Ekim Devrimi, sosyalizm, kadınların kurtuluşu *1

 

EKİM DEVRİMİ VE KADINLAR

Çarlık Rusyası, kastlaşmış, kireçleşmiş, hiyerarşik bir sınıf yapısından malûldü. Toplumsal piramidin tepesinde soylular yer alıyordu: büyük dükler, yüksek prensler, prensler, kontlar, baronlar vb. Onları dvoriane (toprak sahipleri), meschiane (kentliler) ve krestiane (“Hıristiyanlar” = köylüler) izliyordu. Çarlık Rusyası, devlet dini olan Grek Ortodoks Kilisesi’ne dayalı teokratik bir toplumdu; Çar Kilise hiyerarşisinin de tepesinde yer alıyordu. Diğer mezhep ve dinler (Katolikler, Protestanlar, Yahudiler, Müslümanlar) açık bir ayırımcılıkla karşı karşıyaydı.

Toplum gelir uçurumuyla yarılmıştı; aristokratlar, toprak sahipleri, tacirler ve sanayicilerden çoğu muazzam servetlere hükmederken, zanaatkârlar, küçük memurlar, esnaf, işçiler yoğun bir yoksulluk içinde sürdürmeye çalışıyorlardı yaşamlarını. Nüfusun yaklaşık yüzde 80’ini oluşturan köylülerin durumu ise, tek kelimeyle felaketti; dönemsel kıtlıklar, kuraklıklar her seferinde aralarından milyonlarcasını alıyordu. Ekilebilir toprakların büyük bölümü Kilise, Taht ve aristokratlara ait olduğundan, küçük köylüler kıt ve zor yaşam koşullarına mahkûmdu.

Böylesi bir toplumsal yapıda kadınlar, kuşku yok ki kendi sınıflarının yazgısını paylaşmaktaydılar: süs bebeği muamelesi gören -ve evlilikleri genellikle soylu aileler arasında bir ittifak stratejisi oluşturduğundan eş seçimi konusunda söz hakları bulunmayan- aristokrat kadınlar; kız çocukların ataerkil ailelerinin mülkü sayıldığı, çoğunlukla okur-yazar dahi olmayan, hukuksal özne olmayan meschiane kadınlar; hemen hiçbiri okur-yazar olmayan, yaşamları dinsel buyrultuların boyunduruğuna teslim, yoksulluk ve yoksunluk içindeki yaşamlarını ağır işçilikle geçiren köylü kadınlar…

Çarlık Rusyası’nın en “özgür” kadınları, çoğunluğu yoksullaşmış toprak sahibi ailelerden gelen, kentli serbest meslek sahibi, aydınlanmış intelligentsia’nın kadınlarıydı. Yasal olarak olmasa da, fiilî olarak oldukça özgür bir konumdaydılar; eğitimliydiler ve toplumsal yaşama etkin biçimde katılıyorlardı. Örneğin 1913 yılında Rusya’da tüm doktorların yüzde 10’u, tüm öğretmenlerin yüzde 8’i kadındı. Çarlık Rusyası’nın en önemli kültürel armağanı çok sayıda kadın yazar, şair, sanatçı ve balerin, bu zümreye dâhildi. Hiç kuşku yok ki, XX. yüzyılın ilk onyılında Rusya’yı derinden sarsan Narodnik ve ikinci onyıla damgasını vuran Bolşevik hareket içinde öncü konumdaki kadınlar da…

Ve nihayet, Ekim Devrimi’nin gövdesini oluşturan işçi kadınlar… Rusya’da sanayi proletaryası, sanayi devriminin ülkeye ulaştığı XVIII. yüzyıl ortalarına doğru ortaya çıkmıştır ve Avrupa’da olduğu gibi, öncelikli olarak topraksızlaşmış köylülerden oluşur. Rusya’da erken sanayi dönemi işçilerin, ama en çok da Rusya burjuvazisinin çok daha düşük maliyetli olduğunu erken bir dönemde sezinleyip üretime çektiği, atölye ve fabrikalarda istihdam ettiği, ya da evlerinde parça başı olarak çalıştırdığı kadın ve çocuk işçilerin insafsız sömürüsü üzerinde yükselmiştir. Sefalet ücretleri karşılığında günde 13-14 saat çalıştırılan yetersiz beslenmiş, çelimsiz, bitkin bir kadın-çocuk işçi ordusu…

Ne ki Lenin, kadınların sınaî üretime çekilmesini nihaî kertede olumlu bir adım olarak görmektedir. Böylelikle, üretken olmayan ev-içi kölelikten kurtulmalarının önü açılmaktadır. Ve bu durum, “prekapitalist toplumsal ilişkilerin ataerkil devinimsizliğiyle karşılaştırma kabul etmeyecek kadar iyidir.”3

Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde, Rusya sınaî işçilerinin durumu, erken döneme göre biraz düzelmiş olsa da Avrupa’nın en kötü koşullarda çalıştırılan işçileridir. Kadınların da ailelerini geçimine katkıda bulunmak için en ağır koşullarda çalışıyor olması, onlara kendi sınıfları içinde saygın bir konum sağlamaktaydı.

Ne ki, hangi sınıftan olursa olsun, eski Rusya’nın tüm kadınları, yasal haklardan yoksundu. Özel alan, yani aile ilişkileri tümüyle Kilise’ye tevcih edilmişti; Slav bölgelerinde Ortodoks Kilise (nüfusun yüzde 80’i), Müslüman bölgelerinde İslâm konsilleri, diğer azınlık cemaatler ise kendi şeriatları çerçevesinde yaşamaktaydılar. Çarlık Rusyası’nda herhangi bir dini cemaate ait olmamak, yasadışıydı…

Ortodoks Kilise’nin umdelerine göre erkek ilahî buyrultu doğrultusunda kadın üzerinde buyurucu kılınmıştı. Babalar evlendirene dek kızlarının sahibiydiler; evlilikte karının vesayeti kocasına geçiyordu.

Kadınların ayrı bir kimlikleri yoktu; adları kocalarının pasaportuna kaydedilirdi; yolculuk ve çalışma iznini sağlayan bu pasaportlar, kadına ancak kocasının izni doğrultusunda verilebilmekteydi.

Kocaların kadınlar üzerindeki hakları, yasal olarak tesis edilmişti, evini terk eden bir kadın, polis zoruyla kocasına iade edilmeliydi. Çocuklar da babanın velayeti altındaydı.

Boşanma karının sadakatsizliği gerekçesiyle erkeğin ayrıcalığıydı; bu durumda çocuklar babaya bırakılmaktaydı. Erkeğin zinasından ise söz edilmemekteydi. Bir kadının istemediği bir evliliği sona erdirmesinin iki yolu vardı: İntihar ya da kocayı öldürmek… Cinayet (hanedan mensuplarına yönelik olanlar dışında) Çarlık Rusyası’nda idam cezası gerektirmediği için, koca katilleri, genellikle Sibirya’ya gönderilen sürgünlere eşlik etmek üzere sürülürlerdi. Bu nikâhsız birlikteliklerden doğan çocukları ise gayrimeşru olarak geçerdi kayda…

Müslüman bölgeler ise, “adet” olarak bilinen şeriat kurallarının katı bir yorumuna tabiydi. Rusya’nın Müslüman kadınları her türlü insan hakkından yoksundu: emek ve cinsellikleriyle istediği sayıda kadınla evlenme ayrıcalığına sahip erkeklerin malıydılar. Ekim Devrimi’nin hemen ertesinde kadınlar arasında çalışmak üzere Orta Asya’ya gönderilen Bolşevik kadınların anıları, dehşet öyküleridir. Kız çocukları, daha dört-beş yaşında, genellikle dedeleri yaşındaki erkeklere başlık parası karşılığında satılmakta, sekiz-dokuz yaşına vardıklarında ise kocaları tarafından cinsel ilişkiye zorlanmaktadır. Çoğu çocuk ilişki sırasında sakat kalmakta ya da doğum sırasında yaşamını yitirmektedir. Kocanın karısı üzerindeki yetkisi sınır tanımaz: sadakatsizlik gerekçesiyle onu öldürebilir, aç bırakabilir, evden kovabilir, işkence yapabilir. Koca öldüğünde karısı, kocasının onu kendisine ayırma ya da satma özgürlüğüne sahip en yaşlı erkek akrabasına devrolmaktadır.

