Yeni İçişleri Bakanı, belki de bu ülkede az yaşamıştır. Belki de hafızası zayıftır. 1980’den beri bu ülkede pek çok başbakan, pek çok içişleri bakanı, önce kök kazımaktan söz etmiştir, acımasız olmuştur, sonra da ovada siyaset nutukları atmaya başlamıştır.
Yani, bu devletin tarihi, zaten hep acımasızlık tarihidir. TC devleti, kuruluşundan bu yana, ne katliamlara imza atmıştır, ne işkencelere imza atmıştır, ne tutuklamalar yapmıştır, ne sürgünler, hiçbirisinde acıma duygusu ile hareket etmemiştir ki, bugün sizin acımasız olacağız sözünüzün bir anlamı olsun.
Bugüne kadar zaten hep öyle oldunuz. Demek bunca acımasızlık, bunca vahşet, bunca katliam yetmiyor, bunca hukuksuzluk yetmiyor ve şimdi, sanki her şey normalmiş gibi, artık “acımasız” olacağız diyorsunuz.
Mutlaka şiddetin, hilenin, hukuksuzluğun, savaşın daha vahşi olanına ilişkin bir şeyler yapabilirsiniz. Bu sizden beklenen olur.
Tersine, insanlıktan yana bir adım atsanız, içişleri bakanı olarak göreve başlar başlamaz tehditler savurmak zorunda kalmamış olsanız, belki bu sürpriz olurdu, şaşırtırdı. Belki kalkıp, bunca şiddet, bunca katliam, bunca faili meçhul, bunca utanç duyulacak hukuksuzluk için özür diliyorum deseniz, bir başarı şansınız olurdu.
Ama diğer türlü bir başarı şansınız yoktur.
OHAL uygulamaları, 7 Haziran’da başlayan ve peş peşe gelen darbe sürecinin yeni adımlarıdır. Hepsinde kan ve savaş var.
Aynı zamanda halkları susturmak, Kürtlere karşı savaşta Batı tarafını sessizliğe mahkûm etmek için, büyük bir yalan makinası devreye sokulmuştur. Basın, olduğu gibi Saray’ın emrindedir. Doğan basını da, havuz basını da, CHP’si de, MHP’si de, hepsi bu savaşın halklara yansımalarını örtmek için, gerçekleri örtmek için devrededir.
Savaş ve basın böyle yürür ama, bu arada işin ekonomisi de olmalı. OHAL, açık olarak, yağma ile ilgili yönünü de gösterdi. Kaldıraç’ın Eylül sayısında Varlık Fonu ile ilgili çalışmalar uzunca yer tuttu. Açıklayıcıdır. Aynı anda SADAT ile ilgili haberler de bu yağmanın bir başka yönüdür.
Yani savaşı organize edenler, aynı zamanda manipülasyon için basını esir almıştır, aynı zamanda özel savaş uygulamalarını, Gladio yapılanmalarını açıkça tehdit olarak öne sürmektedir ve bu arada ekonomik olarak yağma planlarını da devreye koymuşlardır.
Yükselen savaş naraları, ekonomik yağmanın, aynı zamanda da ekonomik çıkmazın bir yansımasıdır da.
Bir yılı aşkın zamandır, ülkede, 4 bin kişinin öldüğü hesaplanmaktadır. Bunların içinde siviller, kadın ve çocuklar vb. var. Ölü sayısını tam ortaya koymak da mümkün değil, çünkü devlet ölen asker sayısını tam olarak açıklamıyor. Bu 4 bin kişinin içine, iş cinayetlerinde ölen 1800 kişi, trafik kazalarında ölen 2 binden fazla kişi dahil değildir. Bunları da koyarsak, rakam 8-10 binlere çıkmaktadır. Biz sadece savaş nedeni ile 4 binin üzerinde can kaybı olduğundan söz ediyoruz. Ve hâlâ acımasız olmaktan söz ediyorlar.
Peki tüm bu durum ekonomik alanda nasıl yansıma buluyor.
