiçbir zaman dostluklarına bağlı biri olmamıştır. Ama her zaman iman ettiği ve bağlı kaldığı efendileri olmuştur. Richard Perle’nin Erdoğan için, “adamımı buldum, bel kemiği yok” demesi bundan olmalıdır. Erdoğan severler, bir yandan onun ilkeli olduğunu söylerler, ama aynı anda onun çok pragmatist olduğunu. Oysa bu ikisi kesinlikle çelişkilidir.
Pragmatik felsefede önemli olan sonuçtur. Gerçekliğin önemi yok, önemli olan faydalı mıdır sorusunu hatırlayalım. Bunun bir adım ilerisi, gerçekliğin, bu konudaki bilgimizin ölçütü olmadığı noktasıdır. Öyle diyorlar. Önemli olan başarıdır.
Önemli olan sonuç, önemli olan başarıdır. Eğer başarı elde etmişseniz, demek ki doğru, demek ki haklı, demek ki iyisiniz. Irak işgal edildi mi, sonuçta ortada bir başarı var mı, bu gerçekliğin başka bir yönü yoktur. Başarılı ise, haklıdır, doğrudur. Irak gerçeğine bir de Irak halkı için bakmak olmaz. Ölen çocuklar hakkında konuşmak olmaz. Önemli olan başarıdır.
Örneğin, Erdoğan başarılı mıdır?
Bu soruya, Türkiye toplumunun çok az bir kesimi dışındaki tüm uzmanları “evet” başarılıdır demektedir. Peki başarı ölçütü nedir? Mesela Cargill’in emirleri ile tarımı tarumar etmek bir başarı mıdır? Mesela soyup soğana çevirerek İstanbul’u yaşanmaz bir gökdelenler şehri hâline getirmek başarı mıdır? Evet diyorsanız, bilin ki, Erdoğan da bu başarıdan memnun değildir. Pişman olduğunu bile söyleyenler var. Sadece bunları yapmadan, bu kadar para ve güç elde edebilse idi daha iyi olurdu, diye düşünmekte olabilir. Yoksa hiçbir pişmanlığı dolardan daha ciddi değildir. Mesela başarısı Üçüncü Havalimanı, Üçüncü Köprü müdür?
Ama biliyoruz ki, “algılanmış ise vardır.” Öyle ise Erdoğan’ın başarısının bir algı işi olduğunu söylemek yerinde olur.
Erdoğan sonuç almış mıdır? Evet, kendisi için kasaları doldurarak, ailesi için her türlü zenginlik yaratarak, efendileri için her türden tetikçilik yaparak ve her yeni durumda pragmatist manevralarla yeni duruma adapte olarak bir sonuç almıştır. Öyle ise kimin için sonuç sorusunu sorabiliriz. Halk için, ülke için vb. bir sonuç almamıştır, bir başarı elde etmemiştir. Zaten bunun için de programlanmamıştır.
İşe yarıyorsa gerçek iyidir, yaramıyorsa iyi değildir. Ve bu durumda gerçeğin bir önemi de yoktur. Bu nokta anlaşıldı mı, bir adım ileri gidilebilir ve “gerçeklik üretmek” uzmanların işi hâline getirilebilir. Bunun için size, a- TV kanalları ve basın, b- öne çıkmış yazar çizer ve kamuoyu oluşturma etkisi olan kişilere verilecek kadar para, c- istenilenleri yapmadıklarında başlarına gelecek olanları anlamalarına yardımcı olacak kadar şiddet ve baskı örneği, d- adım adım gelişmeleri ölçecek anket şirketleri, e- ve nihayet, reklâm ajansları lazımdır. Bu beş şey varsa, siz olmayan bir şeyi “gerçek” hâline getirebilirsiniz.
Mesela Kabataş yalanına bakalım. Artık biliyoruz ki tek değil ve daha çoğu var. Artık biliyoruz ki yalan konusunda Goebbels, artık bizim modern dünyamızdaki ajansların yanında çocuk kalır.
Kabataş’ta, hiç olmamış bir olayı, bir kadın gazeteci uydurdu. Hayal gücü, acaba Londra’da her türlü sanatsal yapıt için metinler üreten ajanslardan birinde çalışmış olabilir mi sorusunu akla getiriyor. Zira gazetecilikte böyle bir uzmanlık yok. Bellerinden yukarısı çıplak, deri pantolonlu, eldivenli erkekler, bir başörtülü kadına tacizde bulundular. Sahne ilginçtir, böylesi bir sahne için Londra’daki metin üreten ajanslar mutlaka bir şeyler yazmışlardır. Sonuçta öğrendik ki, aslında böyle bir şey yokmuş. Ama gazeteler, köşe yazarları hemen bunun üzerine atladılar. Ajanslar hemen etkilerini ölçümlediler. İşte size “gerçeklik üretim” süreci.
