2021 yılının sonuna gelirken, gerçekte gündem direniş hâline gelmeye başlamıştır.
Bunu iddia etmek mümkün müdür? Ya da bu iddia ne kadar gerçektir? Çünkü ben böyle düşünüyorum; 2021 yılının sonunda, her şeye rağmen, direniş, temel gündemdir.
Biliyorum, her gün gündemi dolduran birçok şey var. En başta, Erdoğan’ın her biri bir sonraki tarafından yalanlanan açıklamaları. Bu açıklamalardan her biri, gündem olmaktadır. “Nankörler” diye başlayıp işsizlik yoktur dediğinde, bu, gündem hâline gelmektedir. Zaten burjuva muhalefetin, bu açıklamaları temel alıp onlara yanıt vermek dışında bir eylemi, bir muhalefeti yoktur desek yeridir.
Pandemi, mesela yılın başında, 2021 yılının ilk günlerinde bir gündem idi. Şimdi ise Sağlık Bakanlığı adı verilen bir yerden, sistematik biçimde rakamlar açıklanmaktadır. Bu rakamlar, sanırım, birisi tarafından her gün yazılmaktadır. “Sen otur, her gün bize rakamlar at” denilen bir kişi, bu rakamların uydurma olmadığını ispat etmek için, her gün aynı rakamı açıklamaktan uzak durmakta, ama doğrusu kendini daha fazla ele veren rakamlar açıklamaktadır. Yalan, sistemin, Saray Rejimi’nin propaganda mekanizmasının temel unsuru olduğundan, pandemi rakamlarını atıp tutmak da “normal” hâl almıştır. Bu metotla, yaşamın zorluklarının öne çıkması da üstüne eklenerek pandemi gündem olmaktan çıkmıştır. Bazı bilim insanları bir yana bırakılırsa pandemi bir gündem dahi değildir. Henüz bilinmeyen bir varyant ortaya çıktığında, Biontec, hemen kendi aşısından bir doz daha yaptırmanın faydalarından söz etmektedir. Sağlık Bakanlığı, pek yakında, “sadece biz yalan söylemedik ki, herkes söyledi” diye bir savunma yapacaktır.
Erdoğan’ın açıklamalarının, burjuva muhalefetin de gayreti ile özel olarak gündem hâline getirilmesini bir yana bırakırsak, ekonomik kriz bir gündem olarak ortaya çıkmaktadır.
Ekonomik kriz, sadece kurların yükselmesi ve düşmesi şeklinde değil, bir gündem olarak ağırlığa sahiptir. Kurlar oynadıkça, dalgalanma çok aşırı hâl aldıkça, bu konuda da tartışmalar yoğunlaşmaktadır.
Kriz bir gündemdir.
Ama bu kriz, elbette canlı ve boyutludur. Yani, kendi köşesinde hareketsiz duran bir anlık “durum” değildir, bu anlamda canlıdır. Aralık ayında, asgarî ücret meselesinin hızla bir gündem olması, Saray Rejimi’nin %50’lik zam yapma kararı ile ilgili değildir. Tersine, ücretlerin satın alma gücünün düşmesi, “enflasyon altında ezilme”, işsizlik ve açlığın artması ve tüm bunlara karşı gelişen, gelişmekte olan direniş nedeniyledir. Asgarî ücret, ne Türk-İş’in, ne de kusura bakmasınlar ama DİSK’in eylemleri nedeni ile gündem olmadı. Tersine, esas olarak, ülkede sürmekte olan direniş ve artan toplumsal tepki nedeni ile oldu. Krizin “canlı” olması ile, bu açıdan her gün yaşanmakta olanı kastediyoruz. Bir anlık bir “kötü durum” fotoğrafı değildir bu. İşçi sınıfının üzerine krizin faturasını yıkma girişimidir bu. Bunu egemenler, tekelci sermaye, parababaları, devletleri eli ile yapmaktadırlar. Açık ve nettir. Vergiler, elektrik, su, doğalgaz, eğitim ve sağlık hizmetlerinin faturaları, bunun en açık kanıtıdır.
Açlık kol gezmeye başlamış iken, sendikalar, asgarî ücretin %50 olmasına sevinmektedirler. İşçiler de. En çok da örgütsüz işçiler sevinmektedir. Demek ki, beklentileri daha da düşüktür. İki kişinin çalıştığı dört kişilik bir ailenin 4250 TL ile nefes alacağı söylenmektedir. Her ne kadar bu geçici bir nefes alma olacaksa da, işçiler buna memnundur, en çok da örgütsüz işçiler.