Ekonomi iyi. Kimin için? Yağmacılar için, ekonomi iyi. Kârlarına kâr katıyorlar, ülkeyi yağmalıyorlar, Mehmet Cengiz’in söylediği gibi, milletin anasını belliyorlar. Artvin’de maden ocağı konusunda halk direnince, OHAL yasaları gereği, tüm eylem ve biraraya toplanmalar yasaklanıyor. Ne kadar kibir dolu, ne kadar korku dolu ve ne kadar çaresizlik kokan bir karardır bu. Bir şirketin, Saray’a bağlı bir şirketin çıkarları için, alınan toplanma ve eylem yasağı, aslında çaresizliğin boyutlarını göstermektedir.
Durum böyle olunca, Cengiz İnşaat için ekonomi iyidir, yolundadır.
Binlerce işçi, iş cinayeti dediğimiz kazalarda ölmektedir ve bu artık normal olmuştur. Diyanet işleri, işyerlerinde aşırı güvenlik önlemi almak allaha karşı çıkmaktır, diye cuma hutbeleri okutmaktadır. Demek ki, ekonomi onlar için de iyidir.
Ekonomi tıkırında dedikleri bu olsa gerek.
Türk Tarih Kurumunu özelleştirmek ne demektir? Kimse, uydurma tarih yazımını üstlenmiş bir kurumu alıp da oradan “tarih” satıp para kazanmak umudu ile Türk Tarih Kurumunu almaz. Ama Türk Tarih Kurumunun mülkleri vardır ve muhtemelen bu mülkler artık şehir içlerinde, rantı yüksek yerlerdedir. Öyle ise, Ağaoğlu tarih kurumunu, Cengiz İnşaat dil kurumunu alırlar ve hayrını görürler demektir. Öyle ise onlar için ekonomi tıkırındadır.
Askerî kışlaların alanlarını, Ağaoğlu almaya çoktan taliptir ve Bilal bu iş için bizzat devrededir. Demek ekonomi onlar için iyidir. Zaten Kuleli’yi başka türlü Araplara satmak da olanaklı olmaz. Selimiye kışlasını unutmayın lütfen, Araplar için çok para eder. Demek bu işleri yapacak olanlar için ekonomi tıkırındadır.
Doğa Koleji, eğitim sektöründedir. TÜRKVEN adlı bir yabancı şirket (yabancı şirket ve adı neden TÜRKVEN diye soracaksınız. Belki de sadece Türkiye’ye yatırım yapan bir yabancı şirkettir. İnanmadınız değil mi, demek ki, araştırmaya değer.) Doğa Kolejlerinin büyük hissedarı idi. %80’i TÜRKVEN’de, %20’sinin ise Fethi Şimşek’e ait olduğu söyleniyordu. Okulu almak için, Bilal’in arkasında olduğu Sancak devreye girdi. Zaten Mektebim Kolejlerini almıştı. Doğa Koleji’ni almak için uğraşıyorlardı ve iş neredeyse bitmişti. Sonra, birden bire, 15 Temmuz öncesi, anlaşma iptal edildi. Ve ardından, TÜRKVEN adlı şirketin Fethullah grubuna ait olduğu söylendi. Bu da 15 Temmuz sonrasına denk geliyor. Birdenbire, okulun kapatılması ihtimali ortaya çıktı ve Metal Yapı adlı bir dış cephe kaplama firması, 330 milyon dolarlık çek ile, hiç peşin ödeme yapmadan Doğa Kolejlerini satın aldı. Hem de hem TURKVEN’deki hisseyi, hem de Fethi Şimşek’teki hisseyi. Şimdi bunlara sorarsanız, ekonomi tıkırındadır. Bu yağma, bu talan ekonomisidir. Din, bu yağma ve talan ekonomisinin bir parçası olarak kullanılmaktadır.
Ekonomik şiddet, aynı siyasal şiddet gibi devreye sokulmuştur. Hem ekonomik zor, hem de ekonomi dışı zor, ucu sivriltilmiş bir terör olarak halklara yönlendirilmiştir. İşçiler ve emekçiler, tümden esir alınmak istenmektedir.
Ülke, baştan aşağıya rant alanına çevrilmiştir ve yağmalanmaktadır.