“İnandırıcılığını kaybetmiş bir medyanın insanlığa hiçbir faydası olmaz.” Okuyucudan, lütfen bu alıntının kime ait olduğunu tahmin etmesini isteyeceğim. Ve ardından da, bu sözlerin ne anlama geldiği konusunda düşünmesini isteyeceğim. Bunu, tam da pragmatizm dediğimiz şeyi anlamak için yapmak istiyorum.
Bu sözler Erdoğan’a aittir.
1- Bizdeki bilgilere göre, birçok basın mensubu, üstelik muhalif basın mensubu, bu sözleri “doğru ama iş bu hâle senin yüzünden geldi” sözleri ile desteklemişler. Bir çok gazeteci, aslında kendi mesleklerini tanımlamak için kullanılan “gerçek” ile ilgilerini çoktan kesmişlerdir. Belki pratikte, “gerçeğe bağlı kalmak” ilkesini hiçbir zaman uygulayamıyorlar. Bu ayrı bir konudur. Yine de, “gerçeğin peşinde” olmak ile gazetecilik arasında bir bağ varmış gibi yapılması, muhtemelen insan olan herkes için bir heyecan yaratıyordur.
Oysa Erdoğan, inandırıcılığını kaybetmiş bir medya, diye başlıyor.
Medya, inandırmakla görevli midir?
Gerçeği yazmak, gerçeği ortaya çıkarmak, gerçeğin peşinde koşmak yok mu?
İnandırıcı olmak, gerçekte, halkı aldatabilecek kadar inandırıcı rol oynamak anlamındadır.
2- Faydası olmaz ile bitiriyor. Kime faydası olmaz, “insanlığa”. İşte Erdoğan’ın metinlerini yazanların genlerine sinmiş ve refleks hâline gelmiş beylik sözleridir bunlar. İnsanlık, burada, ABD, efendiler, devlet ve Erdoğan anlamındadır. Onun dışında bir “insanlık” Erdoğan için faydalı da değildir, demek ki varlığı bile söz konusu olamaz. Herkesin varlığı, ne kadar faydalı ise o kadar varlık kazanır. Bir seks kölesi artık bu işi yapamıyorsa, varlığı anlamını yitirir. Bir danışman yalan üretme makinası ise, teklediği gün işi biter. Bir basın “inandırma mekanizmasıdır” ve “inandırıcılığını yitirirse” demek ki, artık işini iyi yapamıyor. Kimin için? Elbette egemenler için.
İnandırıcılığını kaybetmiş basın, yuvarlak bir sözdür, popülisttir, pragmatizm ile bağı açıktır. Oysa bir “kirlenmemiş” gazeteci için, gerçek habercilik, gerçek nedir vb. önemlidir, önemli de olmalıdır.
Eğer, geçek habercilik yapanlara ceza verilirse, eğer gerçek habercilik yapmaya çalışanlara ceza verilirse, o zaman başka “varlık”ların ortaya çıkması da önlenebilir. Elbette, bu arada “inandırıcı gazeteci” olanlara da yeterince ödül verilmelidir, onlar öne çıkarılmalıdır.
1880’lerde emperyalist yayılmacılık, Anglosakson ırkının zaferi için yola çıkanlar, halkın yanlışa inanmasını önlemek için yanıp tutuşuyorlardı. Kuzey kutbundan güney kutbuna, Doğu’da güneşin doğduğu yerlerden Batı’da güneşin battı yerlere kadar tüm yeryüzünü asıl ve seçilmiş Anglosakson ırkının çizmeleri altında inlemesi için büyük bir şevkle çalışırken, Platon’dan epey yardım alıyorlardı. Köleliği sürekli kılabilmek için neler yapmak gerekiyordu? Onlar bu soruyu, halkın yanlışa inanmasını nasıl önleriz diye formüle etmişlerdir. İşlerine epey yarayan bir hazırlık olmuş gibidir. İkinci Dünya Savaşı’nda, zafere ulaşan Kızıl Ordu, Almanya’ya vardığında, Hitler’e karşı savaş ilan edenler, ardından da Avrupa’nın kurtarıcısı olarak filmler çektiler. Hâlâ ülkemizde, eğer bir insan Sovyet filmleri de dahil, gerçek hikâyeyi anlatan filmleri seyretmemiş ve bu konuda okumamış ise, İkinci Dünya Savaşı hakkındaki bilgileri Hollywood filmlerinden geliyorsa, Hitler’i Amerikalıların yendiğini düşünebilir.
