“Hiç düşmanın yok mu? Bu nasıl mümkün oldu? Herhâlde ya gerçeği hiç söylemedin ya da adaleti hiç sevmedin!”
Santiago Rámon y Cagal
Eğer düşünce gerçek düşünceyse onu alt etmek, etkisizleştirmek, engellemek mümkün değildir. Zira düşünce ifade edilip muhatabına ulaştığında, insanlar tarafından duyulup-içselleştirildiğinde artık “gerçekleşmiştir.” Bu yüzden neyin düşünce olduğu, düşüncenin gerçekleşmesinden ne anlaşılması gerektiğine açıklık getirmek gerekir. İnsanın kafasında bir şeyi tasarlaması ya da “aklından bir şeyler” geçmesi düşünce değildir. Aynı şekilde akıldan öylesine geçen şeyler de düşünce değildir. Eğer düşünce bir amaç için tasarlanmış ve söylenmişse ve muhatabı olan insanlara-kitleye ulaşmış, onlar tarafından duyulup-içselleştirilmişse, düşünce sayılabilir, ancak bu durumda gerçek anlamada düşünceden ve düşüncenin gerçekleşmesinden söz edilebilir.
Bu yüzden düşünceler, fikirler kitleler tarafından içselleştirildiğinde, “kitlelere mâl olduğunda maddî birer güç hâline gelirler” denmiştir. Bu niteliğinden ötürü de düşünce baştan sona “soyut” bir şey değildir. Düşünce özgürlüğü de doğrudan sınıf mücadelesini angaje eden bir şeydir…
Tarih boyunca egemen olan sınıflar, yeni, orijinal, aykırı düşüncelerin ortaya çıkıp geçerli egemen ideolojiyi aşındırmasını, hâkim paradigmada gedik açmasını engellemek istemişlerdir. Yeni ve aykırı düşüncelerin egemen-resmî ideolojide açtığı gediğin büyümesinden korkmuşlardır ve bu yerinde bir korkudur. Bu durum bir başka açıdan da önemlidir. Her türlü sömürü, baskı ve zulüm düzenini ayakta tutan, esas itibariyle kaba kuvvet ya da çıplak şiddet değildir. Egemenliği asıl ayakta tutan ideolojik egemenliktir, ideolojik köleliktir, gönüllü kulluktur… Buna “gönüllü kölelik” veya “gönüllü kabullenme” de diyebilirsiniz. İşte, gönüllü köleliği sağlayan da “ideolojik yabancılaşma”dır. Başka türlü ifade etmek istersek “yanlış bilinç”tir. Yanlış bilinç, ezilen ve sömürülen kitlelere, geçerli egemenlik ilişkilerini kabullendirmek ve onların kendilerini ezen sömürü, bağımlılık ve hâkimiyet ilişkileri bütününü sorgulamasını ve kavramasını engellemek üzere oluşturulmuştur.
Eğer düşünceyi engellemek mümkün değilse, ki değildir, o zaman egemen sınıf için düşüncenin gerçekleşmesini engellemekten başka seçenek yoktur. Buradaki amaç, “civcivi yumurtadayken ezmektir.” Nasıl çocuk doğmadan çocuk sayılmazsa, düşünce de ifade edilip hedefine ulaşmadan düşünce sayılamaz. İşte, düşünce yasakları, her türlü baskı ve sansür bu aşamada devreye sokuluyor.
Amaç, düşüncenin, muhatabı olan kitleye ulaşmasını, düşüncenin gerçekleşmesini, realize olmasını engellemektir. Düşüncenin gerçekleşmesinin engellenmesi için de söylenenin duyulmasını, yazılanın okunmasını, resmedilenin görülmesini engellemek esastır. Yasaklar, sansür ve baskı, düşünceyle düşüncenin hedefi olan kitle arasında bağ kurulmasını engellemeyi amaçlar. İşte, gerçek düşünce adamlarının-kadınlarının, sanat adamlarının ve kadınlarının bilim adamlarının ve kadınlarının, duruma göre “zındık”, “yıkıcı”, “bölücü”, “vatan haini”, katli vacip terörist vb. sayılıp suçlanmasının, baskıya maruz kalmasının, cezalandırılmasının nedeni budur.
Her tarihsel dönemde egemen veya resmî ideolojiye karşı görüş ortaya atanlar, egemen düzenin ve onun adamlarının hışmına uğramışlardır. Fakat toplumsal dinamik her zaman egemen ya da resmî ideolojinin oluşturduğu ideolojik-kurumsal çerçeveyi kırma, onu aşma istidadına ve dinamiğine sahiptir. Aksi hâlde tarih diye bir şey de olmazdı. Aynı şekilde, insanlığın bir geleceğinden söz etmek de mümkün olmazdı. Bilindiği gibi, tarihi yapanlar, direnen, başkaldıran, isyan eden insanlardır. Eğer başkaldırı yoksa, mücadele yoksa, tarih de yoktur.