Oysa, daha Aralık ayı enflasyonu açıklanmamıştır. Anlaşılan bir tahmin yapılacaksa, TÜİK’in dahi bu Aralık 2021 enflasyonunu %10’un altında açıklaması zordur. Ve daha şimdiden, açlık sınırı çalışmaları, asgarî ücretin açlık sınırının altında kaldığını göstermektedir. Daha, ilk zamlı asgarî ücret alınmamış iken.
Yine de bu hâli ile de olsa asgarî ücretin gündem olmasını sağlayan direniştir.
Kriz aynı zamanda boyutludur. Salt ekonomik kriz değildir bu. Pandemiyi tümü ile es geçiyorum. Ama kriz, aynı zamanda siyasal bir krizdir de. Ve dahası, Saray Rejimi ile oluşturulan “iç savaş” ortamı, Kürtlere karşı savaş ile de birleşmektedir. Dahası, tüm bunlar, dışarıda süren savaşın ya da dünyayı saran Üçüncü Paylaşım Savaşı’nın içinde onun etkileri altında gerçekleşmektedir. Yani kriz, uzun bir süre, yakın gelecekte, gündem olmaya, gündemi etkilemeye devam edecektir.
Bu nedenle, kriz, daha boyutludur ve öyle kullanılmasında fayda vardır. Bu denli boyutlu olduğu için, sermaye, egemen güçler, büyük sermaye transferleri de gerçekleştirmektedirler. Bu sadece “ne koparırsak kâr” mantığı değildir. Bu bir yandan sermayenin krizden kazançlı çıkmasının yoludur, diğer yandan ise emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımının ülkemizdeki biçimlerinden biridir. ABD-İngiltere ittifakı, Körfez sermayesinin Türkiye’de güçlenmesinden yanadır ve bu Avrupa sermayesini dengelemekle kalsın diye de değildir, daha uzun erimli bir oluşumdur.
“İç savaş” dediğimizde, konunun doğru anlaşılması gerekir.
Kürt halkına karşı savaş, sadece bu nedenle “iç savaş” demiyoruz, bu da içindedir ve en başında bu vardır, Kürtlere karşı savaş vardır. Ama bu, son yıllarda, Saray Rejimi ile birlikte, tüm ülkeyi kaplamıştır.
Deniliyor ki, “hukuk bitti.” Doğrudur. Anayasa rafa kaldırıldı, doğrudur. Tuhaf hukukî süreçler yaşanmaktadır. Doğrudur. Savunma gücü olarak Baro yolu ile tüm savunma, kontrol altına alınıp, devletin hâkim-savcı sisteminin devamı hâline getirilmek istenmektedir. Doğrudur. İşte bu “şaşırtıcı” diye sunulan gelişmeler, gerçekte “iç savaş” hukukudur. “İç savaş” hukuku işçilere, emekçilere, entelektüellere, Kürtlere, işçi sınıfının devrimci iktidarından yana olanlara uygulandığında sorun yok, ama sıra CHP içinden, burjuva muhalefetten birilerinin susturulmasına geldiğinde, “düşman hukuku” diye yaygara basılmaktadır.
“Düşman hukuku”, özensiz bir kavramdır. Kimdir düşman, kime düşmandır? Kemalistlerle İslamcılar arasında bir savaş değildir bu. Öyle olsa idi, mesele Kürtler, mesele işçiler, mesele devrimciler olduğunda birleşemezlerdi. Hayır bu, “iç savaş” hukukudur ve bu “iç savaş hukuku”, esas olarak, işçi ve emekçilere, devrimden yana olan güçlere, direnenlere karşı uygulanmaktadır.
Kürt illerine baktığınızda, bu iç savaşı hemen görebilirsiniz. Zaten, Saray Rejimi, Kemalisti ve İslamcısı ile tüm devlet, buna savaş demekten geri durmaz. Sıra Batı’ya geldiğinde, bir “iç savaş” vardır ama, devlet güçlerinin karşısında Kürdistan’da olduğu gibi bir gelişmiş örgütlülükle çıkılamadığı için, henüz o aşamada olmadığımız için, “iç savaş” yokmuş gibi bir algı yaratılabilmektedir. İstenildiğinde “iç savaş” hukuku devrededir, ama bu iç savaş, tüm çıplaklığı ile açık hâlde değildir.
Kriz ve onunla birleşmiş olan “iç savaş”, ister devletin saldırıları ve attığı adımlar şeklinde olsun, isterse direnişin gelişmesi ve sokağa sarkması şeklinde olsun, direnişi ana gündem hâline getirmektedir.