Yanlışa inanmasını önlemek, gerçeklikten bir kopuş hamlesini gizliyor. Halkın, gerçeği bilmesi önemlidir. Onun neye inananacağı değil. Önemli olan gerçeğin ortaya konması değil midir? İşte, formülasyon tam da bu amaçla yapılıyor. “Halkın yanlışa inanmasını nasıl önleriz?” Pragmatizmi ya da popülizmi anlamak istiyorsak, bu formülasyonlara dikkat etmemiz gerekir.
Kimin için yanlış? Elbette ki egemen sınıflar için. Yani, “halkı egemen sınıfın istediği tarzda inanmaya nasıl ikna ederiz?” İşte gerçek soru budur.
Diyelim ki, bilimden, evrenden, güneş sistemi ve dünya arasındaki bağ ve hareket yasalarından söz edelim. Bu durum, halkın tanrıya inancına müdahaledir derlerse ne olacak? Öyle dediler, öyle diyecekler. Şimdi, dünya ve güneş ilişkisinin “halkın inancına zarar” verdiğini gördüğümüze göre, bu durumda yönetme işini zorlaştırdığına göre, halkın buna inanmasını önlememiz gerekir. Önemli olan, gerçeğin ne olduğu değildir.
İşte bu amaçla bazı öneriler geliştiriyorlar. Peşinde koştukları şeyi şöyle ifade ediyorlar: İnanç nasıl yerleştirilir, inancın sabitleştirilmesi ve alışkanlık yaratılması.
Adı Baykuş İmparatorluğu idi, kitap, ABD’nin yakın tarihinde seks kölesi yetiştirme programını deşifre ediyordu ve mahkeme kayıtlarına dayanmakta idi. Okurken mideniz kalkabilir. Çocukları, seks, travma, ödül, ceza sistemi ile, dünya ve gerçeklikten tamamen çıkartan bir eğitim programıdır bu. Uzmanlar (lütfen artık bunlara bilim adamı, bilim insanı vb. demeyelim), bu işle görevlidirler. CIA’ya bağlı bir ekip tarafından yürütülüyor ve kitapta Clinton, Kissinger vb. gibi ünlü isimler de geçiyor. 3 yaşındaki kız çocuklarını seks kölesi olarak yetiştirme programıdır bu. Bu programda da, “inanç sabitleştirilmesi” var. Önce gerçeklikle bağın koparılması gerekiyor.
Kör inançlara, hurafelere, alışkanlıklara, karanlığa kapı açılıyor. Devlet, gerçekte sadece baskı ile, sadece şiddet ve terör ile yönetmez. Devlet aynı zamanda kör inançlara dayanır, dini kullanır, hurafelere, binlerce yıllık söylencelere, inançlara dayanır ve onları kullanır. Böylece halkın “rızası” alınmış olur. İşte halkın yanlışa inanmasını önlemek dedikleri şey, tam da bu amaca hizmet eder. halkın inanacağı şey tamamen onlar tarafından belirlenir. Milliyetçilik ve din, aslında bu eski alışkanlık ve inanışların körce kullanılması yolu ile popüler hâle getirilir. Toplumun “ortak” kabulü hâline getirilir.
Demek ki, inançların kullanılmasını hafife almamak gerekir.
Ülkemizde son dönemde, tarikatlardan birinin dava dosyasının belgeleri kitaplaştırıldı. Badelemek diye bir işten söz ediliyor. Tarikatın şeyhi, kendisine inananları badelemeye ikna etmektedir. Kitaptan aktarılanlara göre, adam, şeyhinin cinsel organını ağzına alıp boşaltmakta, bunu kendisi gibi eşinin yapmasını da sağlamakta, kendisi de eşi de şeyhin kucağına oturarak diğer kanallardan da badelenmekte ve sonunda mahkemede “davacı” olmadığını beyan etmektedir.