Kadınlar en temel eğitim ve sağlık hizmetlerinden yoksun, sefil bir yaşam sürdürüyordu. Ve Orta Asya Cumhuriyetleri’nin ilk yılları, felaket bir bebek ölümü tablosuyla karşı karşıyaydı; Kazakistan’da on bebekten ancak biri bir yaşını görebiliyordu!

Çarlık Rusyası’nda Ortodoks ya da Müslüman, neredeyse tüm kadınların paylaştıkları bir başka yazgı da eğitimsizlikti. Devrimden önceki son nüfus sayımı (1913) kadınların yüzde 83’ünün okuma-yazma bilmediğini ortaya koyuyordu. Bu oran, köylü kadınlar arasında yüzde yüzü bulmaktaydı.

Evet, yaşam koşulları, hem erkekler, ama daha çok da kadınlar için zorluydu. Ekim Devrimi’nin ayak sesleri duyulmaya başladığında, Rusya halkları üç yılı aşkın başka bir felaketin yükünü sırtlanmış durumdaydı; milyonların yaşamını yitirdiği, sefaletlerine sefalet, yoksulluklarına yoksulluk katan I. Dünya Savaşı.

  1. yüzyılın başından itibaren Çar Nicolas ve Çariçe Alexandra karşısında hoşnutsuzlukları katlanan işçiler, köylüler, hatta kentli entelektüellerin, bu nedenle devrimci harekete çekilmesi zor olmadı.

8 Kasım 1917 günü (Gregoryen takvime göre 25 Ekim), sabaha karşı 2.30 sularında, Petrograd’da Neva nehri üzerinde demirlemiş Avrora zırhlısı Bolşevik devrimini dünyaya duyuran o tek top mermisini ateşlediğinde, işçi ve asker yığınlar Kerensky hükümetinin üslendiği Kışlık Saray’a aktığında, iktidarın proletarya diktatörlüğü tarafından devralınması bu nedenledir ki on dakikadan az zaman aldı. Aynı gece, dünyanın ilk sosyalist hükümeti ilan edilecekti… Sonradan milyonların yaşamına mal olacak iç savaş ve kıtlıklara karşın kent ihtilal gecesini sadece beş ölü, elli beş yaralıyla kapatmıştı!

Lenin ile partisinin ilk kararı “Barış İlanı” oldu… Hemen ardından da bütün toprakların halka dağıtılmasını öngören “Toprak Kararnamesi”… Yıllar boyu sefil bir savaşta cepheden cepheye sürüklenen milyonlarca topraksız köylü-askerin ve işçinin en hayatî iki talebi: Barış ve toprak böylece karşılığını bulmuş oluyordu.

Barış ilanı ve toprak kararnamesini izleyen adım ise, tüm Rusya kadınlarının yüzyıllar boyu kendilerine dayatılan dinsel, geleneksel ve yasal sınırlamaların ilgası olacaktı. Cinsiyetler arası eşitsizliği düzenleyen tüm yasa ve uygulamalar sonsuza dek lağvedildi: bundan böyle kadınlar yaşamın istisnasız tüm alanlarında (eğitim, iktisat, kültür, siyaset…) erkeklerle eşit hak ve sorumluluklara sahip olacaktı. Bu geleneksel Rus ailesinin temellerinin bir gecede berhava edilmesi anlamına geliyordu.

Kilise nikâhları yasaklandı; bundan böyle tüm evlilikler özel hükümet bürolarında kaydedilecekti. Kadın evlilik içinde dilediği takdirde kendi soyadını koruyabilecek, hatta koca isterse karısının soyadını alabilecekti. Çocukların bakımından her iki ebeveyn de eşit ölçüde sorumluydu, gerçekleştiremedikleri takdirde bu görevi devlet üstlenecekti. Fiziksel olarak çalışabilir durumda oldukları sürece eşlerden hiçbiri diğerini desteklemekle yükümlü değildi. Boşanma eşlerden birinin tek taraflı başvurusu üzerine hemen gerçekleşebilecekti. Kişi dilediği sayıda evlilik ve boşanma gerçekleştirebilirdi. Kürtaj yasal, kısıtsız ve ücretsizdi, gayrimeşruluk ilkesi lağvedilmişti: bekâr bir anneden doğan çocuklar da evli ebeveynlerin çocuklarıyla aynı haklara sahip olacaktı.4

Hiç kuşku yok ki bu denli ani ve radikal bir çıkış, toplumun gelenekçi kesimlerinin şiddetli direnişiyle karşılaşacaktı. Ancak yalnızca gelenekçiler değil, Bolşeviklerin gerçekleştirdiği gözükara mülksüzleştirme hamleleri, toprağın köylülere, fabrikaların işçilere devredilmesi, bankaların, demiryollarının kamulaştırılması vb. karşısında paniğe kapılan orta sınıflar ve aydınları da… Bolşevik Parti, 1918’de milyonlarca cana mal olacak bir iç savaşa benzin dökecek geniş bir muhalefetle karşı karşıyaydı. Ve devrimin daha ilk adımlarında sağladığı kadın özgürlüğü, özellikle başta küçük toprak sahibi köylülük olmak üzere muhafazakâr toplum kesimlerini muhalif saflara çağırmada etkin bir propaganda malzemesi olarak kullanılıyordu…

Kadınların özgürlüğüne ilişkin karar ve uygulamaların, yıllarca kadınsız kalmış milyonlarca askerin terhis edilip köylerine döndüğü bir döneme rastladığını akıldan çıkartmamak gerek. Pek çoğu, karılarını başka erkeklerle bulacaktı. Kırsal aile, artık mevcut değildi.

Bu koşullarda, cinsel açlığı başına vurmuş erkeklerin yeni “cinsel özgürlüğü” önlerine çıkan kadına tecavüz özgürlüğü olarak yorumlayışına şaşmamak gerek. Dahası, kimi yerel Sovyetler devrimci kararnameleri keyiflerince yorumlayarak grotesk uygulamalara başvurmaktaydı… Moskova yakınlarında bir kent olan Vladimir Sovyet’inin “18 yaşına gelmiş her kadının devlet malı sayılıp serbest aşk bürosuna kaydolmak zorunda olduğunu ve bu büroya kayıtlı 19-50 yaş arası erkeklerden her ay bir tanesini kendisine eş olarak seçmesi gerektiği… bu birlikteliklerden doğacak çocukların devlet malı sayılacağı…” yolundaki kararnamesi gibi…5

“Kapının arkasında asılı şapka” öyküleriyle büyümüş bir kuşağın mensubu olarak benim açımdan, bu türden abartıların, yüzde 80’e yakını kırsalda yaşayan bir nüfusta muhafazakâr katmanları manipüle etmede nasıl kullanıldığını kestirmek, zor değil… Ancak Sovyet devrimi, özellikle ilk yıllarında kadınların kazandığı özgürlüklerden geri adım atmama kararlılığını sergilemiştir. Kayıtsız, kısıtsız, tam özgürlük, aralarında hatırı sayılır sayıda kadın öncünün de bulunduğu RSDİP’nin Rusya’nın bütün kadınlarına ilk vaadlerinden biriydi; en azından devrimin ilk on yılı boyunca sadakatle yerine getirilen bir vaad…

Bolşevik Devrimi’nin bu kadınların kurtuluşu konusunda o güne dek eşine rastlanmayan bu radikalliği ve kararlılığı, hiç kuşku yok ki, XIX. yüzyıl sosyalist-Marksist mirasın bir gereğidir. Ama bunun da ötesinde, kireçleşmiş, otokratik bir toplumda kadınların atıllaştırılmış enerjileri serbest bırakıldığında toplumsal gelişmeye ne denli devasa bir katkı yapacağını öngören bir aklın da ürünüdür. Ne yazık ki, az ileride de göreceğimiz üzere, tek yanlı olarak mutlaklaştırıldığında, kadın “devrimi”ni tersine çevirme, ya da başka bir “şey”e dönüştürme riskine sahip, dâhiyane bir fikir!