Elbette direnişi gündem yapmak ve gündemde daha etkili bir yer tutmasını sağlamak, bizim cephenin işidir.
Bizim cephe, Birleşik Emek Cephesi’dir.
Birleşik Emek Cephesi, hem bizim özellikle söylediğimiz bir şeydir hem de gerçek anlamda bu cephenin, direniş eğer fiilî veya örgütlü olsun bir cephe olarak ele alınacaksa bu cephenin, gerçeklikle örtüşen ismidir. Yani mesele hangi ismi seçmeliyiz meselesi değildir, mesele direniş cephenin karakteri, sınıfsal yapısı vb.dir. Bu açıdan Birleşik Emek Cephesi demekte hiçbir sakınca yoktur.
Henüz, örgütlü olarak kurulmuş böylesi bir Birleşik Emek Cephesi yoktur. Ama fiilî olarak direniş, bir Birleşik Emek Cephesi yaratmaktadır.
Devrimci grupların, sol grupların, kendi durumlarına ve amaçlarına uygun olarak, kendilerine en yakın güçlerle birlikte işler yapmaları, bazı durumlarda bu işlerin bir tek eylem ve hedefe, bazı durumlarda ise, daha kapsamlı hedeflere dönük birliktelikler ortaya çıkarmaktadır. Bunlar, bazan çok etkili, bazan da etkisiz kalabilmektedir.
Bugün, tüm sol muhalif harekette en uzun soluklu birliktelik, HDK çatısı altında oluşmuştur. Bu, seçimler vb. durumlarda, HDP çevresinde oluşmuş ortak davranışlara da temel oluşturmaktadır. Zaman zaman ise, farklı sol grupların, HDP dışında birlikte hareket etme arayışları ortaya çıkmaktadır. Bu arayışlar, zaman zaman HDP’nin mutlaka dışında olmak gibi bir “saplantıya” dönüşmektedir. Buna ilke diyemeyeceğimiz için, “saplantı” diyoruz. Oysa birlikte ortak eylemlilik arayışları, önümüze çıkan gelişmeler etrafında, kısa ya da uzun vadeli bir çizgi tasarlayarak olmalıdır. Kürt hareketine Kemalist bakış ile bakmayı aşamamış hareketlerin, HDP konusundaki bu “hassasiyeti”, bizce anlaşılırdır ama kabul edilir değildir.
Elbette bunun dışında da, birlikte, ortak eylemlilik geliştirmeye, ortak tutum almaya dönük hamleler olmaktadır, dün de bugün de. Bunu elbette saygı ile karşılıyoruz ve doğrusu, bu arayışların, pratik mücadelede devrimci bir tutum almayı, bunu birlikte yapabilmeyi hedeflemesini olumlu buluyoruz.
Aslında, tüm bu arayışlar, tek tek hareketlerin istek ve iradeleri ile bağlı olduğu kadar, bu isteklerin nesnel zeminle örtüşmesini de önemsemek gerektiğini düşünüyoruz.
Bu nedenle, önümüze tartışma olarak, genel anlamda “devrimcilerin birliği” tartışmasını koymayı yol açıcı bulmuyoruz.
Onun yerine, gelişmekte olan, yaygınlaşan direniş hattının, Birleşik Emek Cephesi içinde bir örgütlenme ile büyütülmesini yol açıcı buluyoruz. Yanlış anlaşılmasın, “devrimcilerin birliği” her zaman gereklidir. Ama bugünkü nesnellik, gelişmekte olan direniştir. Bu nedenle bu direnişin, özellikle gündem hâline getirilmesini çok önemsiyoruz.
Kaldıraç Hareketi olarak bizim, bir programatik yaklaşımımız vardır. Anadolu Devriminin Yolu broşürü, bu konuda bir bilgi verir niteliktedir.
Bu programatik yaklaşımda da biz, sosyalist devrimin zaferi için, bir aşamada Birleşik Emek Cephesi’nin gerekliliğini görüyoruz. Bugün, Birleşik Emek Cephesi, içinden geçtiğimiz kriz ve iç savaş ortamı nedeni ile, daha erken gündeme gelmiştir.
Sınıf savaşımının bugünkü evresinde, duruma kısaca bakmak faydalı olacaktır kanısındayım. Kaldıraç sayfalarında, bu açıdan yeterli metin vardır kanısındayım. Bu nedenle kısa bir özetle yetinmek istiyorum.