Eğitim, tümden yok edilmekte, imam hatipleştirme yolu ile, özel okullara yol açılmakta, özel okullar eli ile eğitim büyük bir rant alanı hâline getirilmektedir.
Sağlık alanında aynı yol izlenmektedir. Özel hastahaneler, aracılığı ile büyük bir rant alanı yaratılmaktadır. Sağlık Bakanlığı, tarikatların elinde, ilaç şirketlerinin çıkarlarına dokunmadan, büyük bir rant kapısı ele geçirmiş durumdadır.
Ulaşım ve haberleşme alanları da büyük rant alanı hâline getirilmiştir. Başbakan’dan Cumhurbaşkanı’nın ailesine kadar tümü, bu alanda organize edilmiş yağmanın içindedir.
Buna konut alanını da siz ekleyin.
Tüm ülke rant alanına çevrilmiştir.
Ve buna çevrildiği oranda, vahşileşmiş bir devlet terörü ve devlet eli ile organize edilmiş vahşi bir yalan makinası hâlinde örgütlenmiş burjuva medya, halkı esir almaya çalışmaktadır.
Halkın esir alınmasının yollarından biri, kredilerdir. Temmuz 2016 itibari ile, toplam nakit krediler, 1.9 trilyon TL’ye ulaşmıştır. Ülkenin gayrı safi milli geliri, 780 milyar dolar, yani 2,3 trilyon TL’dir.. Demek ki, nakit krediler toplamı, ülkenin toplam milli gelirinin %80’ini geçmiştir. %80’lik oran, gerçek anlamı ile batmaya yakın bir orandır.
Detaya bakalım.
Bu kredilerin yaklaşık %78’i, şirketlere verilen kredilerdir. En çok kredi alan şirketler, imalat sanayiinde, toptan ve perakende ticarette ve inşaat sektöründe toplanmaktadır. Toplam kurumsal kredilerin %55’i bu üç sektöre gitmektedir.
Acaba, şirketler açısından bakılacak olursa, alınamayan alacakların toplamı nedir? Acaba, dönen çek ve senetler miktarı nasıl değişmektedir? Bu iki sorunun yanıtını, elinde internet olan herkes, küçük bir tarama ile bulabilir kanısındayız.
Bireysel kredi denilen alana bakacak olursak, durum çok daha vahimdir. Toplam 26 milyon 400 bin kişi, bireysel kredi almaktadır. Bu tüm ülke nüfusunun üçte biri demektir. Çocukları bu hesabın dışında tutarsak, yaklaşık olarak %45’i demektir. Bireysel krediler, konut kredileri, taşıt kredileri, kredi kartları ve ihtiyaç kredilerinden oluşmaktadır. Bu kredilerin toplam rakamı, Temmuz 2016 itibarı ile, 420 milyar TL’dir. 26 milyon 400 bin kişi, ortalama olarak, 15 bin 800 TL borca sahiptir. Asgarî ücret üzerinden hesaplanırsa, bu 26 milyon 400 bin kişinin, gelecek 12 ay boyunca alacağı ücretin toplamı demektir. Yani gelecek 12 ayda elde edilecek gelir, bugünden harcanmış demektir.
Konut ve taşıt kredilerinin, konut ve taşıtın ipoteklenmesi yolu ile verildiği biliniyor. Bu durumda, gelecek için bir yatırım yapıldığı varsayılabilir. Konut sektöründe fiyatlarda düşme ya da kredilerin geri ödenmesinde topluca bir aksama meydana gelmediği sürece, bu durum, sürünerek idare etme anlamına gelebilir. Üretilmekte olan, daha doğrusu, büyük bir yağma ile paylaşılmakta olan bu rant, konut fazlasının satılmaması noktasına doğru gelmektedir. Bu satılmama durumu, 2016 yılı içinde, çok farklı fiyatların ortaya çıkmasına yol açmış durumdadır. Yani, konut sektörünü elinde tutanlar, en başta Saray ve çevresi, büyük rantlar elde etmek için, yağmayı sürdürebilmek için, fiyatların düşmesine olanak vermemektedirler. Ama bireysel müteahhitler, sıkıştıkça, ilan edilen fiyatların 3’te birine daireler satmaya başlamıştır bile. Demek ki, burada yolun sonuna gelinmektedir. Her ne kadar, yeni rant alanları, askerî bölgeler, bazı devlet kurumlarının arsaları vb. devreye sokulsa da, durumu değiştirme şansı yüksek değildir. Öte yandan, Araplara daire satma sürecinin de sonuna gelinmişe benzemektedir.