SSCB’nin ilk yıllarında “erkeklerle kadınların geri fikirlerinin üstesinden gelme çabalarında tek bir taşı dahi tersyüz etmeden bırakmama” kararlılığı, gerçekten de ikircimsizdir. Devrimin önderi Lenin, bunu pek çok kez, pek çok vesileyle haykırır:

“Kadınların durumunu ele alın. Bu alanda dünyada tek bir demokratik parti, hatta en ileri burjuva cumhuriyetlerinde bile, on yılda, iktidarda birinci yılda yaptığımızın yüzde birini bile yapamamıştır. Kadınları eşit olmayan, sınırlayıcı boşanmanın içine sokan ve bu boşanmayı iğrenç formalitelerle çevreleyen, evlilik dışı doğan çocukların tanınmasını kabul etmeyen, babaları için bir araştırmayı zorunlu kılan vs. vs. ve bütün uygar ülkelerde bulunan burjuvazi ve kapitalizmin rezaletinin belli kalıntıları olan rezil kanunların temelini fiilen yıktık. Ama, eski burjuva kanunlarının temelini ne kadar bütünüyle temizlersek, ancak yeniden kurmak için temizlediğimizi, henüz kuramadığımızı o kadar iyi görürüz.”6

Lenin kadınlar üzerindeki tarihsel boyunduruk nedeniyle kapitalizmin kadın işgücü üzerindeki aşırı sömürüsünün farkındadır; buna karşılık, (örneğin Marx’ın ilk yazılarında yapmış olduğu gibi) kadınların fabrikalardan geri çekilmesini talep etmez. Ona göre kadınların ve gençlerin sınaî üretime çekilmesi, “ilerici bir gelişme”dir:

“Kapitalist fabrikanın, çalışan nüfusun bu kategorilerini özellikle zor koşullara soktuğu ve bu işçiler için çalışma gününü düzenleyip kısaltmalarının, sağlıklı iş koşullarını garanti etmelerinin gerekli olduğu tartışma bile götürmez; ama kadınların ve gençlerin sanayide çalışmalarını yasaklamak ve bu tür çalışmaya engel olmak ataerkil düzeni sürdürmek çabaları gericilik ve hayalcilik olur. Büyük ölçekli yerli sanayi daha önce ev, aile ilişkilerinin dar sınırından hiç çıkmamış olan nüfusun bu kategorilerinin ataerkil tecridini yıkarak ve bunları sosyal üretime doğrudan sokarak gelişmelerini teşvik edip bağımsızlıklarını arttırır, başka bir deyişle, pre-kapitalist ilişkilerin ataerkil hareketsizliğinden kıyaslanamayacak biçimde üstün olan yaşam koşulları yaratır.”7 (1899)

Böylelikle, daha 1902’de Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Taslak Programı’nda, sekiz saatlik işgünü, otuzaltı saatten az olmayan hafta tatili, fazla mesailerin yasaklanması, 15 yaş altı gençlerin çalışmasının yasaklanması gibi tüm işçilere yönelik düzenlemelerin yanı sıra, “kadınların sağlığına zararlı olan yerlerde çalıştırılmasının yasaklanması” maddesi yer alıyordu.8

Bu kadar da değil. Aynı programda, 21 yaşına basmış her vatandaşa yönetimin her kademesinde seçme ve seçilme hakkı, sınırsız vicdan, konuşma, basın, sendika, örgütlenme, eylem ve işgal özgürlüğü, tüm uluslara kendi kaderini tayin hakkının yanı sıra, “sosyal tabakaların ilgası, cinsiyet, din ya da ırk gözetilmeden bütün vatandaşlara tam eşitlik” öngörülmekteydi.

Bu ilkeler, Parti programında 1918’de (devrimden sonra) yapılan değişikliklerle daha da radikalleşecektir. Bir saatlik yemek izninin eklenmesiyle günlük çalışma süresinin yedi saate indirilmesi, hafta tatilinin 42 saate çıkartılması, zorunlu durumlar dışında gece işinin yasaklanması, zorunlu durumlarda ise dört saat ile sınırlandırılması, 16-20 yaş arası gençlerin iş gününün dört saatle sınırlandırılması, tüm işyerlerinin işçi örgütleri tarafından seçilen iş müfettişleri tarafından denetimi gibi tüm işçileri ilgilendiren düzenlemelerin yanı sıra, kadın işçiler için yeni önlemler getirilecekti: Kadın işçilere hiçbir ücret kesintisine uğramaksızın doğum öncesi dört, doğum sonrası altı hafta izin; kadın işçilerin çalıştığı tüm işyerlerinde kreş ve yuvaların kurulması, emzikli annelere günde üç saati geçmeyen aralıklarla yarımşar saatlik emzirme izni…9

Sovyet Devrimi’nin kadınlara yönelik uygulamalarının eleştirildiği alanlardan biri, bunların kamusal alana yönelik olduğu, çalışma koşulları ve işçi kadınların durumunun düzeltilmesi üzerinde yoğunlaştığı, özel alana, bir başka deyişle aile yaşamına ve buradaki kadın-erkek ilişkilerindeki güç dengesizliğine dokunmadığı yönündedir. Kanımca haksız ve karşılıksız eleştirilerdir bunlar. Yukarıda da andığım, Devrimin ilk yıllarında toplumsal yaşamda gerçekleştirilen bir dizi köklü dönüşüm bunun tanığıdır: Kilise’de evlenmenin yasaklanması; tüm evliliklerin özel hükümet bürolarında kaydedilmesi; kadın evlilik içinde kendi soyadını koruyabilmesi, kocanın karısının soyadını alabilmesi; çocukların bakımından iki ebeveynin de eşit ölçüde sorumlu tutulması, gerçekleştiremedikleri takdirde bu görevi devletin üstlenmesi; boşanmanın kolaylaştırılması; kürtaj üzerindeki her türlü kısıtlamanın kaldırılması; gayrımeşruluk ilkesinin lağvedilmesi… Bunlar, Ekim devrimini gerçekleştiren kadronun “kadın sorunu”nu “işçi kadınların sorunları” ya da “kadınların üretime çekilmesi”yle sınırlı tutmadıklarının, “kadınların kurtuluşu” konusunda kendi çağlarına göre (yeryüzünün geri kalan ülkelerinin ancak 4-5’inde kadınların oy hakkına sahip olabildiği10 XX. yüzyıl başlarından söz ediyoruz!) son derece kapsamlı ve radikal fikirlere sahip olduklarının ve kararlılıklarının kanıtıdır…

Lenin, kadınların köleliğinin onları domestik alana mahkûm kılan ataerkiden kaynaklandığının bilincindedir. Dahası, bu durumun ne denli cesaretli ve radikal olursa olsun, yeni yasalar çıkartmakla çözümlenmeyeceğinin de:

Kadını kurtaran bütün kanunlara rağmen, kadın yine ev kölesi olmaya devam eder, çünkü önemsiz evişi onu ezer, boğar, aptallaştırır, alçaltır, onu mutfağa ve çocuğun odasına zincirler ve kadın, emeğini barbarca, üretici olmayan, küçük, sinir bozucu, aptallaştırıcı ve nahoş işlere harcar. Bu küçük ev bakıcılığına karşı geniş bir mücadele başladığında (…) ya da daha doğrusu, bu küçük ev bakıcılığının geniş ölçekli sosyalist ekonomiye tamamen aktarılmasıyla birlikte kadınların gerçek kurtuluşu, gerçek komünizm başlayacaktır.