Birinci nokta Saray Rejimi’nin niteliği meselesidir. Biz Saray Rejimi’ni, tekelci polis devletinin, olağanüstü koşullardaki örgütlenmiş hâli olarak ele alıyoruz. Suriye savaşının sonrasında daha da canlı hâle gelen emperyalistler arasındaki paylaşım savaşımı ve buna bağlı olarak, TC’nin ABD ve AB arasında “ortaklaşa sömürge” olma hâlinin geleceği meselesi, Kürt devrimine karşı savaş ve bu savaşın bölgeyi kapsaması ve içeride Gezi Direnişi’nin patlak vermesi sonrasında, devlet, Saray Rejimi şeklinde örgütlenmeye başlamıştır.
İkinci nokta, bugün bir “iç savaş” yaşanmaktadır.
Üçüncü nokta, egemen güçlerin siyasal krize çözüm olarak öne sürdükleri ikili yaklaşımdır. Bir yandan güçlendirilmiş Saray Rejimi ile diğer yandan güçlendirilmiş parlamenter sistem ile krizi aşma alternatifleri tartışılmaktadır. Bu hem TC devletinin “efendileri” olan ABD ve AB arasında bir yol tartışmasıdır hem de tekelci sermayenin, devletin, kendi iç tartışmasıdır. Bu iki alternatif, her ne kadar birbirinden ayrı güçler tarafından dillendiriliyor olsa da, aslında “devleti kurtarma” ya da restorasyon amacına dönük çözümün iki yüzüdür. Egemenler, eğer bugün, içinden geçilen günlerde ve ortamda, sadece güçlendirilmiş Saray Rejimi’ni tartışsalardı, bu onların gücünü çok zayıf hâle getirecekti. Çünkü bu çözümü desteklemeleri demek, burjuva muhalefetin de toplumsal zeminini kaybetmesi demektir. Kaldı ki, efendilerin, ABD ve AB’nin farklılaşan çıkarları, buna izin vermemektedir.
İşte bu aşamada, biz, devrimci sosyalistler, işçi sınıfının gerçek alternatifini ortaya koymakla yükümlüyüz. Birleşik Emek Cephesi’ni hızla gündemleştiren, bir yandan direnişler iken, diğer yandan da bu nesnelliktir.
İşçi sınıfının iktidarı almasını zayıf bir olasılık olarak görenler, bu alternatife yanaşmamaktadır. Onlara göre, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” tarafında olmak, onu soldan etkilemek daha yerinde ve gerçekçi bir tutumdur.
Bizim katılmadığımız şey de tam budur.
Devletler, egemenler, “reform”lara, ancak gelişmekte olan devrimi durdurmak için başvururlar. Yoksa onların parlamenter sisteme dönme isteklerini, onların kuyruğuna takılarak etkilemek, böylece reformlar elde etmek mümkün değildir.
İşte bu durumu azıcık olsun somut bir örnekle anlatmak için, asgarî ücret sürecini yukarıda ele aldık. Asgarî ücretin %50 artırılması (ki bu bir yanılgı oluşturma girişimidir, bir aldatma girişimidir) ne Saray Rejimi’nin isteği ne Saray Rejimi’nin olası seçim yatırımı ne Türk-İş’in kuvvetli bir direnişinin sonucu değildir. Tersine, bu görülmek ve gösterilmek istenmeyen işçi sınıfı ve emekçilerin direnişinin sonucudur. Gezi Direnişi’nden bu yana söndürülemeyen direniş ateşinin sonucudur. Elbette asgarî ücretin artırılması bir reform değildir. Asgarî ücretin gelir vergisinin dışında tutulması bir reform olarak ele alınabilir. Ama bu hâli ile bile bu sonuç, direnişin sonucudur, yoksa anlayışlı siyasal iktidarın, anlayışlı patronların, insaflı Saray Rejimi’nin jesti değildir.
Bir kere daha hafızalarımızı tazelememiz gereklidir.
Bir, bu ülkede parlamento bitmiştir. Parlamento işlevsizdir. Parlamento, Saray Rejimi’nin apış arasını örtmekte bile etkisizdir. Bütçe görüşmelerinde, muhalif milletvekillerinin ortaya koyduğu gerçekler önemsiz değildir, ama bir sonuca varmaları mümkün değildir. Birçok durumda, bir kürsü dahi ortada yoktur. Ve sonuçta, bütçe kabul edilmektedir. Başkaca bir sonuç mümkün değildir. Yoksa HDP’li veya diğer milletvekillerinin ortaya koydukları şeyler azımsanır şeyler değildir. Bir kere daha anlamak ve idrak etmek gerekir ki, parlamento işlevsizdir ve Saray Rejimi’ne, meşruluk kazandırmaktadır.
