Din, her zaman, egemenler tarafından, yönetmeyi kolaylaştırmak için, ideolojik bir aygıt ya da ideolojik aygıtlardan birisi olarak kullanılmıştır. Din, egemen sınıfın toplum üzerindeki denetiminin, toplumun “rızası”nı almanın aracı hâline getirilmiştir. Dinî inançlar, her zaman egemenler tarafından, körleştirici bir unsur olarak, bir afyon olarak ele alınmış ve öyle kullanılmıştır.
İşin genel karakteri budur. Egemenler, burjuva devletler, sadece baskı ile, sadece şiddet ile yönetmezler. Onlar, aynı zamanda, tarihin her dönemimde görüldüğü gibi, insanların inançlarını, kör inançlarını, geleneklerini vb. de kullanırlar. Bu her devlette, köleci devlette de, feodal devlette de ve en gelişmiş biçimi ile kapitalist devlette de geçerlidir.
Ama iktidarlar, elbette ki farklı dönemlerde, dini daha farklı tarzda kullanmışlardır. Bunun dozajı ve düzeyi, elbette iktidarların durumuna da bağlı olmuştur. Bir yandan sınıf savaşımının gerekliliklerine uygun olarak din öne çıkıp, geriye çekilebiliyor, diğer yandan da iktidarların yapısı bunda etkili oluyor.
TC devleti, tarihinin hiçbir döneminde “laik” olmamıştır. Din, her zaman devletin elinde bir alet olarak işlev görmüştür. 1924’te, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulduğunda, yapılmak istenen budur. Bir yandan Cumhuriyet, ilk yıllarında cemaat örgütlenmelerini denetim altına almak istiyordu, diğer yandan ise, dini, günümüze uyarlayacak, burjuva egemenliğe uyarlayacak adımlar atmaya çalışıyorlardı. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, dinî tarikat ve cemaatların etkinliğine karşı bir mücadele verilirken, aynı zamanda, dini devletin elinde bir araç hâline getirme süreci işletilmiştir. Diyanet İşleri, aslında bu amaca dönüktür.
Bu düzenleme, 1960 darbesinden sonra, daha bir ince ayar verilerek, daha genişletilmiştir. Tüm anti-komünist mücadele dönemi boyunca, NATO sistemi içinde bir ileri karakol, bir “ortaklaşa sömürge” olarak yer almış Türkiye’de, din, komünizme karşı mücadelenin, sınıf savaşımına karşı koymanın alanı hâline getirildi.
12 Eylül’de Kur’an’dan alıntılarla nutuk atan Kenan Evren, aslında bu ekolün ürünüdür. Erdoğan ve Fethullah Gülen, bu sürecin ürünleridir.
Cumhuriyetin kuruluşunda var olan, “üç tarz-ı siyaset”, Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık üzerine kuruludur. Cumhuriyetin başlangıcında Türkçülük, “bu devlete bir ulus” yaratmak temeline dayalı olarak öne çıkmıştır. Millet yaratma siyaseti, ümmet üzerine dayalı dinî anlayışın yeniden şekillendirilmesini de beraberinde getirmiştir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyalizmin zaferi, Alman faşizmi nezdinde faşizmin yenilmesi, anti-komünist bir soğuk savaş dönemini başlatmıştır. NATO’ya girmek için Kore’ye asker gönderen Türkiye, aynı zamanda diyanet işlerini de yeniden, yeni ihtiyaçlara göre ele almaya başladı.
12 Eylül geldiğinde, Türk-İslam sentezi devreye girdi, Atatürkçü Kenan Evren elinde Kur’an ile dolaşmaya, tarikatçı Özal ise orduyu şortla denetlemeye başladı.
Ekonomik olarak AB’ye bağlı olsa da Türkiye, NATO mekanizması ile, siyasal olarak tamamen ABD uzantısı hâline geldi. Bu ortaklaşa sömürge, her açıdan yeniden şekillendirilmeye başlandı. 12 Eylül, dinin kullanımı açısından bir sıçrama yarattı. Özal ile dinî tarikatların bir çok açıdan yolu açıldı. Ve Fethullah Gülen örgütlenmesi, devletin her kademesinde bir ABD projesi olarak devreye sokuldu. Aynı ABD projelerinden biri olan Erdoğan, biraz daha sonra devreye girecektir.