Teoride her komünistin kesin olarak kabul ettiği bu soruna, pratikte yeterli biçimde önem veriyor muyuz? Tabii ki hayır. (…) Yemek temin eden genel kuruluşlar, çocuk yuvaları, anamektepleri, işte bunlar; kadınları gerçekten kurtaracak, sosyal üretim ve genel yaşam içindeki rollerinin erkeklere olan farkını azaltacak ve yıkacak olan, görkemli, tumturaklı ve resmî hiçbir şeyi ihtiva etmeyen bu filizlerin basit, günlük araçlarının örnekleridir. Bu araçlar yeni değildir, bunlar (…) büyük ölçekli kapitalizm tarafından yaratıldı. Ama kapitalizmde bu araçlar, birinci olarak ender bir şeydir ve ikinci olarak da (…) ya spekülasyonun, vurgunculuğun, dolandırıcılığın ve sahtekârlığın bütün en kötü özellikleriyle ticarî şirketler ya da (…) ‘burjuva hayırseverliğinin cambazlığı’ olarak kalırlar.” (ss. 88-89).

“Kadın sorunu”nun salt kadınların üretime çekilmesiyle değil (bu, kapitalizmin zaten gerçekleştirdiği bir şeydir), kadınların domestik kölelikten kurtularak yaşamın tüm alanlarına özgürce ve eşit koşullarda katılmasından geçtiği, yalnızca Lenin değil, onunla birlikte Sovyet devrimine katılan çok sayıda komünist kadın için de ilkeseldir. Üç örnekle yetinelim…

İlk örneğimiz, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin Marksist sol kanadı önderlerinden, Lenin’le yakın bir dostluğu olan Clara Zetkin’den olsun:

(Kapitalist toplumda -b.n.) Kadınlar üretici faaliyetleriyle aile içinden nasıl dışarıya fırlatıldıysa, düşünceleri ve duygularıyla da evin dar ve sınırlı çemberinden koparılmalı, aileden çıkarılıp insanlığın içerisine aşılanmalıdırlar. Kadın artık ev ocağının arkasında daha fazla saklanmamalı; toplumun içerisinde yaşamalı; tekyanlı, dar yürekli derin egoist aile sevgisinin yerini, henüz kadında az olan dayanışma duygusu almalıdır.

Kadının üretici güç olarak oynadığı rolün iktisadî önemine, onun siyasî ve sosyal hakları da artık nihayet denk düşmelidir. (…)

Kadın cinsinin kamu yaşamına katılmasının önünde şimdiye kadar duran şey, erkeğin rahatına düşkünlüğü ve egoizmi olduğu kadar, kadının kayıtsızlığıydı da. Fakat olguların zorlayıcı mantığı, kadını ekonomik, toplumsal-politik sorunlarla sürekli teması sonucu, siyasal ve toplumsal haklarını da (…) talep etmeye zorluyor… O toplumsal-politik haklarını elde edecektir, ister erkeğin isteğiyle, ister ona karşı olsun, ve hatta isterse kendi isteğine karşı olsun.11

Çar’ın devrilmesinin ardından Lenin’i Finlandiya’ya getiren Beyaz Tren’deki 25 kişiden biri ve Bolşevik Parti Merkez Komite üyesi Inessa Armand12 ise, 1919’da şöyle yazıyordu: “Aile, domestik yaşam, eğitim ve çocuk yetiştirmenin eski biçimleri ilga edilmedikçe, kölelik ve esareti ortadan kaldırmak mümkün değildir; yeni insanı yaratmak mümkün değildir; sosyalizmi inşa etmek mümkün değildir.”13

Ve Lenin’in çevresinden bir başka gözükara kadın; Ekim devrimi sonrasında devrimci hükümette yer alan ilk kadın, SSCB’nde inşa hâlindeki sosyalizmin “kadının kurtuluşu” veçhesini örme konusunda ısrarlı, yılmaz, uzlaşmaz bir mücadele sürdüren Alexandra Kollontai… Marksizm’in salt bir ekonomik dönüşüm olmadığını, aynı zamanda bireysel psikolojilerde köklü bir dönüşümü gerektirdiğini, gündelik yaşamın baştan aşağıya değiştirilmesi gerektiğini vurgulamaktaydı sürekli. Bu, kadınlar açısından, iç dünyalarında bir dönüşüm demekti: onu erkeğin karşısında bağımsız kılacak, tüm seçimlerini özgür iradesiyle yapmasını sağlayacak bir değişim:

“Kadını fiziksel ve duygusal deneyimiyle ilişkinsiz, bireysel nitelik ve kusurları olan bir kişilik olarak değil de, erkeğin bir eklentisi olarak değerlendirmeye alışkınız. Koca ya da sevgili, bu erkek kendi kişiliğinin ışığını kadına yansıtır ve duygusal ve ahlâksal dokusunun gerçek tanımı saydığımız, kadının kendisi değil, bu yansımadır. Toplumun gözünde bir erkeğin kişiliği daha kolayca cinsel alandaki eylemlerinden ayırt edilebilir. Bu tutum kadınların yüzyıllar boyu toplumda oynayageldiği rolden kaynaklanmaktadır ve ancak şimdilerde bu tutumların yeniden değerlendirilmesi tedricen gerçekleşiyor – en azından kabataslak. Yalnızca kadının ekonomik rolünde bir değişiklik ve üretime bağımsız katılımı bu yanlış ve ikiyüzlü fikirleri zaafa uğratabilecektir.

Cinsel sorunun çözümlenebilmesi için modern ruhu çarpıtan üç temel koşul -aşırı egoizm, evli eşlerin birbirinin sahibi olduğu fikri ve cinsiyetlerin fiziksel ve duygusal deneyim açısından eşitsizliğinin kabulü- ile yüzleşmek gerekiyor. İnsanlar ancak ruhları yeterince ‘empati duygusu’yla yüklendiğinde, sevme yetileri arttığında, kişisel ilişkilerde özgürlük fikri bir olgu hâline geldiğinde ve ‘yoldaşlık’ ilkesi geleneksel eşitsizlik ve maduniyet fikrine galebe çaldığında durumlarından kurtulabilecekleri ‘sihirli anahtar’a kavuşmuş olacaklar. Cinsel sorunlar ruhun bu radikal yeniden eğitimi olmaksızın mümkün değildir. (…)

Ama ruhun ve cinsel ilişkilere yaklaşımımızın radikal yeniden eğitimi o denli olanaksız, o denli gerçeklikten uzak mıdır? Büyük toplumsal ve iktisadî değişimler yaşanırken, sözünü ettiklerimizle uyumlu psikolojik deneyim için yeni bir temel gerektiren ve onu yükselten koşulların da yaratılmakta olduğu söylenemez mi? Yeni bir sınıf, yeni bir toplumsal grup, burjuva ideolojisi ve bireysel cinsel ahlâk koduyla burjuvazinin yerini almak üzere geliyor. İlerici sınıf, güçlendikçe cinsiyetler arası ilişkiler konusunda, toplumsal sınıfının sorunlarıyla yakın bir bağlantı içerisinde biçimlenen yeni fikirler ortaya koymaktan geri durmayacaktır.”14

Evet, Ekim devrimi, ilk yıllarında kadınlar açısından tarihin belki de en radikal söylem ve pratiklerine ebelik yaptı…

Peki, “kadınların kurtuluşu”nu gerçekleştirdi mi?

Ne yazık ki bu soruya tereddütsüz bir “evet” yanıtı vermek mümkün değil.

SOSYALİZM DENEYİMİ VE KADINLAR

“Sosyalizmi kurtarmak” adına ortaya çıkıp da SSCB’nde sosyalizmin (ve de bizatihî SSCB’nin) likidasyonu misyonunu gerçekleştiren, “glasnost” (açılım) ve “perestoika” (yeniden yapılanma) kavramlarının mucidi Mikhail Gorbachov, 1987’de yayınlanan ünlü kitabı Perestoika’da, Sovyet kadınları konusunda şunları yazmaktaydı:

Kadınların özgürleşme ölçüsü, genellikle bir toplumun siyasal ve toplumsal düzeyinin ölçütü olarak görülür. Sovyet devleti, Çarlık Rusyası’na özgü kadınlara karşı ayırımcılığa kararlı ve uzlaşmasız bir tarzda son verdi. Kadınlar, hukuksal güvence altında erkeklerle eşit toplumsal statüye kavuştular. Sovyet hükümetinin kadınlara sağladıklarından gurur duyuyoruz: erkekle aynı çalışma hakkı, eşit ücret, sosyal güvenlik. Kadınlar eğitim görmek, meslek sahibi olmak, toplumsal ve siyasal faaliyetlere katılmak konusunda her türlü fırsata kavuştular. Kadınların katkısı ve özgeci çalışması olmasaydı ne yeni bir toplum inşa edebilir ne de faşizme karşı savaşı kazanabilirdik.

