Marx’ın geçmiş toplumsal yaşamı, kapitalizmi ve geleceği ortaya koyma çabalarına, Friedrich Engels ‘doğanın diyalektiği’ üzerine yazdığı makaleler ile destek olur. Engels, “Matematik ve doğa bilimlerinde yenilenmeyi yaparken benim için söz konusu olan şey, doğada sayısız değişikliklerin karışıklığı arasından, tarihte yaşanmış olayların görünürdeki olumluluğunu düzenleyen şey hareket yasalarının, insan düşüncesi tarafından gerçekleştirilen evrim tarihinde iletken bir zincir oluşturarak yavaş yavaş düşünen insanların bilinç alanına giren yasaların aynı yasalar olduğu” noktasına dikkat çekmiştir.
Engels, “Amaç doğanın nesnel diyalektiğini ortaya koymak ve böylece doğabilimde bilinçli materyalist diyalektiğin gerekliliğini kanıtlamak; idealizmi, metafiziği, bilinmezciliği ve kaba materyalizmi bilimden söküp atmak, bilimsel gelişmenin belli başlı sonuçlarını, diyalektik materyalizm açısından genelleştirmek ve böylece materyalist diyalektiğin temel yasalarının evrensel niteliğini göstermektir” yaklaşımıyla felsefe ve doğabilim arasındaki ilişki sorunuyla uğraşarak bunların birbirinden ve toplumsal yaşamdan koparılamayacağını göstermiştir.
Diyalektik materyalizmin ve tarihsel materyalizmin insanların toplumsal yaşamlarına dönük olarak ortaya koyduğu gerçekler önümüzü aydınlatmaktadır. İlk insandan günümüze kadar olan yaşamların analizi materyalist bakış açısıyla ‘bilinmezcilik’ anlayışından koparılmıştır. Diyalektik materyalizmin gücüyle Marx kapitalizmi çözümlemiş ve o müthiş “Komünist Manifesto”yu Engels’le birlikte yazarak geleceğe ışık tutmuşlardır. 1917 Ekim Devrimi bu bilgiler ışığında gerçekleşmiştir.
1917 Ekim Devrimi
V. İ. Lenin, Ekim Devrimi sürecindeki önderliğini ve ortaya koyduğu devrim kuramını Marksizm’den hareketle oluşturmuştu. Ekim Devrimi’yle müthiş bir sosyalist gelişme yaşanmış ve 20. yüzyıla damgasını vurmuştur. 70 gün sürmüş olan Paris Komünü deneyimi dışında pratik anlamda bir mirasa sahip olmayan Ekim Devrimi insanlık tarihinde çığır açmıştır. İç savaş koşullarında, büyük saldırılar ve açlık dönemlerinin içinden geçen Ekim Devrimi’nin, ekoloji sorunlarını başat sorun olarak maalesef ele alamadığı görülmüştür. Lenin, milyonlarca yoksul ve aç insanın yaşamlarını iyileştirebilmek için NEP dönemi gibi geri adımlar atmak zorunda kalınan devrim sürecinde, bütün dikkatini sosyalist devrimi zafere götürmek üzerine oluşturmuştur.
Lenin, kendiliğindenciliği kutsayan anlayışlara karşı çıkarken ideolojik, siyasal ve ekonomik mücadelelerde bütünselliği ortaya koydu. Toplumsal ve bu bağlamda tarihsel bütünün çözümlemesine dayanmayı ve tarihsel bütünün somut olarak ele alınmasını proletaryanın kurtuluş yolu olarak belirlemiştir. Lenin’in sınıfsal anlayışı, ittifaklar politikasıyla proletaryanın bağımsız devrimci çizgisinin oluşumuyla birlikte proletarya, yoksul köylülük, yarı proleterler ile emekçi halk ve ezilen halklar zincirini birbirine bağlamıştır. Tarım ve toprak sorunu ile ulusal sorun, devrimin merkezî alanı haline gelmiş ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını devrim ve sosyalizm zemininde ete kemiğe büründürmüştür.
Kapitalizmin sihirli sözcüğü olan ‘üretim artışı’ 1917 sonrasında SSCB’de de önemsenmiş ve üretimi arttıracak ufak tefek gelişmeler dahi coşku ve heyecanla karşılanmıştır. Ekosisteme zarar verebilecek büyük imar planları ile ülke büyük bir şantiyeye dönüşmüştür. Bu adımlarla tarımsal üretimde ve sanayi üretiminde büyük başarılara imza atılırken, bu geçiş döneminde ortaya konan politikalar bir zorunluluk hali olarak değerlendirilmektedir.
