Bugünlerde, yani şu son bir ayda, ekonomik kriz üzerine “beklenenden” az konuşuluyor. Hatta, seçimlerin uzatılmış olan İstanbul etabı ikinci defa sonuçlanınca ve Saray Rejimi de bunu kabul edince, daha büyük bir yoğunlukla “ekonomi” konuşulmalı diye beklentisi olanlar, bu duruma şaşırıyorlar. Ve öyle anlaşılıyor ki, artık bir işe yaramayan, artık etkisi oldukça azalmış olan Saray medyası, özellikle bu alanı konuşmamak için uğraşıyor.
Kaldı ki, “doğal” etkenler de var, ekonomiyi az konuşturacak. Mesela tarikat hocasının “badeleme” deneylerinin yansımaları gibi, mesela Erdoğan’ın muhalifleri tehdit etmesi gibi, mesela Damat Ferit’in yat maceraları gibi (sahi, ben de merak ediyorum, Binali’nin oğlu ile Erdoğan’ın oğlunun daha yakın teşviki mesaisi beklenirken, Damat ve Binali’nin oğlunun yat pozisyonları, magazin dünyası için ne anlama geliyor?). Bunlara “doğal” etkenler diyoruz, çünkü artık içinde yaşadığımız rejim, yeni türden elitlerimiz için eşi benzeri görülmemiş bir yeni yaşama alanı oluşturdu ve Saray Rejimi dediğimiz şey, toplumun yeni “doğa”sı oldu.
Ama yine de “ekonomi”, her yerde konuşuluyor.
Hele ki, son yat macerasından sonra, dayak yemiş Damat’ın azledilmesi beklenirken, onun yerine, Damat’ın anlaşamadığı Merkez Bankası Başkanı’nın görevden alınması, MB acaba bağımsız mıdır tartışmaları arasında bir sabah erkenden bu görevden almanın yaşanması, “ekonomi” tartışmalarını yeniden gündeme getirdi.
Tartışma, halkın tüm ağırlığı ile hissettiği ekonomik krizin açık bir tartışmasından çok, sanki halkı tartışmanın dışına tutmak için yapılıyor gibidir. Bu nedenle, biz de birkaç noktayı tartışalım diyoruz.
En çok tartışılan konular, döviz, faiz, enflasyondur. Bunları, zaman zaman işsizlik izliyor. İşsizliği de tartışmak istemezlerdi muhtemelen ama ne yaparsın ki, gerçekler kendini eninde sonunda hissettirir. Bu nedenle işsizlik tartışmasını yapmak zorunda kalıyorlar.
Döviz kurlarının artması, TL’nin değer kaybetmesi, bir dönem Saray medyası tarafından, ilginç bir biçimde, “yahu bana ne, dövizi olan düşünsün” gibi tartışıldı. Tamamen aldatıcıdır. Döviz artarken, “dövizi olan düşünmez”, tersine kazanır. Dövizi olmayan ama döviz cinsinden borcu olan düşünceli olur, dense doğrudur. Çünkü diyelim ki 100 bin dolar borcunuz vardı, diyelim ki bu bir yıl önce 300 bin TL borç demekti, ama şimdi 580 bin borç demek. Ama biz işe, halk açısından bakalım. Ülkenin hemen hemen çoğu ürünü ithaldir. Tarladan yetişen domatesin, Ankara’da market rafına gelmesine kadar geçen süredeki masrafların hemen tümü, dövize bağlıdır. Bir kere petrol, enerji dövize bağlıdır ve dövizin artması, sadece ithal edilen ürünlerin değil, tüm ürünlerin fiyatlarını artırır. Bizim ülkemizde durum budur. Yok eğer büyük oranda ülke içinde fabrikalarda ürünler üretilse idi, sanayi ithalata bağlı bir yapıda olmamış olsa idi, döviz artışı bu denli etkili olmazdı.
Geçen yıldan bu yana, fiyatı %50 ve üzerinde artmamış hiçbir şey kalmamıştır.
Dövizin artması, aynı zamanda ülkenin var olan 460 milyar dolar borcunun da artması demektir. Yukarıdaki 100 bin dolar borçlu kişi için yaptığımız hesap türünden bir hesaptır bu. Açık ve net. 460 milyar dolar olan borcun, bir bölümü devletin borcudur, bir bölümü ise büyük şirketlerin borçlarıdır. Diyelim ki, Efes Pilsen, yurtdışından kredi bulmuştur vb. Şimdi, ne devlet, ne de bu şirketler, eski faiz oranları ile borç alamıyorlar. Bunlara borç verenler, faiz oranlarını %3’lerden %15’lere çıkartıyorlar. Çünkü riskleri yüksektir, borç çevrilebilir değildir. Devlet, bu noktada, a- Hazine garantili borçları nedeni ile, b- Kendi borçları nedeni ile, c- Özel büyük şirketlerin kredi bulmaktaki zorlukları nedeni ile, içeride kaynak yaratıp çarkı çevirmek isteyecektir. Bunun için, içerideki tüm olanaklar, tüm vergiler, tüm fonlar, hatta en son MB’nin yedekleri kullanılmaya başlanmıştır. Ve bunlar yetmez. Öyle ise, hem faizi yükseltecek, ki kullanılabilecek kaynak bankalarda olsun, hem de vergileri dehşetli bir biçimde artıracak.
Şirketler, daralan pazar ve ekonomik zorluklar nedeni ile, hemen işçi çıkartmaya başladı, bu devam edecek. Bu yolla önlemler alacaklar. Otomotivde bir işçi kıyımı kapıdadır. Böylece şirketler, maliyetlerini kısıp ayakta kalma yollarını arayacak.