Ancak zorlu ve destansı tarihimizin yılları boyunca kadınların annelik ve yuva-yapıcılık rollerinden kaynaklanan özgül hak ve gereksinimlerini ve çocuklara yönelik vazgeçilmez eğitsel işlevlerini göz ardı ettik. Bilimsel çalışmalarda yoğunlaşan, inşaatlarda, üretimde ve hizmetlerde çalışan, yaratıcı faaliyetlere girişen kadınların artık evdeki gündelik görevlerini -ev işleri, çocukların yetiştirilmesi, güzel bir aile atmosferinin yaratılması- yerine getirecek zamanları yok. Çocukların ve gençlerin davranışlarındaki, ahlâkımız, kültürümüz ve üretimdeki- pek çok sorunumuzun kısmen aile bağlarının zaafa uğraması ve aile sorumlulukları karşısındaki gevşek tavırlardan kaynaklandığını keşfettik. (…) Kadınların salt kadınlık görevlerine geri dönmesi için neler yapılabileceği konusunda basında, kamu kuruluşlarında, işte ve evde hararetli tartışmalar yürütmemizin nedeni bu.”15

Kadınların kitlesel ölçekte başta üretim olmak üzere yaşamın tüm alanlarına katılmasına adanmış devasa bir sosyalist girişim için acı bir son.

Aslında Gorbachov’un muradı belliydi; milyonlarca yurttaşını kaybettiği bir dünya savaşı, Stalin’in otoriter rejimi, her şeyin merkezden planlandığı, herkesin herkesi denetlediği ağır, atıl bir bürokratik mekanizmanın etkisi altında, Batı’nın basıncına dayanamayan Sovyet ekonomisini, “toplumsal yarar” eksenli bir anlayıştan, “rasyonalite/verimlilik/kârlılık” eksenli bir yaklaşıma kaydırmak. Bir başka deyişle, sosyalist ekonomiyi “kapitalist aşı”yla canlandırmak…

Ancak işletmelerin “verimlilik ve kâr” temelinde yeniden örgütlenmesi, “yeni” düzene ayak uyduramayan, atıl işletmelerin kapatılması, istihdamda küçülme anlamına geliyordu. Yetmiş yıla yakın bir süredir bedensel bir engeli olmayan tüm yurttaşları istihdam edilen bir ülkede, bir anda milyonlarca kişinin işsiz kalması anlamına gelmekteydi bu… Üstelik yetmiş yıllık tarihinde “işsizlik” diye bir olguyu tanımamış, dolayısıyla da bu konuda hiçbir hazırlığı bulunmayan bir ülkede.

Tahmin edilebileceği üzere, kadınlar böylesi bir “şok tedavi”yi absorbe etme yetisi daha yüksek bir toplumsal kesimi oluşturmaktaydı. İki, hatta üç bakımdan: Öncelikle, “yuvayı yapan dişi kuşlar” olarak aslî görevlerine, yani domestik alana çekilmeleri, işsizlik şokunu erkeklerin sırtından alarak hafifleten, dolayısıyla da toplumsal sarsıntıyı emen “hava yastığı” görevi görmelerinin önünü açacaktı.İkinci olarak, kadının istihdam alanından çekilmesi, işgücü maliyetlerinde önemli bir düşüş, dolayısıyla da ekonominin “yeniden yapılandırılması”nda önemli bir girdi oluşturacaktı. Öyle ya, kadınların domestik alana çekilmesi demek, işyerlerinin, çoğu niteliksiz ya da az nitelikli işlerde çalışan kadınlar için sağlamak zorunda olduğu kreş, emzirme odası, emzirme saati, gebelik izni, hasta çocuk izni, banyo, servis vb. gibi yükümlülüklerden kurtulması, dolayısıyla da emeğin maliyetini düşürerek rekabet gücünü arttırması demekti.

Ve nihayet, tıpış tıpış yuvalarına dönen “dişi kuşlar”, çocukların, hastaların, yaşlıların bakımı, yemek yapma, temizlik vb. çoğunlukla sübvanse edilen işleri bedelsiz olarak üstlenecek, böylelikle de kamuyu gereksiz bir “yük”ten kurtaracaklardı.

İşin ürkütücü yanı, bu “yeni söylem”in Sovyet kadınları arasında da yaygın bir rağbet bulması, en azından büyük bir tepkiyle karşılanmamasıydı. Daha da ilginci,16 Gorbachov, nihaî olarak kadınları eve geri gönderme yolundaki stratejisini, her düzlemde (işyeri, mahalle, kent, vilayet, bölge, cumhuriyet) kurulmasını teşvik ettiği gönüllü kadın konseyleri, Zhensovety eliyle gerçekleştirmeye çalışmaktaydı.

Sosyalist deneyimin kadınlara kazandırdıkları, sosyalizmin çözülüşü ve blokun dağılışından sonra, işlerini ve geçim temellerini yitirince çareyi yurtlarını terk edip sefalet ücretleri karşılığında çocuk ve yaşlılara bakmak, garsonluk, temizlikçilik yapmak ya da bedenlerini pazarlamak üzere Batı’ya akın etmekte bulan yüzbinlerce mühendis, öğretmen, doktor, hemşire, hukukçu, teknisyen, laborant… kadınla birlikte iyice açığa çıkacaktır. Sosyalizmin likidasyonu, sabit bir işleri, ücretsiz sağlık ve diledikleri düzeyde eğitim görme hakları,17 başlarını sokacak bir konutları olan, çocukları için ücretsiz besin ve giysiler sağlanan, kreş ve yuva hizmetlerini tüm yerleşim ve çalışma birimlerinde düşük ücretlerle sağlayabilen… kadınlar için apansız bir biçimde tüm tüketim gereksinimlerinin ve hizmetlerin fiyatlarının ateş pahasına fırladığı, kitlesel olarak işten atıldıkları, sosyal destek ve sübvansiyonların kesildiği, kiraların birden bire katlandığı bir cehennemde bulmak anlamına gelmişti kendilerini. Kapitalizmin hiç de TV ekranlarından izledikleri gibi çekici olmadığını, çok kısa sürede, çok büyük bir düşkırıklığı içerisinde keşfedeceklerdi.

Bu, işin bir yanı.

Ancak, sorunu “kapitalizmin cazibesine kapılarak ellerindeki bulgurdan olan” aldatılmışların öyküsü olarak sunmak, yanıltıcı olacaktır.

Yaşanılan sosyalist deneyim, elbette kadınlara önemli kazanımlar sağlamıştı. Örneğin, SSCB’nde kadınlar işgücünün en eğitimli kesimini oluşturmaktaydı. Yüksek ya da uzman eğitimli uzmanların yüzde 60’ı, öğretmenlerin yüzde 75’i, doktorların yüzde 69’u, ziraatçi, mühendis ve teknisyenlerin yarısı, iktisatçıların yüzde 66’sı, yargıçların yüzde 40’ı kadındı. Kamusal yaşama katılım konusunda önlerinde hiçbir engel yok gibi gözüküyordu…

Amma…

Evet, işin bir de ama’sı var.