İşte entelektüelin işlevi ve misyonu bu aşamada ortaya çıkıyor (Bizde diplomalı kesime aydın deniyor, diploma uzmanlığın belgesidir ki bir diploma sahibi olmakla ya da mektepli olmakla “entelektüel’ olmak arasında bağ kurmak abestir…).
Entelektüel, şeylerin, olguların, toplumsal süreçlerin ne olduğunu, nasıl olduğunu, neden ve sonuçlarını, bunların kimin için ne anlama geldiğini eleştirel bir yaklaşımla teşhir eden, ortaya koyan, bilince çıkarandır. Entelektüelin misyonu ve varlık nedeni mistifiye edilmiş olanı demistifiye etmektir. Başka türlü söylenirse, yalanın ve tahrifatın üzerine gitmektir. Entelektüel, sorunları bir bütün olarak kavramaya çalışır [zira gerçek bütündedir, hakikat bütündedir…], eleştireldir ve eleştirip aşmak istediğiyle “olması gereken” arasında, başka bir ifadeyle ütopyayla bağ kurandır. Bu yüzden gerçek anlamda entelektüelden yoksun hiçbir toplumsal muhalefetin ya da başkaldırının başarı şansı yoktur. Zira ütopyayı formüle eden entelektüellerdir (Burada söylediklerimden entelektüeli ve onun misyonunu yücelttiğim gibi bir anlam çıkarmamak gerekir. Zaten entelektüelin varlık nedeni de onun bizzat her türlü yüceltmeye karşı olmasıdır).
Sansür, baskı ve yasaklar sadece aykırı, muhalif, yeni ve orijinal fikirleri ortaya atanlara yönelse de, kapsam ve etkinlik alanı sanıldığından daha geniştir. Birilerine yönelik baskı, egemenler tarafından başkalarını “ehlîleştirmenin” bir aracı olarak görülür. Düşüncelerinden dolayı birilerini cezalandırmak, başkalarına gözdağı vermeye yarar. İnsanlar, şunu yazar, bunu söyler veya resmedersem başıma bir iş gelir mi, sorusunu sormaya başladıklarında artık sansür “içselleşmiştir.” Sansürün “içselleştiği” bir toplum, bilimsel, estetik, entelektüel yaratıcılığı ve dinamizmi dumura uğramış bir toplumdur. Böyle bir rejimin sorunları çözme yeteneği de kaçınılmaz olarak zaafa uğramıştır. Bağnaz resmî ideolojinin kıskacındaki bugünkü Türkiye’de olduğu gibi…
Elbette entelektüel işlev sadece bazı fikirler ortaya atmaktan ibaret değildir. Entelektüelin gerçek anlamda entelektüel sıfatını hak edebilmesi için söylediğinin gereği olan bir “duruş” da ortaya koyması gerekir. Velhasıl, “sözünün eri” olmayan birinin entelektüel sayılması mümkün değildir.
Sömürü ve baskı düzeninin hışmına uğrayan entelektüel ya da aynı anlama gelmek üzere, gerçek fikir adamı-kadını sonuna kadar söylediklerinin arkasında duramıyorsa, asla entelektüel sayılmayacaktır. O, hiçbir düşünce yasağına, hiçbir resmî veya egemen ideoloji kategorisine, hiçbir tabuya itibar etmez. Hiçbir kiliseye tâbi değildir. Julien Benda’nın zarif bir şekilde ifade ettiği gibi: “Entelektüel, tüm dünya yalan karşısında secde ederken bile insanlık vicdanını savunabilendir.” Eğer baskı ve yasaklar onun bilincini hapsetmeyi amaçlıyorsa, ki öyledir, buna mutlaka itiraz etmelidir. Bilincini hapisten kurtarmak için vücudunun hapsedilmesini göze almalıdır. Elbette gerektiğinde daha fazlasını da…
Baskı ve yasaklara karşı mücadele, diyalektik bir bütünlük oluşturur. Bunun anlamı, daha özgür, daha demokratik, daha eşitlikçi, velhasıl daha insanî bir toplum ve dünya düzeni için mücadelenin kaldığı yerden yoluna devam edeceğidir. Unutulmamalıdır ki özgürlük mücadelesi söz konusu olduğunda kaybetmek diye bir şey yoktur. İlk adımda özgürleşmeye başlarsın ve öylece sürüp gider… Özgürlük mücadelesi her anı, her aşaması mutlaka kazanılan bir mücadeledir. İnsanlık erdemini sürekli besleyip büyüten bir mücadeledir…