Kaldı ki, sistem için en büyük risk, kredi ile konut almış olanların, kredilerini ödeyemez duruma düşmesi hâlidir. Bu durum, artmakta olan işsizlikle birlikte gündeme gelmektedir. Bunun beraberinde getireceği şey, bankaların bir anda konut zengini olması ve bunun altından kalkabilmek için, konutları, üçte bir fiyatına satmaya yönelmesi demek olacaktır.
Aynı mesele kredi kartları meselesinde de vardır, ihtiyaç kredilerinde de. Bu her iki kredi toplamı, 420 milyarlık bölümün %56’sından fazladır. Kredi kartları veya ihtiyaç kredileri, aslında sıkıntının en açık göstergesidir. Burada bir “yatırım” niyeti de olamaz. Belli ki, geçinme sorunu vardır ve bu nedenle, bir borcu kapatmak için ihtiyaç kredisi alınmaktadır.
İktidar, Saray, bu borçlanma durumunu, kendi iktidarı için bir şans olarak görmektedir. Basının “istikrar” vurgusu, her seçim döneminde ortaya konan bu görüş, aslında bir nevi tehdittir. Zira, ne doların yükselişi durmakta, ne de ekonomi düzelmektedir. Akıl almaz ve irrasyonel bir biçimde borçlanma ekonomisi sürdürülmektedir. Toplam nüfusun yaklaşık %70’i borçlu durumdadır. Yani bir biçimde borç taksidi ödemekte ya da borçlu yaşamaktadır. Günlük hayatı idame ettirebilmek için, banka kredilerine başvuranların oranı da bir hayli yüksektir.
“Faizleri düşürün” baskısı da, daha çok konut sektörünü ayakta tutmak içindir. Dahası, yeri geldiğinde devlet garantileri ve desteği de yağma ekonomisini sürdürmek için devreye sokulmaktadır.
İşte bu yağmayı saklamanın, bu yağmaya karşı gelişen Gezi Direnişi gibi isyanların önlenmesinin en etkili yolu, korku rejimini yaratmaktır. Bu nedenle acımasız olmaktan söz ediliyor.
Bugün, iktidarın, iki temel düşmanı ya da korku kaynağı vardır. Birincisi, devrimci Kürt hareketi, ikincisi ise Gezi Direnişi’nde ortaya çıkan devrimci Anadolu hareketidir. Bu hareketlerden biri, halkla, Kürt halkı ile kenetlenmiş, halk içinde yansımasını bulmuş, kitleselleşmiştir. Ama Anadolu devrimci hareketi, henüz kitleselleşmiş, henüz halk içinde örgütlülüğünü yeterli noktaya getirmiş değildir. Zaten bunu yapabilmiş olsa idik, Gezi de farklı olurdu, Gezi sonrası da.
Bu iki hareketten korkuyor, bu iki hareketin geleceklerini eninde sonunda ellerinden alacağını biliyorlar. Bu nedenle azgın bir saldırganlık ortaya koyuyorlar. Başka türlü bu yağma ekonomisini sürdüremezler, bu rant ekonomisini sürdüremezler.
Mevcut ekonomik tablo, yolun sonunu işaret etmektedir. Bu nedenle, yağmada aceleciler, bir anda, hızla kapacaklarını kapmak, yüklerini yapmak istiyorlar. Tezelden en çok olanı almak istiyorlar. Gelecek korkusu sarmıştır egemenleri.
İşçi ve emekçilerin direniş dışında yolları, örgütlenmek ve kendi güçlerine güvenmek dışında gelecekleri yoktur. İşçi ve emekçiler, Anadolu devriminin yolunda, kendi güçlerini örgütlemek zorundadır.