2. Dünya Paylaşım Savaşı’nda Sovyetler’in faşizme karşı gösterdiği başarı sürecinde birçok komünist kadronun yaşamını yitirmiş olması bazı zorlukların aşılmasında partiyi sınırlamıştır. Bu süreçlerin ardından gelen Kruşçev dönemiyle birlikte kapitalist üretimle bir yarış süreci başlatılmış ve bu nedenle dünyanın en büyük gölü Aral’ın kuruması dahil birçok ekolojik felaket zinciri SSCB’nin yıkılmasına kadar devam etmiştir. Elbette şu unutulmamalıdır; toplu taşıma, merkezî ısıtma, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin ortadan kaldırılması, tarımın modernize edilerek tarım arazilerindeki mülkiyeti ortadan kaldırıp ortak üretim süreçlerinin örülmesi sosyalist deneyimin bize bıraktığı çok önemli miraslardır.
Doğal yaşam, ‘doğaya egemen olma’ arzusu ile kapitalizm tarafından sınırsız hammadde deposu olarak değerlendirilmektedir. SSCB’de benzer uygulamalarla doğal yaşamın, tamamı insan merkezli olarak düzenlenip kontrol altına alınmasıyla birlikte doğa sömürüsü ortaya çıkmış ve buna bağlı doğal hayatta yıkımlar yaşanmıştır. Böyle bir anlayış ne Marx’ın, ne Engels’in ne de Lenin’in hedefi asla olmadı. Marx, kapitalizmin emek ve doğa sömürüsünü at başı sürdürdüğüne yönelik tespitlerde bulunmuştur. SSCB’de doğa sömürüsünün gündeme geldiği ve emeğin özgürlüğü üzerine politikaların temel alındığı bir süreç yaşanmıştır. Doğa sömürüsüne dönük olarak ‘çevrecilikten’ öteye bir politika üretilememesi ise büyük bir kavrayış eksikliği olarak günümüze kadar taşınmıştır.
Nüfus sorunu!
16 ve 18. yüzyıllar arasında Avrupa’nın birçok ülkesinde nüfus artışına büyük önem verildi. Dönemin mutlak iktidarları (krallıklar) nüfus artışını devletin zenginlik kaynaklarından biri olarak gördü. Nüfus artışının beraberinde zenginliği getirdiği ve bu yolla daha fazla işgücü ve daha kalabalık güçlü ordu anlayışı bu dönemin en önemli özelliğiydi. Kapitalizmle birlikte sanayinin gelişimi sonucu yoğun emeğin yerini makinelerin doldurmaya başlaması ile birlikte işsizlik arttı, yoksulluk ve sefalet daha da yaygınlaştı. Bu sonuçların nüfus fazlalığından ileri geldiği düşünülmeye başlandı.
18. yüzyılın sonunda Thomas Robert Malthus nüfus kuramını geliştirdi. Malthus’a göre, nüfus yiyecek maddeleri üretiminden daha hızla artıyordu. Eğer bu hızlı artış düşürülmezse, dünya bir süre sonra üzerinde yaşayanları besleyemez olacaktı. Karl Marx ise Malthus’u eleştirerek, iyi örgütlenmiş bir toplumda nüfus fazlalığının sorun olmayacağını, işsizlik ve yoksulluğun temel nedeninin kapitalizmin işleyiş biçimi olduğunu ortaya koydu. Marx, işsizler ordusunun varlığının ücretlerin yükselmesine engel olduğunu görmüş ve kapitalistlerin düşük ücretli işçi çalıştırarak daha fazla kâr elde ettiklerine, kapitalizmin yıkılıp sosyalizmin kurulmasıyla birlikte işsizlik sorununun ortadan kalkacağı ve yaratılan değerlerin onu yaratanlara geri dönmesiyle birlikte nüfus sorununun ortadan kalkacağına dikkat çekmiştir.
Ekoloji ve sosyalizm!
Marx’ın ortaya koyduğu anlayışa karşın kapitalizmin üretim süreçlerine benzer süreçler özellikle 1950 sonrası SSCB döneminde büyütüldü; yani nüfus artışı daha fazla üretim ve daha güçlü ordu temelinde ele alındı. Bugün bu nüfusu dünyanın kaldıramayacağı noktasında yine tartışmalar yaşanıyor. Kapitalist üretimde emek sömürüsünde ortaya çıkan artı değeri, sermaye birikiminin yeniden değerlendirme sürecine tekrar sokarken hem doğa sömürüsünü büyütmekte hem de aşırı üretim ve tüketimi toplumlara dayatmaktadır. Bu yolla kendisini sürekli yenileyerek ilerlerken doğal yaşamda geri dönülmez gedikler açmaktadır.