Örneğin SSCB (ve diğer sosyalist ülkeler) kadın emeği ile erkek emeği arasındaki ücretlendirme farklılığını giderebilmiş değildi. Örneğin, kadınların büyük çoğunluğunu oluşturduğu eğitim ve tıp alanındaki ücretler, vasıflı mavi yakalılara göre daha düşüktü. Örneğin, kadınların ancak yüzde 28 oranda temsil edildiği inşaat sektöründe aylık ücretler 1983’te 236.6 rubleyi buluyorken kamu sağlığında (yüzde 84’ü kadın) ücret ortalaması 132.8 rubleyi geçmiyordu. Kadınların yoğun olduğu sınaî sektörler (gıda ve tekstil) en düşük ücretli iş kollarıydı…18

Siyasal katılımın tüm basamakları, kuramsal olarak Sovyet (ve diğer sosyalist ülkelerin) kadınlarına tümüyle açıktı. Ancak, tüm diğer ülkelerde olduğu üzere, yönetim kademelerinde yukarıya doğru tırmandıkça, kadınların sayısı ve oranı hızla düşmekteydi. George St. George (s. 229) Kadınların Komünist Parti ve Sovyetler’deki temsilinin hiçbir zaman yüzde 30’u geçmediğini kaydeder. 1984’te Yüksek Sovyet’teki kadın vekillerin oranı, yüzde 33’dü örneğin. Buna karşılık bölgesel Sovyetler’deki kadınların oranı yüzde 49’u buluyordu.19 Ve 1988’de Komünist Parti üyelerinden yüzde 29.3’ü kadın iken, Merkez Komite’de kadınların oranı yüzde 4.2’yi geçmiyordu…20 “Her vasıfsız işçiye, her aşçıya devleti yönetmeyi öğretmenin gereği”nden söz eden Lenin’in düşlediğinden çok daha geride, değil mi?

George St. George (s. 229), Sovyetler Birliği’nde kadınların siyaset karşısındaki bu tereddüdünü açıklamaya çabalarken, harika bir safdillikle önemli saptamalarda bulunur.

“Bu durumun açıklaması, Sovyetler Birliği’nde siyasal faaliyetin çok zaman alıcı olmasına karşın, profesyonel ve ücrete tabi olmayışında yatmaktadır. Kişinin olağan işinin üzerine fazladan bir nagruzka’yı (“yük”) temsil eder. Salt Komünist parti üyeliği dahi her hafta birkaç saati bu işe ayırmayı gerektirmektedir.

Doğum, çocuk bakımı ve ev işleri için gereken zaman hesap edildiğinde, ortalama bir Sovyet kadınının erkeğe göre siyasete ayıracak çok daha az boş zamanı vardır. Ve pek çok kadın, siyaseti erkeklere terk edip boş zamanlarını evlerine ve ailelerine ayırmaktan çok mutluluk duymaktadırlar.

Evet, sorun tam da budur; gerek Sovyetler Birliği, gerekse diğer sosyalist ülkelerde ev işleri büyük ölçüde kadınların sırtındadır. SSCB’nde büyük bölümünü kadınların gerçekleştirdiği ev işlerinde yılda 275 milyar saat (ulusal ekonomide gerçekleştirilen ücretli işin yüzde doksan kadarı) harcanmaktaydı. Kadınların ev işlerine ayırdığı süre, erkeklerin 2-2.5 katı kadardı (sırasıyla haftada 28 ve 12 saat). Bir başka deyişle, ortalama bir Sovyet erkeği, karısına göre yüzde 50 oranında daha fazla boş zamana sahipti. Moscow News’ta yayınlanan bir araştırma, bir kadının dört kişilik bir aile için yılda 2.4 ton yiyecek aldığı ve ev işi yaparken günde ortalama 12-13 kilometre yürüdüğünü açığa çıkartıyordu. Pravda’da yayınlanan bir başka araştırmaya göre ise, kadınlar alışverişte (çoğunlukla kıt bulunan malları aramak, kuyrukta beklemek…) 37 milyon saat geçirdiğini ortaya koymuştu…21 Evet, Sovyet kadınları iş çıkışı alışverişi yapıp çocukları kreş, yuva ya da okuldan alıp eve koşup yemek pişirip bulaşık yıkamak, hafta sonu tatillerini ise genel temizlik, söküklerin onarımı, çocuklarla zaman geçirmek gibi “barbarca, üretici olmayan, küçük, sinir bozucu, aptallaştırıcı ve nahoş işlere” ayırmak durumundaydı. Hizmetlerin yetersizliği, kadınların sırtındaki yükü katmerlendiriyordu…

Bir yerlerde bir şey yanlış gitmişti!

Çoğunluk, bu “yanlışlığı” “aile”nin toplumun temel birimi olarak yeniden yüceltildiği, püritanizmin topluma pompalandığı, kürtajın kısıtlanıp doğurganlığın teşvik edildiği, on ya da daha fazla çocuk doğuran kadınlara “Kahraman Ana”lık madalyalarının dağıtıldığı Stalin dönemine atfeder.

Bu kısmen doğrudur. Ama ancak kısmen… Çünkü tüm bu önlemler, İç Savaş ve II. Paylaşım Savaşı’ndan milyonlarca genç erkeğini yitirerek çıkmış, tarumar durumdaki bir ülke için nihayetinde anlaşılabilir gelişmelerdir. Kadınlarla erkeklere hem kamusal, hem de domestik alanda eşit sorumluluk vererek ve demografik dengeler yeniden kurulur kurulmaz, başlangıçtaki ilkelere geri dönmek şartıyla…

Ancak öyle görülüyor ki SSCB’nde olan bu değildir. İç Savaş ve İkinci Paylaşım Savaşı’nın yıkım mirası, bu yıkım telafi edildikten, ülke ayağa kalktıktan, demografik denge yeniden kurulduktan sonra da, bir “üretim kültü” olarak süregitmişe benzemektedir. Sosyalizm, Marx’ın deyişiyle “herkesten yeteneğine, herkesin ihtiyacına göre” ilkesinde ifade edilenden çok farklı bir tarzda yorumlanır olmuştu; hiç kuşku yok ki yine Marx’ın “Hiç kimsenin münhasıran tek bir faaliyet alanına sahip olmadığı, ama herkesin dilediği alanda kendini geliştirebileceği komünist toplumda genel üretimi toplum düzenler ve benim bir gün bir şeyi, ertesi gün ise başka bir şeyi yapmamı, avcı, balıkçı, çoban ya da eleştirmen olmaksızın sabahleyin avlanmamı, öğleden sonra balık tutmamı, akşam sığır gütmemi, yemekten sonra eleştiri yapmamı olanaklı kılar…”22 şeklindeki betimlemesinden de çok farklı bir şey olarak tanımlanmaya başlamıştı.

Doğrudur, SSCB, 50 yılda son derece geri, okuryazarlık oranlarının son derece düşük olduğu, statik bir tarım toplumundan, bilim ve teknoloji açısından ileri, dünyanın ikinci güçlü sınaî ülkesine dönüşmeyi başarmıştı – çok yıpratıcı bir iç savaş ve ülkeyi harabeye çeviren bir dünya savaşının sahnesi olmasına karşın. Öyle ki, iç savaştan yeni çıkmış, milyonlarca erkek yurttaşını yitirmiş ülkede, tüketime yönelik sanayiden vazgeçerek tümüyle ağır sanayiye yönelen Birinci Beş Yıllık Plan ilan edildiğinde (1928) tüm yabancı uzmanlar tarafından alayla karşılanmıştı – makine yoktu, araç-gereç yoktu, hammadde kıttı, en önemlisi, ülke vasıflı işgücünü yitirmişti. Planın öngörüleri nasıl gerçekleşecekti?

Ama genç sosyalist cumhuriyet, başardı. Üstelik öngörülenden daha kısa bir süre içerisinde, Plan’ın dördüncü yılında 1500 ağır sınaî kompleks üretime başlamış, sınaî üretim 1913’dekine (Çarlık Rusyası’nın son barışçıl yılı) göre yüzde 253 oranında artmıştı. Gayrısafî millî gelirdeki yıllık artış oranı yüzde 19’u geçiyordu…

Ve bu durum büyük ölçüde, inanılmaz koşullarda, alet-edevatsız, çoğunlukla çıplak elleriyle, yarı aç, günde 15-16 saat çalışan, geceleri ise kendilerini geliştirmek için okuyan genç kadınların eseriydi…

Benzer bir durum, İkinci Beş yıllık Plan için de söz konusuydu. Üretim 1928’deki düzeyinden 5.5 kat fazla artacaktı, 1937’ye gelindiğinde 4500 yeni sınaî kompleks üretime başlamış, GSH’daki yıllık artış oranı yüzde 17.1’i bulmuştu. George St. George (s.51) ABD’nin bu boyuttaki büyümeyi 40 yılda (1890-1929) sağladığını kaydetmektedir.

