TC devletinin, son günlerde, Suriye örneğinde olduğu gibi, bir başka savaş senaryosu içine atılmak üzere Libya’ya yöneldiğini görüyoruz. Özal döneminde Irak için yanıp tutuşan bir eski Osmanlıcılık, Osmanlı-İslam sentezi olarak kendini bize Suriye’de gösterdi. Osmanlı hevesleri işin havası, deyim uygun düşerse işin daha çok “gösteri” tarafı idi. Böylece “Türkçülük” gibi soyut ve kısır bir şeyle değil de, Osmanlı topraklarının yeniden ele geçirilmesi gibi somut ve maceraya açık gözüken bir hevesle yapılan arzulu bir şov. Şimdi ise, daha çok Osmanlı arka plana bırakılıp, daha çok “vatanın bekası” gibi, çok geri bir noktaya gidilerek savunulan bir yeni Libya şovu söz konusu. Bu kez, İslam öndedir. Hem Libya macerası, aynı zamanda IŞİD unsurları ile TC ordusu arasında bağ oluşturmaya pratik olarak çalışan SADAT politikasına da uygundur. Bu yolla, Libya çöllerinde, IŞİD unsurları ile TC ordusunun yeni karakteri uyuşma testine tabi tutulacak.
Suriye, Irak ve yeni olmasına rağmen Libya konusunda tutumumuz biliniyor. Sadece görüşlerimiz değil. Biz bir siyasal hareketiz ve bu nedenle tutumumuz, görüş ve eylem çizgisini bir arada anlatmak üzere önem kazanır. Burada, kuşku yok ki, bu bilindiğini söylediğimiz görüşlerimizi bir kere daha tekrarlayacağız. Elbette. Ama, resmi biraz daha derinlikli olarak ele almak istiyoruz.
Çünkü, bizim görüşümüz, TC devletinin, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımında, kendi durumunu unutup, sanki savaştan pay alacakmış gibi sunarak, tam bir tetikçi olarak davrandığı yönündedir.
Ama muhtemelen bazıları, TC devletinin, bu emperyalist paylaşım savaşımında, aslanlar masasından pay almaya çalıştığını da ileri sürebilir. Belki, biz biraz daha derinlikli tartışmaya çalışırsak, bu konu için de düşündürücü sonuçlara ulaşabiliriz.
Yoksa TC devletinin dış politikasına bakarak, onların kendi söylediklerinden, sadece bunlardan hareket ederek, bütünlüklü ve net bir sonuca varmak mümkün değildir. Onlara göre, daha önceki sayılarda da yazdık, kendilerini kukla gibi oynatanları görmeden, “uluslararası” pistlerde, dans ettiklerini söyleyecekler. Onun için derler ki, kişinin kendisi hakkındaki yargısına bakarak, değerlendirme yapmak yanıltıcıdır.
Durum nasıl ifade edilebilir?
Okuyucu hatırlayacaktır, geçen sayılarda Kaldıraç sayfalarında, durumu, büyük güçlerle dans olarak sunma eğilimlerini açığa çıkartıp, bunun aslında bir kukla oyunu olduğunu ifade etmiştik. Kuklaya sorarsanız, o mükemmel ve kendine özgü, kendine has, yaratıcı ve daha önce eşi benzeri görülmemiş bir dans performansı ortaya koyduğunu söyleyecektir.
Üstelik, Irak ortada, Suriye meselesinde gelinen yer açık iken.
Doğrusu, aslanlar masasına oturup, diğer hayvanları yemek için tartışan aslanlara, kendini kurtarmak, sırf aslanlar da aslında “kedi soyu” sayılır diyerek, “danışmanlık” yaptığını sanan kedinin durumu, TC devletinin durumunu anlatmaktadır. Öyle ki, kedi, gerçekten de onların paylaşacağı bu pastadan, kendisini paylaşmayacakları bir yana, daha da ileri giderek, ona da bir pay vereceklerini düşünebilmektedir.
Demek ki, aslanlardan ya birisi ya da daha fazlası, kediyi hipnotize edecek kadar ileri gitmiştir.
TC devleti, bu paylaşım savaşımından, “bir koyup, üç alma”yı, acaba gerçekten umuyor mu? Saray Rejimi bu kadar körleşmiş midir?
Erdoğan körleşmiştir. O, daha çok kendi kişisel geleceği ile ilgilidir. Amerikalıların “mal varlığını araştırma” tehdidi ile, paralarını bir yerden başkasına kaçırma yolları aramaktadır. Ne ki, kime gitse, o da Müslüman Kardeşler bağı içinde, ipleri ABD’ye çıkan birisi olmaktadır. Bu koşullarda Erdoğan, daha çok kendi kişisel geleceği ile ilgilidir. Bahçeli de, kendini kurtarmak için, imam olmaya karar vermiştir. İstihbaratçı olduğu çok sık ifade edilen Bahçeli’nin, hastalıktan dönüş sonrasında yaptığı meclis konuşması tam bir vaazdır. Ölümden döndüğü için allaha dualar etmektedir. Erdoğan’ın sevincine bakarsanız, kendisini çok iyi anladığı ortadadır. Ama Saray Rejimi olarak şekillenmiş “yeni” hâli ile devlet makinası, gerçekten Suriye ve Libya’dan, bir pay alacağı fikrinde midir?
Kedi, kendisi ile aynı soydan geldiğini iddia ettiği aslanlara, size doğru yolu ben gösteriyorum, benim dediğimi yapın, diyor. Kedi diyor da, aslanlar, neden bu konuşmaları dinliyor? Yoksa kedi, gerçekten biyolojik bir mutasyonla, bir anda aslana dönüşecek bir ilaç mı bulmuştur?