İki, seçimler, 7 Haziran seçimlerinden bu yana, anlamsızdır. Seçim sonuçları üzerine yapılan konuşmalar, siyasal partilerin halk içindeki desteğini araştıran araştırmalar, anlamsızdır. Seçimleri meşru görmek, Saray Rejimi’ni meşru hâle getirmek içindir. Muhalefet gece gündüz, yağma, rant ve savaş ekonomisinin “liyakatsiz kadroların” işi olduğunu söylemektedir. İyi ama, zaten seçilmemiş bir cumhurbaşkanını kabul etmek, diplomasız ve saralı bir cumhurbaşkanını kabul etmek, hileli seçimleri kabul etmek “liyakatli” kadrolar için mi bir zemindir? Seçim sandıkları konulmakta, hangi belediye başkanı seçilirse seçilsin Kürt illerine kayyum atanmaktadır. Bu nasıl bir seçim sistemidir? Egemenler, Saray Rejimi, sandığı gömmüştür.
Üç, seçimin ve sandığın olmadığı bir burjuva devlette, burjuva siyasal partiler de yoktur, ölüdürler. MHP bir çetedir, AK Parti bir çeteler ittifakıdır, CHP bir başka çetedir. AK Parti’nin çeteleştiği bir yerde, burjuva partilerin tümü bu çeteleşmeden paylarını alırlar, almışlardır.
Şimdi, işçi sınıfına, emekçilere hangi alternatif sunulmaktadır: a- Saray Rejimi’ni destekle, b- Parlamenter sisteme geri dönüşü destekle. Bu her iki alternatif de, işçi sınıfının devletin kuyruğuna yeniden takılması, kendini bir sınıf olarak reddetmesi demektir.
İşçi sınıfına açlığı, işsizliği, ölümü, işyeri cinayetlerini, kadın cinayetlerini, çocuk cinayetlerini, örgütlenme yasaklarını, sesini çıkarma yasaklarını reva gören kimdir? Tüm burjuva partileri ile bu sistemdir. Hepsi birlikte Saray Rejimi’nin oluşumunu sağlamışlardır. OHAL koşullarında Saray Rejimi’nin kurulmasını oylatanlar, hileli seçim sonuçlarını kabul etmek için kendi partilerini ve halkı sokaktan uzak tutmaya çalışanlar kimlerdir? CHP, İYİ Parti bu işin içinde aktör olarak yer almışlardır. Muharrem İnce vakasını unutan olmamıştır henüz.
Şimdi, işçi ve emekçilere, yeniden parlamenter sistem için kendilerine destek verdirmeye çalışanlar, yine aynı özenle, kitleleri sokaktan, direnişten uzak tutmak istiyorlar. TÜSİAD’dan yardım istemelerinin nedeni, işçi ve emekçileri daha fazla sokaklardan uzak tutmada yetersiz kalacaklarını hissetmelerindendir. 24 Ekim 2021’de işçilerin mitinglerde bir araya gelmesi, 22 Kasım gecesi birçok fabrikada iş bırakılması vb. CHP’nin miting yapmasının nedenidir. Bunun için Mersin’i seçmeleri de bu nedenledir. Kendi parti tabanlarını durdurabilmek, kontrol edebilmek içindir. İşçi ve emekçilerin direnişlerinin gelişimini ve kontrollerinden çıkmasını önlemek içindir. DİSK bile, miting kararını, almak zorunda kalmıştır.
İşte tüm bu gelişmeler, gelişmekte olan ya da durdurulamayan direnişin, ülkenin temel gündemi olduğu gerçeğinin işaretidir.
Şimdi, tüm bu direnişi, işçi sınıfının iktidar alternatifi olduğu gerçeğini ortaya koymak üzere, Birleşik Emek Cephesi’nde toplamayı, biz devrimci bir çözüm, devrimci bir çıkış, devrimci bir yol olarak öneriyoruz.
Bu perspektifle, bu bakış açısı ile, direnişe bir kere daha bakmak yerinde olacaktır. Bizim tüm detayları ortaya koymamız gerekli olmayacaktır kanısındayız.
1
Direniş, Gezi Direnişi’nin hâlen canlı olan, farklılaşan, evrimleşen “devam”ıdır. Dar anlamda devamı değil, geniş anlamda, direnişin ruhunu taşıması anlamında, daha da derine inmesi anlamında devamıdır.