SSCB dağıldıktan sonra, ABD için, kendi kontrolü altındaki Türkiye’yi, ekonomik olarak bağımlı olduğu Avrupa’ya bırakmamak ve sadece kendi sömürgesi olarak örgütlemek önem kazandı. Erdoğan, Gülen örgütlenmesinin hem önünü açacak, hem de birlikte yürüyecek yoldaşı olacaktı. Zemin hazırdı ve Türk-İslam sentezi içinde İslam biraz daha öne çıkarılacaktı.
Nihayet, bu aynı zamanda, diyanet işlerinde de bir yeni organizasyon demekti. TC devleti, dini daha fazla öne çıkartacak, “ılımlı İslam” olarak bölgede, paylaşım savaşımında ABD tetikçisi olarak iş görecekti.
AK Parti iktidarının, Saray Rejimi’ne dönüşümü ile birlikte, içeride şiddet arttıkça, cemaatlerin öne çıkması daha elzem hâle geldi. Kürt devrimini bastırmak için, dinî örgütlenmelere el atıldı. Dinî savaş çeteleri organize edildi. IŞİD’in bir nevî nüveleri, daha çok burada ortaya çıkarıldı. Kürt devrimine karşı dinî tarikatlar, mafyatik bir hâle getirildi, silâhlandırıldı.
Ülkede ekonomik ve sosyal bunalım derinleştikçe, din, Saray Rejimi’nin tekelinde tam bir günlük afyon olarak kullanılmaya başlandı. Soma’da ölen işçilerin ardından Diyanet İşleri Başkanlığından, camilerde iş güvenliği şart değildir tarzında, “işin fıtratında var”ı destekleyecek tarzda hutbeler verildi. Camiler, savaşın bir parçası olarak örgütlenmeye başlandı.
Fethullah Gülen’e karşı girişilen tasfiye süreci, bir yandan egemenler arasındaki kavganın bir uzantısı, Balyoz vb. operasyonların bir nevî yanıtı oldu ise de, aslında devletin içinde dinî çetelerin yerleşmesini sekteye uğratmadı. Başka tarikatlar, devletin içinde yer almaya başladı.
Erdoğan’ın, muktedir olduktan sonra, bir arayış olarak sultan-halife arayışına çıkışı, bu sürecin ardından yükselmiştir. Erdoğan’da ulvî, tanrısal yönler keşfedilmeye başlandı ve bu daha çok 17-25 Aralık sürecinden galip çıktıktan sonra gündeme geldi. Birçok şey söylendi ve en sonunda “allahın tüm sıfatlarını taşıyan adam” unvanı bile dile getirildi. Sultan Halife, Suriye savaşında, İslam ordularını IŞİD çeteleri olarak kullanmaya heveslendi, kullandı. Dışarıda bu yöne giderken, içeride, her tür soygunu, her tür yalanı, her tür yağma ve rantı örtecek tarzda dinî fetvalar devreye sokuldu. Ve nihayet içeride, tarikatlar devletin her yanına girerken, aynı zamanda, Erdoğan’ın hizmetine girmeleri istenmiştir.
İşte bu son aşamayı anlatan bir gelişme yaşandı. Mart ayında, önce Ahmet Nesin, Diyanet İşleri tarafından yapılan bir çalışmadan söz etti. Ardından, Tayfun Atay, 27 Mayıs 2019’da, T24’te bir makale ile konuyu genişletti. Atay, “Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu”nca hazırlanan, “gizli” ibareli rapordan söz etti. Atay, kendisinin de okuduğu bu raporun adının “Dini-Sosyal Teşekküller, Geleneksel Dini-Kültürel Oluşumlar ve Yeni Dini Yönelişler” olduğunu da ekliyor. Atay şöyle bir yorumda bulunuyor: “Bu, ‘istihbari’ bir rapor ve esbab-i mucizesi de kanımca ‘Erdoğan Rejimi’ ile uyumlu bir ‘devlet dini’ yaratma yolunda ‘düzleştirme’ girişimine rehber oluşturmak.”
İşte tam da bu nedenle, dinin kullanımı ile dinî tarikatların devlete sızması arasındaki bu çift yönlü sürecin içinde bulunduğu yeni aşamayı anlatan bir gelişmedir bu.