Acaba, bu adam, bir gün evine birisi gelse ve eşine cinsel tacizde bulunsa, saldırganı öldürür mü? Muhtemelen. Ama dinî inancı uğruna, normalde kabul etmeyeceği bir şeyi kabul etmekte ve hatta bunu bir tarz kutsanma olarak görmektedir.
Bunlar uç örnekler olabilir. Ama gerçekte, bunlar devlet makinasının, burjuva egemenliğin uygulamalarıdır. Mesele inancın sabitleştirilmesidir. Çünkü bu durum yönetme işini kolaylaştırmaktadır.
Allah, İngiltere’de İngilizi, Amerika’da Amerikalıyı korur. Bizim ülkemizde de Allah, Türk’ü korur. Başkasını korumaz. Bu inancın devlet makinası eli ile verildiğinden şüphe etmeye gerek yoktur.
Tanrı Amerikalıyı korur, halk için, ordunun erleri için söylenir. Allah Türk’ü korur da böyledir. Bu akıl ve bilimle, durumu gerçekliği içinde görme yerine, inançla saldırı gücü elde etmeyi ifade ediyor olmalıdır. Amerikalı zafer kazandığında, tekniğini, silâh gücünü ve en fazla komutanlarını öne çıkarır. Ama yenildiğinde mesela Vietnam’da sorun doğa şartları vb.dir. Askerler savaşmakta tereddüt ediyorsa, “Allah Türk’ü korur” işe yarardır.
Milliyetçilik, din ve kör inançlar, egemenler adına yönetme işini oldukça kolaylaştırmaktadır. Bu, tüm kapitalist egemenlikte böyledir ve belli tonlarla birbirinden farklılıklar gösterir. Ama bazı ülkelerde bunun çok daha öne çıktığını ya da bazı zamanlarda daha da öne çıktığını görebiliriz. Bu süreci sınıf savaşımının gelişimi belirlemektedir.
Egemenler, halktaki ön yargıları, binlerce yıldır yaşayan kör inançları vb. kullanırken, aynı zamanda bir “algı” ve düşünüş biçimi yaratmayı da hedeflerler. Ülkemizde diyanet işleri, gerçekte bu “algı” ve “düşünüş biçimi” yaratma projesinin içindedir. Burada işin kolaylaştırılması açısından, çoğunluğun inancı temel alınır. Çoğunluğun inancı, doğruluğun, iyiliğin vb. ölçütü, kanıtı hâline getirilir. Kuşkusuz bunlar belli eylemlerle desteklenir.
Otobüste giyimi nedeni ile bir kadının tekmelenmesi, bir “meczup” kişinin eylemi değildir. O saldırganın nasıl bir kişi olduğu ayrı bir konudur. 100 TL için bunu yapacak çok sayıda insan bulmak mümkündür. Ardından, mahkeme o kişiyi serbest bırakacak, saldırılar başka biçimlerde devam edecektir. Böylece, kadınlar, giyimlerine “dikkat” etmeye başlayacaklardır. “Düşünüş biçimi” böyle başlamaktadır. Bu aynı zamanda kişilerin korkularını artırmakta, devlete sığınma eğilimini de artırmaktadır. Böylece “çoğunluk” acaba ne istiyor sorusu, akıllara sokulmaktadır.
Sanırım, buraya kadar, pragmatizm meselesine bir açıklık getirme şansımız olmuştur. Burjuvazinin, yeni durumlara ayak uydurmak için, her şeyi kullanmak dışında bir alternatifi kalmamıştır. Burjuva egemenlik, yeryüzünde, kendilerinin dışında bir görüş, bir düşünüş tarzı, bir ilkeler sistemi olmasına tahammül edemiyor.
Bizim Kasımpaşalı jargonuna da uyamayan Cumhurbaşkanımız ve onun yol arkadaşı özel bir İçişleri Bakanımız var. İçişleri Bakanımız, farklı açıklamalarla, Reis’in gözüne mi girmek istiyor, yoksa aynı zamanda biraz değişik yollarla onu tehdit mi ediyor karar vermek zor.
Ama yakın dönemde, İçişleri Bakanı Soylu, yerel seçimler vesilesi ile çokça demeçler verdi. Belki de kendisine sus diyenleri de dinlemedi. O onların sorunu. Ama kayyum politikasını savunurken, şu anlama gelen sözler sarfetti: Biz birkaç yıl kayyum ile bu Kürt il ve ilçelerini yönettik. Bazı yerlerde bu sonuç da verdi. Bir beş yıl daha kayyumla yönetirsek, buralardaki halk da bizi seçecektir. Aşağı yukarı söylediği buydu.