Öyle ise, okur yazar takımının (OYT) ısrarla vurguladığı gibi, “Gezi Direnişi sonuç vermemiştir” vurgusu yanlıştır. Bu, Gezi Direnişi’ni, bir toplumsal patlama, bir kendiliğinden eylem olarak görmemenin sonucudur. İnsanların bir kısmı sürekli, bazıları da bazı durumlarda, kendisinin yapamadıklarını bir sihirli elin yapmasını ister. Sanki OYT, Gezi Direnişi’nin, bir devrimle sonuçlanmış olmasını bekliyor gibiydi. Bu bir yandan Gezi Direnişi’nden çok etkilendiklerini gösterir. Bu “çok etki”, direniş hızını kesince, Taksim Meydanı boşaltılınca, o barikatlardaki direniş geri çekilince tam bir hayal kırıklığına dönüşmüştür. Şimdi OYT, bu hayal kırıklığı ile, Gezi’yi suçlamakta, Gezi’yi yargılamaktadır. Oysa Gezi Direnişi, hiçbir zaman “devrim” hedefi ile gelişmemiştir. İçinde bu potansiyel, başka bir dünya arayışı, savaşsız ve sömürüsüz bir ortaklık dünyası arayışı nesnel olarak vardır. Ama bu hedefe dönük değildir.
Devrim, bir örgütlenmenin sonucunda gerçekleşir. Devrimciler, örgütlüdür ve işçi sınıfının devrimci eylemini yöneterek, onu zafere taşırlar. İşçi sınıfı olamadan devrim olmaz ne kadar doğru ise, örgüt olmadan da devrim olmaz o kadar doğrudur.
Gerçekten devrim istiyorsanız, gerçekten Gezi gibi bir kalkışmanın başarıya ulaşmasını istiyorsanız, o hâlde, örgütlü bir mücadeleye atılmalısınız ve bu yolla kitlelerin ayaklanmasını sağlamalısınız. Siz risk almadan, siz içinde olmadan, gerçekten hayaliniz ise, hiçbir hayaliniz gerçekleşmez. Hayaller, o hayaller için mücadele edenler varsa anlamlıdır.
İşte bugünkü direniş, hâlen sürmekte olan direniş, içinde Gezi’yi taşımaktadır.
Bir eylem, siz onu gerçekleştirdikten sonra, nesnelleşir. Tıpkı bir taş gibi, tıpkı bir sevda gibi, tıpkı bir silah gibi sizin sonraki mücadelenizin parçası hâline gelir. Bu en az iki kuşak böyle devam eder, etkisini taşır.
Bugünkü direniş, bu etkiyi canlı tutmakta, daha da ileriye taşımakta, yeni ve daha ileri bir eylemliliğin nesnelleşmesine yardımcı olmaktadır.
Gezi Direnişi’ne bakıp, o kalabalıkları, her direnişte beklemek, o kalabalıklar ortaya çıkmayınca da hayata küsmek, eylemsizlerin işidir. Yaşlılık belirtisidir, özne olmayı reddetmenin biçimlerindendir.
2
Bugün direniş, yerel alanlarda ortaya çıkmaktadır. Fabrikalarda, işyerlerinde, üniversitelerde, kadın hareketinde, çevre hareketinde vb. İkizdere’de olduğu gibi. Bu direnişler, burjuva medyanın karanlığını çoğunlukla yırtamamakta, en geniş kitlelere haber olarak dahi ulaşamamaktadırlar. İşçi Gazetesi’ni her okuduğumuzda, direnişlerin ne denli yaygın olduğunu gördüğümüzde, aslında bu burjuva medyanın karanlığının etkisini bir kere daha anlıyoruz.
Bu karanlık, burjuva devlet örgütlenmesinin nasıl bir burjuva sınıf bilincine dayandığını anlamamızı sağlamalıdır. Onlar, kendi cepheleri açısından nettirler. İşçilere karşı, direnişe karşı bir aradadırlar.
Ama artık, yıllardır sürmekte olan bu direnişin, yaşamın her alanında gelişmekte olduğunu görmek için, yeni bir direniş haberine ulaşmış olmaya gerek yoktur. Sağlık emekçilerinin direnişlerini gördüğümüzde “bak direnenler var” demeye gerek yoktur. Elbette her direniş, her işçi eylemi, her kadın eylemi, her çevre eylemi, her öğrenci eylemi bir kere daha direniş ile dolmak için bir etkendir. Ama artık biliyoruz ki, bu direnişler, sürekli gelişmektedir.