1939’da seferberlik ilanının ardından hafta sonu tatili kaldırıldı. SSCB’nin tüm üretimi, askerî malzemeye yöneltildi. Naziler 22 Haziran 1941’de SSCB’ne saldırdı ve Nazi orduları, ülke nüfusunun yüzde 40’ının yaşadığı, sanayi potansiyelinin yüzde 60, tarımsal üretiminin ise yüzde 70’ini karşılayan toprakları istila ve tarumar ettiler – o yıl sona ermeden püskürtülmek üzere. Savaşın birinci yılının sonuna erişildiğinde, Sovyetler Birliği, Avrupa’da Nazi kontrolündeki tüm sanayi kollarından daha fazla üretim yapmaktaydı…

Savaş, SSCB için geride çoğu erkek 20 milyon ölü, milyonlarca engelli, tarumar olmuş 1000 kent ve 65 000 köy, yerle bir edilmiş fabrikalar, yıkılmış baraj ve kanallar, yağmalanmış milyonlarca dönüm toprak bırakarak nihayet sona erdiğinde, ülkeyi ayağa kaldırma görevi, yine kadınlar tarafından omuzlanacaktı. Üstelik bu kez, yükleri ikiliydi; enkazı üzerinde SSCB’ni yeniden inşa etmek ve savaşın doğurduğu nüfus açığını kapatmak…

Toplumlar tarihlerinin esiridirler… Bu yıkımlar tarihi, Sovyet insanına kendini sınırsız bir özveriyle sosyalist anavatana ve her ne pahasına olursa olsun üretimi, ağır sınaî üretimi arttırmaya adamış bir değerler sistemini miras bıraktı. Öyle ki, savaşın üzerinden onlarca yıl geçtikten ve hasarlar çoktan giderildikten sonra, ülke ayakları üzerinde dikelip bir “süper güç” olarak ABD’nle yarışı sürdürmeye koyulduğunda dahi Sovyet Anayasası’nın 12. maddesi: “SSCB’nde çalışmak, ‘Çalışmayan yiyemez’ ilkesi doğrultusunda, çalışmaya yetili her yurttaş için bir zorunluluk ve bir onur konusudur,” demektedir.

Sanırım sıkıntı buradan kaynaklanmaktadır: SSCB yönetimi, ülke ayağa kalktıktan ve dünya koşulları göreli barışçı bir savaş-sonrası düzene geçtikten sonra da, kapitalizmin üretebildiğinden farklı, insanı merkeze yerleştiren, doğayla uyumlu, alternatif, komünist bir yaşam tarzı, kapitalist moderniteden kopan bir uygarlık kavrayışı arayışına girecek yerde, yurttaşlarının enerjisini -ve tabii büyük ölçüde kadınların emeğini- kapitalist sistemle rekabete kanalize etti… Stalin’in ardından Kruşçov ve Brejnev’in yönetimindeki kadrolar, her yıl rekordan rekora koşan yıllık sınaî üretim verileri, baş döndürücü bir makineleşme hızı, sınır tanımayan bir teknolojik yarış, kapitalist sistemle uzaya taşınan amansız bir rekabet, kısacası “bilimsel-teknolojik devrim” adıyla kutsanan bir teknoloji fetişizmi içinde sosyalizmin kurucularının düşlerinden giderek uzaklaşırken… tüm bu gelişimleri omuzlayan, ve onlar arasında sıkışıp kalan sıradan insanların, emekçilerin özlemlerine de yabancılaştı.

Kadınlar açısından bu uzaklaşmanın sonucu, yaşamlarını öznesi belirsiz bir “sosyalist kalkınma/modernleşme” idealine adanmış, özgür ve üretken otomatlar olarak sürdürme zorunluluğu olmuştu.

Frenleri patlamış bir sanayileşme güdüsü ve sosyalist anavatanın kalkınması idealiyle hipnotize olmuş bu gidişatın bir getirisi de, cinsiyetler arası işbölümünün sorgusuz kabulüydü… Sovyet kadınları, üretimin her alanında kısıtsız kayıtsız görev almaya teşvik edilirken, domestik alandaki geleneksel işbölümüne yönelik ilk devrimci yıllardaki itirazlar, savaşın dramatik bir biçimde bozduğu demografik dengenin yeniden tesisi konusundaki çabalar arasında yitip gitmişti…23 Sovyet kadını bundan sonra iki zorlu görevi birden gerçekleştirmekle yükümlenecekti: sosyalist anavatanın üretimini arttırma çabalarına omuz vermek ev içi hizmetleri, çocukların yetiştirilmesini üstlenmek…

* * *

Ekim Devrimi’nin Sovyetler Birliği’nin 97. ve SSCB’nin likidasyonunun 23. yılında, tüm bu olan bitenler nasıl değerlendirilmeli?

Ben bu süreçlere “yaşasın” ya da “kahrolsun”cu bir toptancılıkla yaklaşmanın yanlış olduğunu düşünenlerdenim. Sosyalizmin birinci büyük dalgasının deneyimlerini topyekûn mahkûm eden post- öntakılı arayışların, yaşanan sosyalizmin tasfiyesiyle dizginlerinden boşanan vahşi kapitalizmin tarumar ettiği, emeğin varlık alanını ve haklarını sürekli olarak daralttığı bir dünyada onulmaz bir aymazlık olarak görüyorum. Sosyalist deneyimler dizisini, birbiriyle kan davalı, uzlaşmaz bir episodlar alternasyonu olarak ele almaktansa, her bir evrenin kendisinden önceki deneyimlerin getiri ve hatalarından ders çıkaran süregen bir inşa olarak görmenin sosyalistlere daha verimli bir düşün ve eylem arkaplanı sağlayacağı kanısındayım.

Bu yaklaşımı SSCB’nde yaşanan sosyalizmin kadınlar açısından getirilerine tercüme ettiğimizde, bu deneyimin kadınları başta üretim olmak üzere kamusal ve toplumsal yaşama sınırsız bir tarzda katma konusundaki pratiğine ve başta çocukların yetiştirilmesi olmak üzere ev işlerinin sosyalleştirilmesi konusundaki kuramsal yönelişine sahip çıkmamız gerektiğini düşünüyorum.

Ancak bu kadarının “kadınların kurtuluşu” için yeterli olmadığını bu deneyim ortaya koymuştur. Sosyalizmin “kadınların kurtuluşu” perspektifinin, kapitalizmin meydana getirilebildiğinden radikal bir biçimde farklı bir yaşam tarzı ve uygarlık anlayışı ve cinsiyetler arasındaki işbölümüne yönelik köklü bir itiraz geliştirmediği ve bunu içselleştirmediği takdirde tamamlanamayacağını en iyi Sovyet deneyimi ortaya koymaktadır.

Bu ise, ancak bağımsız ve kitlesel bir kadın hareketi aracılığıyla sağlanabilir. o

16 Kasım 2014, Ankara.1

 

 

Dipnotları:

1 29 Kasım 2014 tarihinde Kaldıraç’ın Ankara’da ‘Ekim

Devrimi’nin Yıldönümünde Sosyalizmin Güncelliği Sempozyum’una sunulan tebliğ…

2  V. İ. Lenin.

3  Akt. George St. George, Our Soviet Sister, Tobert Hale &

Co. Londra, 1973, s.23.

1 29 Kasım 2014 tarihinde Kaldıraç’ın Ankara’da ‘Ekim

Devrimi’nin Yıldönümünde Sosyalizmin Güncelliği Sempozyum’una sunulan tebliğ…

2  V. İ. Lenin.

3  Akt. George St. George, Our Soviet Sister, Tobert Hale &

Co. Londra, 1973, s.23.