Tayfun Atay’ın “istihbari” rapor dediği bu tip çalışmaların normalde, MİT ya da MGK tarafından yapılıyor olmasına alışığız. Ama bu kez devreye, 150 bin kişilik kadroya sahip Diyanet İşleri sokulmuştur.
Rapor, neden bu incelemenin yapıldığını da açıklıyormuş. “Türkiye’nin 15 Temmuz 2016’da dini istismar eden Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) eliyle maruz kaldığı ihanet ve darbe girişimi, ülkemizde dernek, cemaat, tarikat veya vakıf adıyla faaliyet yürüten dini yapıların derinlemesine incelenmesini zaruri hale getirmiştir.” (Aktaran Tayfun Atay, 27 Mayıs 2019, T24.com.tr).
Böylece inceleme nedeni de ortaya konmuştur. Atay, 29 Mayıs’ta, bir başka makale ile, konuyu daha etraflıca ele almıştır. Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan süreci ve Diyanet İşlerinin ne işlevi olduğunu irdelemiştir.
Ama biz rapora dönelim. Ahmet Nesin’in, bu kitap, seçim öncesinde yayınlanırsa ne ilginç olur, dediği rapor hakkında Gazete Duvar internet sitesinde, Özlem Akarsu Çelik, biraz daha ayrıntı vermiştir. Özlem Akarsu Çelik, gizli ibareli bu raporun başlıklarını yayınlamıştır.
“- Önsöz
– Türkiye’nin Dini Haritası
– Dini Oluşumlarda Görülen Bazı Aşırı Özellikler
– Kur’an İslamı
Abdülaziz Bayındır; Ercümend Özkan ve İktibas Dergisi; Haksöz/Özgür-Der; Mehmet Okuyan; Mustafa İslamoğlu
– Selefi Söylem
Abdullah Yolcu; Alparslan Kuytul (Furkan Vakfı); Feyzullah Birışık; Halis Bayancuk (Ebu Hanzala); Kul Sadi Yüksel; Mehmet Balcıoğlu (Ebu Said Yarpuzî); Mehmet Emin Akın
– Mehdici ve Mesiyanik Söylem
Adnan Oktar; Ahmet Hulusi; İskender Evrenosoğlu
– Gelenekçi
İhsan Şenocak; Nurettin Yıldız; Şahımerdan Sarı (Vasat Grubu)
– Dini ve Siyasi Teşekküller
Davet ve Kardeşlik Vakfı; Hizbu’t Tahrir; Mustazaflar Hareketi (Hizbullah)
– Risale-i Nur Grupları
Kırkıncılar Grubu (Mehmet Kırkıncı); Med-Zehra Grubu (M. Sıddık Şeyhanzade; Okuyucular Grubu (Zübeyir Gündüzalp); Tahşiyeciler Grubu (Muhammed Doğan); Yazıcılar Grubu (Hüsrev Altınbaşak); Yeni Asya Grubu (Mehmet Kutlular); Zehra Grubu (İzzettin Yıldırım)
– Geleneksel Dinî-Kültürel Oluşumlar (Tarikatlar)
– Nakşibendiler
Erenköy Cemaati; Hazneviler Grubu; Işıkçılar Cemaati; İskenderpaşa Cemaati; İsmail Hakkı Toprak Grubu / Somuncu Baba / Darende Cemaati; İsmailağa Cemaati; Ahmet Mahmut Ünlü (Cübbeli Ahmet); Menzil/Semerkand Cemaati; Norşîn Dergâhı; Ömer Öngüt (Hakikat Grubu); Süleyman Hilmi Tunahan Cemaati; Şeyh Seyda El Cezerî Cemaati; Yahyalı Cemaati
– Halvetiler
Halvetiyye Tarikatı (Uşşakıyye ve Cerrahiyye Kolları)
– Rifailer
Kenan Rifai ve Kubbealtı Vakfı
– Kadiriler
Haydar Baş
– Diğerleri
Nurettin Şirin; Recep İhsan Eliaçık:
– Sonuç”
Raporun başlıkları da bunlar.
Öyle anlaşılıyor ki, Saray Rejimi, tüm bu tarikat, cemaat ve gruplara şekil vermeye, ayar vermeye hazırlanıyor. Zaten, bazı gruplardan da rapora itirazlar yükselmeye başlamış bile.