Bir küçük adada yaşayan halkı, her gün aşağılayarak, döverek, baskı ve şiddetle, seni seçmeye ikna etmek gibi bir şeyden söz ediyor Soylu. Biliyoruz ki, birçok evlilikte, Türkiye’de bu, sonuç vermektedir. Erkek, kadını her gün dövmektedir. çamaşır asarken balkona çıktı ve karşı binada bir erkek varlık da aynı anda cama çıktı ise, kadın dayağı yiyecektir. Ve bu böylece her yolla devam eder. Arada bir ise, erkek, kadına aşkından, aslında kendisini dövmek istemediğinden, aşkının büyüklüğü nedeni ile kıskandığı için onu dövdüğünden söz eder. Böylece her gün dayak yiyen kadının, küçük umutları da oluşur. Zira evden çekip gitmesi, muhtemelen toplumdan dışlanması veya aşağılanması demektir. Aile cinayetine kurban gitme ihtimali vb. demektir. Ve sonuçta, bu kadına sorsanız, eş olarak kimi seçiyorsunuz, o da dayakçı eşini seçecektir. İşte formül bu. Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin atasözü de var.
İşte Soylu, bu kültürün “öz evladı” olarak, Kürt illerinde beş yıl daha kayyum yönetimi talep ediyor. Sonuçta, bunlar seve seve bizi seçecektir, diyor. Böylece Türk’ün ve devletin, “şefkatlı” kollarına sığınacaklardır.
İşte size kafa.
Bu kafa, bir yandan, Trabzon’da ırkçılık yaparak “halkı” yanına alma düşüncesinin uygulayıcısıdır, diğer yandan ise, rakibini aşağılamak için, “bu nereli, Trabzonlu, demek ki Pontus” diyerek rakibine oy kaybettirmenin arayışındadır. İşte size popülizm. Duruma, ana, yere göre, ne faydalı ise onu yap, tamamdır.
Sanıyorum, şimdi din ve milliyetçilik üzene daha net konuşabiliriz. Zira popülist politikaların en çok kullandığı, din ve milliyetçiliktir. Din ve milliyetçilik, geniş kitleleri, “çoğunluğu” daha kolay yönetebilmek için etkili olmaktadır.
Avrupa’da “yeni sağ”, kapitalizmin sorunlarına karşı gelişen tepkiyi, bu tepkiyi tekrar sisteme bağlamak için kullanmaktadır. Göçmen sorunu bunların başında yer almaktadır. Örneğin Almanya için, “en alt”taki işleri yapacak olanlar, belli 10 yıllarda değişiklik göstermişlerdir. Önceleri İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, İtalyanlar devrede idi. Daha düşük ücretle, temizlik, tuvalet bakımı vb. işleri yapmaktaydılar. Ardından Türklere sıra geldi. Ardından, Doğu Bloku’ndan, SSCB sonrası süreçte gelenler devreye girdi ama tam bir ücret düşüşü etkisi yaratmadı. Ardından Balkanlardan gelen halklar devreye girdi ve orada da tam bir sonuç ortaya çıkmadı. Mesela Türklerin gelişinin yarattığı ekonomik avantaj ile kıyaslanabilir bir durum ortaya çıkmadı. Bugünlerde ise, Afgan, Iraklı, Suriyeli, Sudanlı vb. halklar devrededir. Bunların en uygun olanları, en düşük işler için çalıştırılmakta ve böylece ekonomiye ucuz emek gücü şırınga edilmektedir.
Bu arada ise, Alman devleti, “mültecilere yardım” eden konumunu korumaktadır. Hem ucuza kapatıyor ve hem de ağalık onda kalıyor. Alman işçi sınıfı ise, işlerini kaybetme tehdidi altında, işçi sınıfı bilinci ile davranış geliştiremedikleri ölçüde, enternasyonalist bir ruh geliştiremedikleri ölçüde, tepki duyuyorlar. İşçilerin hatta daha çok işsizlerin, daha çok lümpen proletaryanın bu tepkisi, “yeni sağ” hareketlerce kullanılıyor ve yeniden sistemin yedek gücü hâline getiriliyor. Sisteme duyulan tepki, milliyetçiliğin ve bir miktar da dinin yeniden öne çıkması ve geniş kitleleri etkilemesi, sarması için kullanılıyor. Yabancı karşıtı neo-nazi hareket, hem ilerisi için bir savaşçı deposu yaratıyor, hem de, uyuşturucu piyasası da içinde, birçok başka işlev görüyor. Bu hareketler, belli bir noktaya kadar devletten destek görüyor, sınırlar aşılınca, sınırlandırmak üzere devlet tepkisi devreye sokuluyor.