Her iki açıdan da, ister devlet, ister özel sektör açısından iş gelip, işçi ve emekçilerin sırtına binecek yüke dayanacak.
Krizde hiçbir günahı olmayan, kimseden borç almamış olan, döviz ile borçlanmamış olan, Üçüncü Havalimanı gibi projelere karar verip kamu kaynaklarını yağmalamamış olan, vergi kaçırmamış olan işçi ve emekçiler, krizin tüm faturasını ödemeye mahkûm olmaktadır.
Diyelim ki, her şeye %50 ve daha fazla zam gelmiş ise, enflasyon nasıl olur da %15-20 arasında olur?
Enflasyonun düşük gösterilmesi bir hiledir.
İşsizlik rakamlarının düşük gösterilmesi bir hiledir.
Düşük enflasyon demek, işçilerin, çalışanların düşük zam alması demektir. Düşük zam oranını kabul etmemizi sağlamak, krizin faturasını bize yüklemek demektir.
İşsizlik, krizin faturasını işçinin, emekçinin ödemesi demektir.
İş adamlarına, en çok da yandaş olanlarına, en çok da “bu milletin anasını s..mekten” söz edenlere ucuz fiyattan döviz transferi, krizin faturasını halka yüklemek demektir. O ucuz dövizin verilişi de yasal değildir.
İş adamlarına, en çok da yandaşlarına, ucuz krediler verilmesi, “ekonomiyi canlı tutuyoruz” yalanı altında, krizin faturasını halka ödetmek demektir.
İşsizlik fonunun yağmalanması, deprem vergilerinin yağmalanması, tam da krizin faturasını işçi ve emekçiye yüklemek demektir.
Şimdi, “kıdem tazminatı”na göz diktiler. Gerçekte, bu, kıdem tazminatı olayı, devletin, burjuva cephenin saldırıda sınır tanımadığını gösteriyor. Ama işçi ve emekçilere deniyor ki, “sen sadece kıdem tazminatını savun, diğerlerini kabul et.” Bu saldırı, yavuz hırsızın saldırısıdır. Öyle bir saldırıdır ki, işçi ve emekçileri beklentiye itiyor. İşçiler, kıdem tazminatına saldırı olursa harekete geçmeyi düşünüyor. Ama aslında adım adım, kriz, işçi ve emekçilerin sırtlarına yükleniyor.
Vergiler artıyor.
Faturalar büyüyor.
Çarşı pazar ateş pahası hâline geliyor.
İşsizlik büyüyor ve işini kaybetme korkusu düşük ücret artışlarını kabul etmek ile sonuçlanıyor.
İşte ekonomik krizin faturası böyle işçi ve emekçilerin sırtına bindiriliyor.
Zamla, vergi artışları ile, düşük ücretlerle, işsizlik fonlarında toplanan paralarla, bunların tümü ile kapitalistlere krediler veriliyor, ucuza krediler sağlanıyor. Yani, işçi ve emekçinin parası, kapitalistlerin ceplerine aktarılıyor.
Saray medyası, liberaller, hepsi ama hepsi yalanlar söylüyorlar.
Erdoğan, 11. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nı açıklıyor. Tıpkı İstanbul’u kaybettiğinde balkonda yalnız konuşması gibi bir hâlde iken, hiç de öyle ses tonu ile konuşmuyor. Başarılı imiş gibi konuşuyor.
11. Kalkınma Planı diyor ki, 2023 yılında, bugün 784 milyar dolar olan ülke ekonomisinin büyüklüğü, 1,1 trilyon dolar olacak. Yani %40 büyüyecekler, yani her yıl %10 gibi. İşte size büyük bir yalan.
– 10. Kalkınma Planı’nı 2013’te yapmışlardı. O plana göre 2023’te ekonomi 2 trilyon dolar olacaktı. Geçen altı yıl içinde, iki katı havadan attıklarını kabul ediyorlar demektir.
– 2019’da ekonomi küçülecek. Demek ki, kalan yıllarda %10 bile yetmeyecek.
– Hangi fabrikaları kuracaklar ki bunu yapacaklar?
– Acaba 460 milyar doları ödemek için, ne tavizler verilecek ve dolar kaç TL olacak? Dolar eğer yükselirse, %10 yıllık, %40 2023’e kadar büyümek bile yetmeyecek.
– Hem sonra, bu büyümeden işçilere, emekçilere ne pay düşecek?
– Bu sürede kaç parababası yurtdışına kaçacak?
Bize bu masalları anlatmasınlar.
Bize, mesela çok sevdikleri ülkeleri için, kendi ceplerinden ne koyacaklarını söylesinler. Mesela Erdoğan’ın sıfırlanamayan servetinden, dolarlarından ne kadarı kamuya bağışlanacak?
Artık bu maskaralıktır.
Artık bu para etmeyecek.
Artık bu yalanların ömrü kalmamıştır.
Ve artık, işçi ve emekçilerin sabır taşları çatlamak üzeredir.
İşçilerin sabır taşları çatlamalıdır.
İşçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin öfke keseleri dolmuştur ve taşmalıdır.
Bu gidişi durdurmanın, bu yalanlara son vermenin tek yolu, işçi sınıfının bir güç olmasıdır. Halkın ve işçi sınıfının kendini savunmasıdır. Kendi çıkarlarını sahneye taşımasıdır.
Örgütlenmek ve direnmek, direnmek ve örgütlenmek, çare budur.
Hayatı üretenler, tüm ülkenin gelirinin gerçek sahipleri olanlar, ayağa kalkmalı, haklarını savunmalıdır.