Sosyalizmin yeni paradigmalara ihtiyaç duyduğu öncelikli olarak tartışılmaktadır. Engels, “Doğanın Diyalektiği”nde; “Doğa en küçüğünden en büyüğüne dek, küçük bir kum tanesinden güneşe, canlı en ufak hücreden insana dek, sürekli bir varoluş ve yokoluş, sürekli bir akış, sonsuz hareket ve değişim içindedir” sözleri ile dışsal etkilerden uzak doğanın hareketlerine dikkat çeker. Bugün kapitalist üretimlerin yol açtığı doğadaki olumsuz değişimler geri dönülemez ve kendisini yenileyemez noktadadır. Değişime uğrayan doğa, insanı ve beraberinde birçok canlıyı dışlamaya hazır, yeni ‘doğal’ yapıyı ortaya çıkarmaya hazırlanıyor. Bu yeni ortaya çıkacak ‘doğal yapı’ içinde insanın yer alması ise mümkün görülmüyor.
Küresel ısınma ve buna bağlı iklim krizi can alıcı biçimde büyümeye devam ediyor. İnsan soyunun sona yaklaştığı tartışmaları sürerken kapitalistler, bu bağlamda kötü gidişi önlemek adına attıkları her adımda yeni metalaşma ve birikim süreçleri başlatmaktadırlar. Aşırı kapitalist üretimleri sürdürmek adına yoğun enerjiye ihtiyaç duymaktadırlar. Bu enerjiyi ise gelenekselleşen karbon yakımıyla; yani gaz, petrol ve kömür yakan termik santrallerle karşılamaktadırlar. Bundan uzaklaşmak için alınan kararlar ise hiçbir biçimde uygulanmadığı gibi dünya da küresel ısınmaya yol açan karbonun ticaretini yaparak yeni birikim yolları açmışlardır.
Temiz ve nitelikli tüm sular, enerji ve diğer sanayi üretimlerine bağlanırken insanların en temel ihtiyacı olan içme suyu şişeye hapsedilmiştir. Bu da yetmemiş ve örneğin Türkiye’de sular petrol boru hatları gibi borularla dış ticarete konu edilmiştir. Kıbrıs’a döşenen ve İsrail’e kadar taşınacağı bilinen su, boru hatları ile iletilmektedir. Benzer süreçleri Arap Yarımadası’na kadar uygulamaya sokacakları, yaptıkları planlarda görülmektedir. Sermayenin yeni hedefi enerji üretimlerini maden sahalarına taşımaktır. Bu durumda ihtiyaç duydukları sular da aynı yöntemle taşınır kılınmıştır.
Kentlerin su ihtiyaçları da bu yolla karşılanmaya çalışılmaktadır. Konya Karapınar’a sadece enerji üretecek organize sanayi bölgesi kurulmaktadır. Aynı zamanda Karapınar’da susuzluk nedeniyle dönem dönem çiftçilere su verilmemektedir. Bu koşullarda termik santrallerin kurulması hedeflenen aynı bölgeye su taşımanın dışında bir seçenek yoktur. Bu nedenle Sakarya ve Menderes nehirlerine kadar su boru hattı döşenmesi projelendirilmiş ve çevredeki göl suları da bölgeye bağlanmaya çalışılmaktadır.
Bu gelişmeler sonucunda tarım arazilerinin ve doğal ekosistemlerin yok edileceğini ve değişime uğrayacağını görmek mümkündür. Konya’da en yoğun tarımsal üretim, pancar üretimidir. Hükümetin hazırladığı son yasa taslağında Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ) kotalarının tamamen kaldırılacağı yer almaktadır. Bu durumda pancardan şeker üretiminin devam etme koşulu ortadan kalkmaktadır. Konya Havzası’nı enerji üretim alanı olarak projelendirenler pancardan elde edilen şeker üretiminin sonlanarak Cargill gibi kapitalist tekellerin bu alanda hâkim olmasını sağlamaktadır. GDO vb. tartışmaları bir yana bıraksak dahi bu süreç Türkiye’de tarıma indirilen en büyük darbedir.
Nüfus sorununa geri dönersek; örneğin Türkiye’de yaşayan 78 milyon insanı besleyecek tarımsal üretim olanakları hem uygulanan tarım politikaları hem de susuzluk nedeniyle hızla yok edilirken, tamamen dışa bağımlılık hayata geçirilmektedir. Hükümet ise bu yaşanan süreçlerde her aileye 3-5 çocuk yapma çağrıların nedeninin, çok sayıda işsiz ile emek gücü ücretlerini açlık sınırının altına çekmek ve savaş politikalarında bol miktarda asker ihtiyaçlarını gidermek olduğu görülmektedir.