Ama popülizm bununla sınırlı değildir. Bu açıdan, Mouffe, popülizmi, daha çok marjinal bir söylem olarak ele alır gibidir. Bu doğru değil. Trump, tam da popülist politikalarla iktidara gelmiştir ya da getirilmiştir. Trump ve onu seçtirenler, “Amerika first” gibi sloganlarla, yeni bir Amerikan ruhu yaratma peşindedirler. Bu ABD’nin içe kapanması değildir, ama bu, bir anlamda bir adım geri atmak, yeniden dünya egemenliği için saldırıya geçmek üzere güç toplamak anlamına gelmektedir. Bu yolla Amerikan ruhunu yeniden yükseltmek istiyorlar. Belki planları Trump sonrası içindir.
Trump seçilirken, göçmen meselesine aynı tarzda karşı çıkmakta idi. Aslında ucuz işgücü düşünüldüğünde bunda bir sorun yoktur. Sadece kontrollü olmalıdır. Bu göçmen sorunu kullanılarak, Meksika sınırına duvar yapımı, daha çok Teksas’ın ayrılma eğilimlerinden duyulan korkuyu ifade etmektedir. Ve duvar politikası, Meksika ile daha kârlı bir ticaret ilişkisi oluşturulmasına da olanak sağlamıştır. Göçmen meselesi milliyetçiliğin gelişimi ve göçmenlere karşı aşağılama ve şiddet eğilimlerinin tetiklenmesi için kullanılmaktadır. Aynı noktada işsizlik meselesine karşı da, önerileri böyledir. Oysa seçimlerde sosyalist aday, hem bu göçmen sorununu, hem de işsizlik meselesini ele alıyordu. Clinton, bu sorunları geçiştirmekle meşguldü. Oysa sosyalist adayın, etkili olduğu görülmüştü. Trump, tüm bu sürecin ürünüdür.
Ülkemizde ise, milliyetçilik ve din, hiç de sadece iktidar dışında radikal sağ kesimlerce kullanılan bir olgu değildir. Erdoğan, en başından beri, duruma göre milliyetçiliği değişik dozlarda kullanmıştır, dini ise hep en üst dozda devreye sokmuştur. Dini, popülist anlamda, Erdoğan kadar kullanan bir iktidar daha önce olmamıştır. Bu durum öyle bir boyut almıştır ki, kendisi “allahın tüm sıfatlarını taşıyan adam”a kadar varan şekillerde tariflenmiştir. Ve daha ilgi çekici olanı, bunlara hiç sesi çıkmamıştır. “Allahın” 99 ismi olduğu söylenir. Erdoğan, bunların tümünü taşıyan adam olarak değerlendirildiğinde, normalde Müslümanların inanmış olanları isyan ediyor olmalı idi. Bir profesör, kendi eşi ve kızının Erdoğan’a helâl olduğunu söylemiştir.
Erdoğan ve Gülen arasındaki işbirliği, kendi deyimi ile onları inanmış Müslümanlar sanmasına dayalı imiş. Ama yine de, her iyi Müslüman’a “ne istediniz de vermedik” modu ile davranılmadığı açıktır. Gülen hareketinin dini kullanmakta usta olduğunu ise artık biliyoruz. Daha önce, sol hareket, bu konu üzerine binlerce sayfa yazmıştır ve solun yazdıkları Erdoğan ve yakın çevresi tarafından yalan olarak nitelenmiştir. Dinin kullanımı konusunda Gülen hareketinden geri kalır değildir. Bugün, Gülen sonrası ya da Gülen’in FETÖ terör örgütü olarak ilan edilmesi sonrasında, başka tarikatların aynı yolda yürüdüklerini görmek mümkündür.
Milliyetçiliğe gelince, günü geldi Erdoğan milliyetçiliği ayakları altında çiğnedi, günü geldi ümmet fikri ile milliyetçiliği terk etmiş gibi yaptı, günü geldi tek millet lafları ile ortaya çıktı, günü geldi Kürt halkından söz etti, günü geldi Kürtler defolun gidin anlamında konuştu, günü geldi yerli ve milli nutukları attı, günü geldi ülkenin her alanını sattı.