Saray Rejimi, artık yolun sonuna yaklaşmaktadır. Saray Rejimi, ömrünü sürdürmek için, bir yandan daha fazla şiddete, daha fazla baskıya başvuruyor. Kürtler ve işçi sınıfı söz konusu oldu mu, toplumsal muhalefet söz konusu oldu mu, egemen sınıfın tüm çeteleri, Saray Rejimi ile birlikte azgınca saldırmaktadır.
Öte yandan ise, bir yandan tarikatların devlet çarkı içinde süren çeteleşme ile atbaşı olarak devlet içinde örgütlenmesi gelişiyor. Diğer yandan ise, tarikatlar kendi içlerinde çeteler hâline dönüşüyor. Para ve güç ilişkileri içinde devlete sızmak, günlük hayatlarında çeteler şeklinde organizasyonun da temeli oluyor. Saray, artık, tüm bu tarikatlara kendi cephesinden bir ayar vermeye yöneliyor. Bunu MİT veya MGK eli ile değil de Diyanet İşleri eli ile yapmayı uygun görüyorlar.
Diyanet İşleri Başkanlığına sahip bir devlet, elbette ki laik bir devlet olamaz. Dini, insan ile yaratan arasında bir ilişki olarak tarif etmek yerine, onu siyasal örgütlenmenin bir alanı hâline getirmek demektir bu.
Saray Rejimi, bir yandan, ülkede İslamlaştırma politikalarını eğitimde ve günlük hayatta öne çıkartırken, bu yolla daha rahat bir yönetme olanağı yaratmayı amaçlarken, diğer yandan da, tüm tarikatları bir “resmî” çatı altında organize etmek istiyor.
Tarikatların devlete girmesi, devletin tarikatları yönetme isteği, birbirinin içine girmiş girift ilişki ağlarını da oluşturmaktadır.
Çözülmekte olan Saray Rejimi, dini yıllardır azgınca kullandıkça, dinî çevreler içinde de arayış gelişmeye başlıyor. Çözülme, “resmî” din anlayışının da sorgulanmasını beraberinde getiriyor. Anti-kapitalist, sosyalist yönelimli Müslümanların gelişimi, daha bugünden, Saray Rejimi ve arkasındaki tüm güçleri rahatsız etmiş durumdadır. Müslümanlığı, çeteleşme ile birleştiren, müteahhitlikle iç içe sokan, rant avcılığını İslam kurallarının bir parçası hâline getiren, rüşvet ve yağmayı fetvalarla aklamaya çalışan Saray İslamı, olası “resmî din” ve resmî tarikat dışı oluşumları engellemek istiyor.
Sınıf savaşımının üstünü örtmek için, dini azgınca kullanıyor. Kul hakkı yemeyi, muktedirliklerinin doğal hakkı ve allahın emri imiş gibi göstermeye çalışıyor.
Egemenlik, kendi kalıplarına oturuyor. Adına İslam ya da adına reform ya da adına demokrasi gibi sözcükler eklemesi durumu değiştirmiyor. Egemenler dini kullanmadan yönetemezler.
Kapitalist sistemin gerekleri, İslam’a pazar ekonomisi çerçevesinde format atma eğilimlerini de getiriyor. Aşağılama ve sömürüye dayanan kapitalist egemenlik, ezilenler için dinin azgınca kullanımını koşulluyor.
Bugün egemenler, artık yönetemez durumdadırlar.
Biz, işçi ve emekçiler, biz devrimci sosyalistler aynı yerdeyiz
Direniş güzelleştirir, örgüt özgürleştirir.
Ve bir kere daha söylüyoruz: Mazluma dini sorulmaz. Dinî inancı, ırkı, cinsiyeti ne olursa olsun, tüm işçi ve emekçiler için tek kurtuluş yolu vardır, sosyalist devrim.
Egemenlerin elinde din, yönetme aracıdır. Kullanılır, azgınca, bugünkü gibi ya da daha örtülü şekilde. Ama kullanılır. İşçi ve emekçiler için, inancı ne olursa olsun, tek çıkış yolu vardır, direnmek ve örgütlenmek. Devrim, sosyalizm, sadece Anadolu’nun kurtuluş yolu değildir, insanlığın da tek kurtuluş yoludur. İnsanın insan tarafından sömürüsüne son vermeden, ezenleri alaşağı etmeden, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermeden, insanlık adına bir çıkış yolu yoktur.