4  Devrim öncesi Rus toplumu ve devrimin kadınların özgür-

lüğü alanındaki ilk hamleleri için bkz. George St. George, Our Soviet Sister, Tobert Hale & Co. Londra, 1973, ss.17-42.

5  George St. George, s.30. Lenin’in Clara Zetkin’le söyleşi-

sinde sözünü ettiği, o çok eleştirilen “bir bardak su” teorisi itirazının böyle bir bağlama yerleştiğini unutmamak gerek: “Gençlerin cinsiyet sorununa karşı değişik tutumları, tabii ki çok “önemli”dir ve teoriye dayanır, diyordu Lenin bu söyleşide. “Birçok kişi bu tutuma ‘devrimci’ ya da ‘komünist’ der. (…) Ben yaşlı bir adamım ve bunu sevmiyorum. Belki de huysuz bir sofuyum, ama genç insanların -ve çoğunlukla ergin insanların da- bu ‘yeni seks hayatı’ dediği şey bana açıkça burjuva gibi görünmesinden başka, eski burjuva umumhanelerinin yayılması gibi geliyor. Bütün bunların, biz komünistlerin anladığı serbest aşkla hiçbir şekilde ilgisi yoktur. Komünist toplumda, cinsel arzunun tatmin edilmesinin ve aşk yapmak arzusunun, ‘bir bardak su içmek’ kadar basit ve önemsiz olduğu hakkındaki meşhur teoriyi şüphesiz ki duymuşsundur. Bu ‘bir bardak su teorisi’ üzerinde gençliğimizin bir kısmı aklını kaçırmış, hem de tamamen aklını kaçırmış. (…) Meşhur ‘bir bardak su’ teorisini anti-Marksist, ve bundan da öte anti-sosyal olarak kabul ediyorum. (…) Cinsler arasındaki ilişkiler, ekonomi ile psikolojik inceleme için özellikle seçilmiş fiziksel bir istek arasındaki karşılıklı bir etkinin basit olarak ifadesi değildir. Bu ilişkilerdeki değişikliği, bir bütün olarak ideoloji ile olan bağından tecrit ederek, doğrudan toplumun ekonomik temeline bağlamaya niyet etmek, Marksizm değil, rasyonalizm olur. Şüphesiz ki aşırı arzu tatmin edilmelidir, Ama normal bir insan, hendeğe yatıp kirli sudan içer mi? Ya da kenarı bir yığın dudak tarafından yağlanmış bir bardaktan?…” (V. İ. Lenin, Kadınların Kurtuluşu, Günce Yay., İstanbul, 1975, s.137-38).

6  V. İ. Lenin, Kadınların Kurtuluşu, Günce Yay., İstanbul,

1975, s.87-88.

7  V. İ. Lenin, Kadınların Kurtuluşu, Günce Yay., İstanbul,

1975, s.22.

8  V. İ. Lenin, Kadınların Kurtuluşu, Günce Yay., İstanbul,

1975, s.26.

9  Nisan-Mayıs 1917’de kaleme alınan düzenlemeler. (V. İ.

Lenin, Kadınların Kurtuluşu, Günce Yay., İstanbul, 1975, ss.66-72)

10  Kadınlara oy hakkının tanınması: Yeni Zelanda (1893),

Avustralya (1902), Finlandiya (1906), Norveç (1913), SSCB (1917), ABD (1920), İngiltere (1918 ve 1928), İspanya (1931), Türkiye (1934), Fransa (1944), Belçika, İtalya, Yugoslavya (1946); İsviçre (1971), Kuveyt (2005)…

11  Clara Zetkin, Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar, İnter

Yay., İstanbul 1988, ss.28-29.

12  Lenin ile bir ilişki yaşayan Inessa, ne yazık ki Lenin’in

ölümünden sonra, ağır bir sansüre uğramış ve pek az yazısı gün yüzünü bulabilmiştir. Hakkındaki birinci elden temel kaynak, büyük ölçüde Lenin’in kendisine yazdığı mektuplardır. Bu mektuplarda Lenin, Armand’ın “fazlaca özgür” bulduğu aşk üzerine düşüncelerine itiraz etmektedir. Inessa’nın Lenin’e mektupları ise, yayınlanmış değildir. Armand konusunda bibliyografik bir çalışma için bkz. R. C. Elwood, Inessa Armand, Revolutionary and Feminist, Cambridge University Press, 1992.

13  http://www.counterfire.org/articles/77-revolutionaries/-

3906-inessa-armand-portrait-of-a-revolutionary

14  Alexandra Kollontai, “Sexual Relations and the Class

Struggle”, (1921) Alexandra Kollontai, Selected Writings, Allison & Busby, 1977.

15  “Documents: Mikhail Gorbachev on Women and the Fa-

mily”, Population and Development Review, Vol. 13, No. 4 (Dec., 1987), s.758.

16  İki Kanadalı feminist, Ester Reiter ve Meg Luxton (“Ove-

remancipation? Liberation?: Soviet Women in the Gorbachev Period”, Studies in Political Economy, 34:53-73, Bahar 1991) Gorbachov dönemi SSCB kadınları arasında yaptıkları araştırmada, kadınların “aşırı özgürleşme”den yorgun düştükleri, daha az hakka sahip, daha az güçlü ve daha fazla “kadınsı” olmak istediklerine ilişkin gözlemlerini (biraz da şaşkınlıkla) aktarmaktadır.

17  SSCB’nin 1977 tarihli anayasasının 35. Maddesi, kadın-

lara eğitim ve meslekî eğitime erişimde erkeklerle eşitlik, istihdam, ücretlendirme ve terfide eşit fırsatları güvence altına almaktaydı. Aynı zamanda toplumsal, siyasal ve kültürel faaliyetlerde eşitlik içerirken, kadınlara yönelik özel  sağlık koruma önlemlerini öngörüyordu.

18  Ester Reiter ve Meg Luxton 1991. Bu durum, SSCB’ne

özgü değildi. Sosyalist Doğu Avrupa, özellikle de Çekoslovakya’da kadının durumu üzerine ayrıntılı bir çalışması olan Hilda Scott (Does Socialism Liberate Women? Experiences from Eastern Europe, Beacon Press, Boston, 1975, s.5) şu bilgileri aktarmaktadır: “1968’de sanayi, perakende ticaret ve kamu hizmetlerinde istihdam edilen işçiler ile teknik ve idarî personelin ücretleri üzerine yapılan bir çalışmada kadınların kazançlarının erkeklere oranla ulusal ölçekte ortalama yüzde 27.9 oranında daha düşük olduğu ortaya çıkmıştır – buna kadınların başat olduğu sektörler de dahildir. İnşaat sektöründe kadınların ücretleri erkeklerin yüzde 48’i kadarken bu oran tekstil sanayinde yüzde 71, sağlık hizmetlerinde ise yüzde 80.4’ü bulmaktadır.”

19  Bkz. Carol Nechemias, “Women’s Participation: From

Lenin to Gorbachev”, Russian Women in Politics and Society, Wilma Rule, Norma C. Noonan (der.), Greenwood Press, 1996, s.21.

20  Carol Nechemias, “Women’s Participation: From Lenin to

Gorbachev”, Russian Women in Politics and Society, Wilma Rule, Norma C. Noonan (der.), Greenwood Press, 1996, s.23.

21  Ester Reiter ve Meg Luxton 1991.

22  Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerba-

ch], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.

23  8 Temmuz 1944’te ilan edilen ve 1970’e dek yürürlükte kalan Evlilik ve Aile Yasası boşanmaları büyük ölçüde zorlaştırmakta, 1926 yasasının kabul ettiği kayıtsız birliktelikleri “gayrımeşru” ilan etmekte, bekâr erkeklere ağır bir vergi dayatmakta, analığı bir yurtseverlik görevi ilan etmekte, savaşın doğurduğu kadın fazlasını doğurmaya teşvik etmek üzere babasız doğan çocukları kısmen, ya da tamamen devlet koruması altına almaktaydı.