Popülist politikalar, ülkemizde, asla iktidarın bıraktığı, terk ettiği politikalar olmadılar.
Türkiye, bir sömürgedir. Siyasal olarak (siyasal demek, ordusu, polisi, yargısı, bürokrasisi vb. demektir) ABD’ye, ekonomik olarak ise Almanya başta olmak üzere AB’ye bağlıdır. Gidiş, bu iki güçten birinin hegomen olması yönündedir; ya ekonomiyi elinde tutanlar siyasal alanı da ellerine alacak ya da siyasal alanı elinde tutanlar bugün olduğu gibi siyasal gücü ekonomik baskı aracı olarak da kullanarak, ekonomik alana hakim olacaklar. Bu sömürge ülkede gerçeğin halktan saklanması daha özel bir önem arzetmektedir. Kürt halkına karşı süren savaş ve katliam politikası, tüm gerçekliği ile anlatılabilir mi?
Bu durumda din ve milliyetçilik, azgınca kullanılmaya devam edecektir. Ancak, ne olursa olsun, tüm bu söylemlerin geri tepmeye başladığı bir döneme girilmiştir. İşçi sınıfı artık, bu söylemlere toktur. Özellikle dinin etkisi, hızla dağılmaya başlayacaktır. Yine de bunun yıllar alacağı açık. Milliyetçilik ise, Suriye politikası ile birlikte etkisini kaybetmektedir.
Milliyetçilik ve dinin kullanılmasının Türkiye Cumhuriyeti tarihi kadar eski olduğunu akılda tutmak önemlidir. “Devlete bir millet lazım” politikası, millet yaratma süreçlerini körüklemiştir. Bugün Erdoğan’ın “affedersin Ermeni” ya da bir başkasının Kürtler için “onlar da insan” demesi ya da bir başkasının “Pontus” diyerek küfür etmesi, aslında uzun bir tarihsel sürecin bilinçlerde yerleşmiş hâlidir. Ermeni, Pontus, Süryani ve Kürt katliamları, bu topraklarda resmî ellerle yapılmış ve ardından resmî ideoloji hâline getirilmiş süreçlerdir.
Bu uzun tarih düşünüldüğünde, milliyetçiliğin her zaman bir araç olarak kullanıldığını, kullanılacağını düşünmek zor olmasa gerektir.
Bugün Kürt hareketine karşı geliştirilen dil, gerçekte, tüm halklara karşı geliştirilen dilin bir yansımasıdır.
Ekim Devrimi, nasıl ki, bölgede ve etki alanlarında halkları özgürleştiriyordu, tersinden sömürge olmayı kabul etmiş TC devleti de en başından, farklı haklara tek bir gömlek giydirmek ve bir halklar hapishanesi yaratmak üzere harekete geçiyordu. En başından beri, Sovyetlere karşı bir ileri karakol olarak organize edilen Türkiye’de milliyetçilik, komünizme karşı mücadeleye de sıkı sıkıya bağlıdır.
Bu hâli ile, ülkemizde milliyetçilik, çoğu zaman dinle de birleştirilerek, her zaman öne çıkartılan bir yönetme, sentetik bir yapıştırıcı olarak iş görmüştür. O kadar ki, ne zaman “vatan, millet” diye bir konuşma başlarsa, yine burjuvazi, yine egemenler halka karşı büyük yalanlar tezgâhlıyor anlamına gelmektedir. Ve gerçekten de, bu ülkenin yönetenleri, sanki uzaktaki efendi tarafından atanmış ve bu topraklardaki tüm halkı düşman olarak gören çiftlik yöneticileri gibidir. Her zaman sadece kendi kasalarını, ceplerini doldurmakla ilgilenmişlerdir. Bu nedenle de, milliyetçilik ve katliam politikalarının birbirinin içine geçmesi onları hiçbir zaman rahatsız etmemiştir.