Direnişlerin yerel olması bir dezavantaj değildir. Tersine, eğer fabrika fabrika bir örgütlenmenin aracı olmaları gerektiği düşünülürse bir avantajdır da.
Ama biliyoruz ki, bu direnişler, daha ileri örgütlülüklere sahip değildirler. İşte tam da bu nedenle, Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfının devrimci yolunu ve rotasını ortaya koymanın önemli bir aracıdır.
3
İşçi sınıfı örgütsüzdür. En başta sendikaları, işçi sendikası olmaktan uzaktır. Sendikal hareket hem zayıftır, işçi sınıfının çok küçük bir kesimi sendikalıdır, hem de var olan sendikalar, daha çok devletin denetimi altında, sendika mafyasının kontrolü altındadır.
Devletin 12 Eylül’den bu yana ortaya koyduğu sendikal örgütlenme, sendikal kontrol, bir sendika bürokrasisini aşmıştır, bir sendika mafyasına dönüşmüştür. Sendikal bürokrasi tanımları artık yetersizdir. Durumu anlatmaktan uzaktır.
Bu önemlidir. Çünkü, sendika bürokrasisinin egemenliğini kırmak, bugünkü sistemi, sendikal sistemi değiştirmekten daha kolaydır.
Sendika mafyasının egemenliği, sadece sendikal örgütlenme ile kırılmaz. Sendikalar, diyelim ki yeni bir fabrika veya işyerinde gelişmekte olan sendikal örgütlenmeyi, bizzat kendi elleri ile devlete, patrona teslim etmektedir.
Sendikaların bir işçi sendikası, gerçek bir işçi sendikası hâline gelmesi, elbette çok yönlü bir mücadeleyi gerektirmektedir. Elbette bir yandan sendikal çalışmalar devam ettirilecektir. Ama aynı zamanda işyerlerinde örgütlenme temel alınmalıdır. Bu işyerlerindeki örgütlenmeler, sağlam bir yapıya dayanmak zorundadır. Bu örgütlenmeler, sadece sendikal örgütlenmeler olamazlar. Elbette siyasal örgütlenmeler de olmak zorundadırlar. Aynı zamanda, sendikal çalışmanın dışında, belki farklı sendikal çalışmalar ve işyeri örgütlenmelerinin arasında, işçi birliklerine ihtiyaç vardır. Birleşik İşçi Kurultayı tam da budur. Tek örnek değildir. Birleşik İşçi Kurultayı gibi örgütlenmeler, devrimcilerin, farklı anlayışta olsalar da ortak örgütlenmelerini ifade ederler.
Ve ne olursa olsun, bu üç alandan birlikte bir örgütlenme gereklidir. Hiçbiri, diğerini gereksiz kılmaz. Ancak, sendikalar gerçek birer işçi sendikası hâline geldiğinde, durum yeniden ele alınabilir.
4
Direniş, sadece işçi sınıfının içinde yoktur. Hayatın her alanında vardır. Devrimciler, tüm direnişe duyarlı olmak zorundadırlar. Kadın hareketinin direnişleri, öğrencilerin direnişleri, çevre hareketlerinin direnişleri, hepsi ama hepsi, işçi sınıfının burjuva devlete karşı direnişinin bir parçasıdırlar.
Bir çevre direnişinin gelişimi veya desteklenmesi için, bu direnişe katılanların siyasal bilinçlerinin gelişmiş olması gerekmez.
Herhangi bir direnişe katılanların, tek bir siyasal örgüt gibi hareket etmeleri gerekli değildir, bu zaten beklenemez.
Önemli olan, birincisi, bu direnişlerin gelişmesi ve sonuç almasıdır. İkincisi, bu direnişlerin sonuçları ne olursa olsun, örgütlenme yaratmalarıdır. Ve üçüncüsü, bu direnişlerin, başka yerlerdeki direnişlerle bir bağ kurmalarıdır. Bu bağ, sadece bir psikolojik bağ olarak kalmamalıdır. Mesela Boğaziçi Direnişi’ne katılanlara, diğer üniversitelerin aktif destek vermesi yetmez. Aynı zamanda direnişteki işçilerin, çevrecilerin, kadınların vb. de destek vermesi gerekir. Ya da mesela Gebze’de bir fabrikada başlayan direnişe, Boğaziçi Direnişi’nin fizikî destek vermesi gereklidir.