Tarih bazı noktalarda sanki tekerrür ediyor! Malthus bu dönemde yaşamış olsaydı birçok kesim tarafından desteklenirdi. Oysa Marx’ın ortaya koyduğu gibi sosyalist bir dünyada nüfus ne kadar çoğalırsa çoğalsın açlık asla yaşanmayacaktır; ancak kapitalizm sosyalizmin bu olanağını hızla tüketirken geleceğimizi karartmaktadır. Kapitalizm koşullarında dünya üzerinde açlık, susuzluk ve buna bağlı kitlesel ölümlerin yaşanacağı günlerin arifesindeyiz.
Enerji ve su!
Bugün Türkiye’de sermaye yapıları geleneksel sanayi üretimlerindeki yatırımlarını en aza indirirken neredeyse tamamı enerji üretimleri gibi sektörlere kayıp rantiye bir ekonomik modelini temel alan bir çizgiye geldiler. Emek yoğun işler artık maden ocakları ağırlıklı olarak devam edeceği anlaşılmaktadır. Kömür madeni yataklarının hızla genişletilmesi hedeflenmektedir. En çok işçiye maden sahalarında ihtiyaç duyacakları şimdiden görülebilmektedir.
Türkiye’de 120 bin MW enerji üretim kapasitesi hedeflenirken bugün bu düzey 77 bin MW’a ulaşmıştır. Bu enerjinin yarısı kullanılırken üretimin diğer kapasitesi dış ticarete konu edilecektir. Bugün devletin elindeki enerji üretim merkezleri ya hiç çalıştırılmamakta ya da çok düşük kapasitelerde çalışmaktadır. Sermaye kesimlerine yol açmak amacıyla bu durum uygulanırken AB dahil tüm çevre ülkelerle enerji entegrasyonu sağlanmış ve Enerji Piyasası Kanunu çıkarılarak 3 kez yenilenmiştir.
1000 MW’lık bir termik santralde 1 saat içinde 7 bin metreküp su kullanılıp buharlaştırılmakta ve aynı zamanda kirletilmektedir. 120 bin MW enerji üretimi içinde, 100 Bin MW üretim termik santrallerle (kömür, doğalgaz, petrol, nükleer vb.) gerçekleştirilmesi amacıyla altyapı çalışmalarını hızla tamamlamaktadırlar. Sadece enerji üretiminde 1 saatte 7 milyon metreküp su kirletilerek buharlaştırılacaktır. Bunun dışında Ortadoğu’da yaşanan emperyalist dizaynın temel nedeni olarak düşünmemiz gereken kayagazı ve kayapetrolü üretimleri için bugün kullanıma soktukları su miktarını katlayan bir su varlığına ihtiyaç duyacaklardır.
Ortadoğu’da 20-30 yıllık ekonomik ömrü kaldığı tespitleri yapılan petrol üretiminin yerini bu süreç alacaktır. Dicle ve Fırat nehirleri çevresinde yoğunlaşan paylaşım kavgası bunun en önemli göstergesidir. Türkiye’de Kürdistan ve Trakya topraklarında olduğu söylenen kayagazı ve kayapetrolü sondajları 5 yıldır sürmektedir. Diyarbakır’da Shell firması üretime hazır olmasına karşın su sorununun çözülmemiş olması ve bölgede süren savaş ortamı nedeniyle beklemektedir. Silvan Barajı bu amaçla projelendirilmiş; fakat gerillanın müdahaleleri nedeniyle henüz bitirilememiştir.
Kürdistan’da yaşatılan yıkımın en önemli nedeni Kürt halkını boyunduruk altına alarak bu süreçleri başlatmak istemeleridir ve beklemeye tahammülleri yoktur. Kayagazı üretiminde bir sondaj kuyusuna ortalama 18 kez ve yaklaşık 900 adet adı sanı bilinmeyen kimyasal katılarak çok yüksek basınçla yerin 2 ile 5 bin metre atına su basılır ve karbon kayaçlar bu yolla patlatılır. Oluşan çatlaklardan çıkan gaz ve petrol yukarı alınır. Bir kuyuda tek seferde yaklaşık 18 bin metreküp su yeraltına basılırken bu işlem 15-20 kez aynı kuyuya uygulanır. Bu nedenle bir kuyuya ortalama 300 bin metreküp su pompalanır. Bu su geri kazanılamaz ve yeraltı sularının bulunduğu akiferler kirlenir ve kullanılamaz hale gelir. Binlerce sondaj hedeflenmektedir ve bunun sonucu bölgede yaşamın son bulması olacaktır.