Şimdi, bizde ne dinin kullanımı, ne de milliyetçilik, popülist politikalar olarak ele alınıp, marjinalmiş gibi konuşulamaz. Bizde, milliyetçilik ve din, “devlete millet yaratma” politikasının, “sınıfsız imtiyazsız” bir toplum yaratma inkârcılığının ana dayanaklarıdır. Onun için hem din, hem de milliyetçilik, son derece kanlıdır, şiddet içerir ve her zaman devlet katında makbul bulunur. Her türlü çeteleşme, milliyetçilik ve/veya dine dayanır. Eroin satıcılarının millet ve vatan nutukları atması sıradandır, din adamlarının cihat adına kardeş ölümlerini yüceltmeleri sıradandır. Bunlar, çağımız kapitalizminin iş bitiricilik felsefesine de uygundur. Sonuç alındı mı, gerisi önemli değildir. Pragmatizm ile açıklanabilir. Kapitalistleşme sahnesine geç adım atmış, Osmanlı’nın paylaşımı sonucunda kalan parçalarda oluşturulmuş bir sömürge devlet, SSCB’nin karnının altında, halkların özgürleşme dalgasının, sosyalizmin yükseliş dalgasının hemen yakınındaki bir devlet, için burjuvazi, pragmatizme alabildiğine sarılmıştır. Din ve milliyetçilik, her zaman boğucu bir tarzda bu topraklarda her şeyin gelişiminin önüne engel olarak dikilmiştir.
Onun için bizde, dini ve milliyetçiliği kullanmayan parti varsa, işte o istisna sayılabilir. Yoksa, tüm burjuva partiler, hatta birçok durumda sol partiler de milliyetçiliğin etkisi altında olabilmiştir. CHP’nin mi, AK Parti’nin mi daha milliyetçi olduğu, MHP’nin mi, yoksa AK Parti’nin mi daha dinci olduğu tartışmaya muhtaç konulardır. Hepsi, iktidar sürecinin merkezindedir. Ve tekrar pahasına, adında komünist, devrimci vb. geçen bazı partilerin de Kemalist ideolojinin etkisi ile hareket etmiş olmaları yeni değildir.
Bu milliyetçilik, denildiği gibi, bir direnişle gelişen milliyetçilik de değildir. Tersine, “devlete millet yaratma” politikalarının içinde, sömürgeleşirken ortaya konan katliam politikaları ile, devlet eli ile burjuva yaratma politikaları içinde şekillenmiştir. Her zaman anti-komünizm ile birleşiktir.
Aynı durum, bazı farklılıklarla din için de geçerlidir. Din, bizde en başından beri devlet eli ile azgınca kullanılmıştır. Din, bizde anti-komünizm ile birlikte geliştirilmiştir. Gülen ile Erdoğan’ın, Gülen ile Bahçeli’nin akrabalıkları derindir. Her biri komünizme karşı mücadele derneklerinden, CIA programlarından gelmektedir.
Din ve milliyetçilik, TC devletinin birçok partisi ise, farklı farklı da olsa, oldukça pragmatist yaklaşımlarla belirlenmiş konulardır. Mesela NATO’ya girmek için Kore’ye asker göndermek, hem son derece vatansever bir tutum olarak sunulmuş, hem de dinen sevap olduğu anlatılmıştır. Oysa “Kore nire, Türkiye nire”.
Popülizme karşı en önemli panzehir, işçi sınıfının, kitlelerin bilinçliliği, aynı anlama gelmek üzere örgütlülüğüdür. Bu bir sınıf savaşımıdır ve bu sınıflardan birinin, egemen sınıfın, burjuvazinin, hem bilinci daha yüksek, hem de örgütlenmesi. İşçi sınıfının örgütlenmesi ve direnişi, mücadelenin sonunu tayin edecektir.
Elbette bu noktada devrimcilerin, burjuva cepheden gelen söylemler karşısında mücadelesi çok önemlidir. İdeolojik mücadele ve bu mücadelede süreklilik olmadan, sınıf savaşımında zafer imkânsızdır.
Devrimci hareket, işçi sınıfı ve kitlelere yaklaşımda, yeni metotlar, yol ve yöntemler geliştirebilir ve bunu yapmalıdır da. Bunun yolu, önümüze çıkan herhangi bir sorunu, “sol popülizm” ile kullanmak değildir. Yeni metotlar, işçi sınıfının örgütlenmesinde başarılar, ancak ve ancak, devrimcilerin kavrayışında derinlik ölçütünde mümkündür. Devrimci bilincin derinliği, hareket kabiliyetini artıracaktır.
İşçi sınıfı ve geniş kitleler için, örgütlenme ve mücadele dışında çıkış yolu yoktur. Bugün bu mücadeleyi geliştirmek ve örgütlenmek, daha olanaklıdır. İşçi sınıfı, ellerini toprağa bastırarak, ayakları üzerine doğrulmak zorundadır.