Bu direnişlerde oluşmuş tüm örgütlenmeler, Birleşik Emek Cephesi’nin bileşenidir. Birleşik Emek Cephesi, bu direnişleri birbirine bağlamak, olabildiğince bağlarını kurmak için gereklidir. Dayanışmanın direnenler arasında gelişmesi, gerçek anlamda sınıf bilincinin gelişiminde önemli bir adımdır.
5
Her devrimci grup, aslında bu Birleşik Emek Cephesi’nin bir parçasıdır. Elbette içinde yer alarak parçası, bileşeni olmak ayrı bir adımdır.
Devrimci bir grup veya hareket veya parti, kendi örgütlenmesini elbette ki kendi bildiği yolda sürdürecektir. Başkası saçmadır. Bu durum, ortak eylemliliğin önünde bir engel değildir. Bunun son yıllarda sayısız örneği vardır. Pratik gösteriyor ki, bu pratik savaş arkadaşlığı, mücadele arkadaşlığı, birçok “birlik” tartışmasından çok daha ilerleticidir. En azından bugün böyledir.
Biz, bugün, devrimin olanaklı olduğuna inanıyoruz.
Bu olanaklılık, nesnel anlamda açıktır. Nesnel koşullara bakıldığında, işçi sınıfının iktidarı ve devrim için koşullar uygundur. Ama devrim elbette sadece bir nesnelliğin sonucu olarak ortaya çıkmaz. Onu zafere ulaştıracak öznel koşullar da gereklidir. Bu öznel şartların başında, devrimci örgüt, devrimci parti gelir. Devrimci örgütün varlığı da yeterli değildir. Bu devrimci örgütün, toplumun en ileri kesimleri içinde etkili olması gereklidir. Toplumun dediğimizde en başa işçi sınıfını koymak şarttır.
İşçi sınıfı devrimci bir örgütlenmeye, kendi öncüsüne sahip olmadan, burjuva devlete karşı savaşımını zafere ulaştıramaz.
Bu bir yandan, işçi sınıfının devrimci birliği demektir. İşçi sınıfı hem örgütlü olmalıdır hem de devrimci olmalıdır. Devrimci değilse işçi sınıfı hiçbir şeydir, salt ekonomik bir sınıftır. Ve salt ekonomik bir sınıf olarak işçi sınıfı, fabrikalarda kanının emilmesine, köleleştirmeye razı demektir. Bu anlamda devrimci değilse hiçbir şeydir.
İşçi sınıfı devrimcileşirken, aynı zamanda toplumsal mücadelenin toparlayıcısı, öncüsü olmaya başlar. Devrimcileşen işçi sınıfı, tüm toplumsal muhalefeti, kapitalizme karşı her türlü mücadeleyi birleştirir.
Hayatın olağan akışı, devrimin olağan gelişimi içinde Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfının tüm müttefiklerini devrim saflarına toplaması, kendi devrimci birliğini sağlamasından sonra gündem hâline gelebilir. Ama içinden geçtiğimiz nesnel ve öznel şartlar, dünyanın ve ülkemizin durumu, devrimin nesnel olarak yakınlığı ile öznel olarak uzaklığı arasındaki çelişki, Birleşik Emek Cephesi’ni, bugün, sınıfın gündemine sokmuştur. Bu durum, Birleşik Emek Cephesi’nin, kendi içinde uzun bir evrimi olacağını göstermektedir.
Gelişmeler, gözlerimizi daha çok ama daha çok, direniş cephesine çevirmemiz gerektiğini göstermektedir.
İşçi sınıfının devrimci alternatifi, bugün, yaşanan siyasal kriz içinde, ortaya konmak zorundadır. Bu, Birleşik Emek Cephesi’ni daha da yakıcı kılmaktadır.
Avukatların, hekimlerin, sağlık emekçilerinin, fabrikalardaki işçilerin, belediye işçilerinin, kadınların, atık toplayıcısı emekçilerin, öğrencilerin, eğitim emekçilerinin, çevre örgütlenmelerinin, farklı duyarlılıktaki tüm toplumsal muhalefetin, burjuvazinin ortaya koyduğu alternatiflere mahkûm olmadığı açıktır. Birleşik Emek Cephesi, tüm emekçilerin kendi örgütlenmelerine, kendi güçlerine dayanan çözümlerinin gündeme taşınmasıdır.
İşçi sınıfı, bir sınıf olarak sahneye çıkmalıdır. Biz de varız demenin, siyasal iktidara alternatif olduğunu ortaya koymanın, kırıntılarını değil dünyayı istemenin yolu buradan geçmektedir.
Yaşasın direniş!
Yaşasın boyun eğmeyen isyan!
Yaşasın Birleşik Emek Cephesi!