21. yüzyıl devrimlerinin kalıcı olabilmesi proleteryanın önderliğinde mümkün olacak!
Tüm bu gelişmeleri görmek ve buna göre politikalar belirlemek çok önemli, ancak asla yeterli değil. İşçi sınıfına bilincin ancak dışarıdan verileceği bilinmektedir; fakat bu bilinç sermayeye bağlı kölelik yaşamlarını reddeden ve kendi geleceğini kendisinin kurması gerektiği perspektifi artık işçileri örgütlemekte ve ileri işçiler haline getirmekte yeterli olmaktan uzaktır. Emek ile doğa sömürüsünün at başı devam eden süreçlerine dair tüm dünyanın tartıştığı iklim değişiklikleri ve doğal alanların yok edilmesi sorunu üzerine yoğun tartışmalar yaşanmaktadır. Bu tartışmaların işçi sınıfı içine taşınması ve bu gelişmelerden haberdar edilerek bilinçlenmesi bir zorunluluktur. Bu yolla işçinin kapitalizmden mutlak kurtulması gerektiği sonucuna daha hızla varacağı ise bir gerçekliktir.
Kapitalizmin insan yaşamı ve bildiğimiz biçimiyle doğal yaşamın uçurumun kenarından kurtarılmasını sağlayacak ve buna önderlik edebilecek güç yine işçi sınıfı olacaktır. Bugün işçi sınıfına, hayat yeni bir görev daha yüklemiştir. Doğayla uyumlu yaşamayı düstur edinebilecek ve onu bir hammadde deposu olarak sömürmeyi ‘asla’ aklına getirmeyecek ve onunla birlikte var olabileceğini görerek hareket edebilecek olan tek sınıf, işçi sınıfıdır; ancak o, bugün bu bilincin oldukça dışında bir yerde sadece iş ve iş güvencesi ile ücretler sarmalına sıkışmış durumda kafasını kaldırmaktan uzak bir haldedir.
Son söz!
Sosyalist hareketler bu soruna yanıt bulmak zorundadır. Temel politik paradigmalar içine mutlaka ekolojiyi almak ve bu bağlamda politikalar üretmelidir. Bu süreçlerin sadece Türkiye coğrafyasında yaşanmadığı bir gerçektir. Bu bağlamda tüm dünyada yeni enternasyonalist bir örgütlenmeye olan ihtiyaç can yakıcı boyuttadır. Özellikle içinde yaşadığımız Ortadoğu coğrafyasında yürütülecek faaliyetlerde ‘su ve enerji’ üzerinden yaşanan savaşlar ve yokoluşlar görünür kılınarak yeni ittifaklar ve yeni hedefler ortaya konmalıdır. Çevrecilik söyleminden uzaklaşıp doğal yaşamla uyumlu bir geleceği önermek ve bu öneriler bağlamında sosyalizm hedefinde ve devrim sonrası yaşamda nasıl bir üretim ve tüketim modelinin hayata geçirileceğini tartışmak ve yanıtlar vermek artık ertelenemez bir görevdir.
İşçi sınıfı kapitalizmi alt etmeyi hedeflemekten uzak kaldığı sürece, kapitalizm kendisini sürekli yenileyerek var etmeye devam edecektir; ancak doğa sömürüsü sınırsız değildir ve bugün kapitalizm bu sınırın tam da son noktasında durmaktadır. Bu durumu bertaraf edecek ve yeni bir geleceği sağlayacak mücadeleye önderlik edebilecek tek güç işçi sınıfı ve onun örgütlü gücü olacaktır. Bu gerçeği gören bir yerden ekoloji sorunu ele alınmak zorundadır. Ekim Devrimi 20. yüzyıla damgasını vurmuş ve 21. yüzyılda halen tek seçenek olarak yolumuzu aydınlatmaktadır. 21. yüzyıla damgasını vuracak bir devrim tüm dünyayı kasıp kavuracak ve kapitalizmi tarihin kirli sayfalarına gömecek güçte olacaktır. Yeter ki bu hedefe kilitlenelim ve kapitalizmin yarattığı sorunlara çare üreten, önerilerde bulunan değil onu tam da cepheden ve her yönlü mücadele alanında onu hedef haline getiren politikalar bugün tam da ihtiyacımız olandır.
Yusuf Gürsucu