Her örnek, açıklamak için işe yarar ama bir yere kadar.
Demek ki, diyoruz ki, bir emperyalist paylaşım savaşımı var. Bu savaşım, daha şimdiden, ticari olarak, dünya çapında, kuralsız bir savaşa dönüşmüş durumdadır. Bu satırlar yazıldığında Çin’de Wuhan bölgesinde bir yeni virüsün ortaya çıktığı haberleri anons edilmekteydi. Bunun, bu virüs işinin ticaret savaşı denilen şeyin, bir başka aşaması olma ihtimali yüksektir. Elbette, olay henüz yenidir ve bizim elimizde de bir bilgi yok. Ama zaten biz de olasılıktan söz ediyoruz. Umarız yanılırız. Belki bu yazı yayınlanana kadar, bu konu da netlik kazanmış olur. İster öyle olsun, isterse tersi, artık bu savaşın “kural” tanımadığını söylemek istiyoruz. O kadar çok örnek var ki, bunu söylemek abartılı olmaz.
Bu emperyalist paylaşım savaşımı, kendini giderek daha açık biçimlerde ortaya koymaktadır.
Ünlü terim ile, “vekâlet savaşları” bunun bir türüdür. Biz, “vekâlet savaşları” terimini pek uygun görmüyoruz. Çünkü, sömürge ülkelerin ya da güçlerin, emperyalist efendileri adına savaşa sürülmesi, bir açıdan böyle ele alınabilir. Ama emperyalizme karşı savaşan bir gücün, örnek olsun, mesela Kürt hareketinin, ana gövde olarak, bu biçimde ele alınması büyük haksızlıktır. Elbette, diyelim ki, Venezuela’daki bir gücün direnişi, bir başka uluslararası gücün işine yarar ve mesela ABD’nin işine yaramaz. Ama Venezuela direnişi, birisinin vekâlet savaşı olarak ele alınamaz. Bu konuda hassas olmak gerektiği fikrindeyiz. IŞİD, elbette bir araç olarak kullanılmaktadır. Ama IŞİD, El Kaide gibi örgütler ile, diğerleri arasında bile bir farklılık vardır.
Bugünlerde ise, Süleymani örneğinde olduğu gibi, ABD, yani esas güç, doğrudan eyleme geçiyor ve doğrusu eylemi IŞİD aracılığı ile de üstlenmiyor, doğrudan üstleniyor. Ama yine de savaş, bir anda, “vekil”den, asıla geçmiş olmuyor. Emperyalist güçler, dünyanın her yerinde, tarihin her döneminde, halkları birbirine kırdırma politikaları uygulamışlardır. Ve üstelik bunu sadece, bugünkü gibi, bir emperyalist paylaşım savaşımı sürecinde değil, başka dönemlerde de yapmışlardır.
Süleymani suikastı, hem İran’ı, hem Irak’ı, hem de Suriye’yi hedef almaktadır. İsteyen bunlara, dolaylı olarak başka ülkeleri ve güçleri de ekleyebilir. Ama bu üçü, açıktan hedef tahtasındadır. Ve anlaşılan ABD, bu yolla, savaşı da büyütme riskini göze aldığını söylemektedir. Oysa bu konuda henüz yeterince istekli değildir. İran’ın tepkisinin daha düşük olması için, birçok “diplomatik” süreç işletildiği anlaşılmaktadır. Demek ki, ABD, biraz da cevahiri kurtarma peşindedir. Avın büyük bölümünü kaybetme sürecindeki aslanın, bir ısırık koparması, orman kanunları içinde anlaşılır bir şey olarak değerlendiriliyor olabilir.
Biz yeniden Türkiye’ye dönelim.
1- Bu savaşın bir emperyalist paylaşım savaşı olduğu açık.
2- Bu savaşın, ana unsurlarının, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya olduğu açıktır.
3- Bu savaş, dünya çapındadır ve her gün bir başka coğrafyadan bir ateş yükselmesi mümkündür.
4- Bu savaşın hedefini, Rusya ve Çin’e çevirmek, bu yolla diğer emperyalist güçleri bu hedeflere kilitlemek, ABD’nin stratejisidir. ABD, Suriye savaşı sonrasında karşısına dikilen Rusya ve Çin ortaklığını, ana düşman ilan etmiştir. Savaşın hedefini bu iki ülkeye döndürebilmek için, Batı Değerleri ve Batı Yaşam Tarzı ideolojisine sarılmaktadır. Bu yolla, diğer dört emperyalist güce ya da bu cephe içinde yer alanların tümüne, “biz paylaşalım derken, bu ikisi kendi çevrelerini korumakta” ve böylece, paylaşılacak pastayı küçültmektedir mesajını vermektedir. Gerçekten de Rusya ve Çin, paylaşılacak pastayı küçültücü bir etki yaratmaktadır.
5- Bu paylaşım savaşımında önemli bölgelerden biri, Balkanlar, Kafkaslar ve Kuzey Afrika’yı da içine alacak şekilde Ortadoğu’dur.
Öyle ki, diğer bölgelerde ortaya çıkan “yangınlar” ya da çatışma noktaları, daha çok burada gelişenlerle bağlantılıdır. Mesela ABD, Ukrayna meselesini, Almanya ve Rusya arasında ticaretin gelişimini önlemek için, tam da Suriye savaşından sonra devreye sokmuştur. Benzer biçimde Venezuela da bu bölge ile bağlantılıdır.
Aslında savaşın genel bir dünya savaşı olması da bunu gerektirmektedir.
6- Savaş sürecinde ya da savaşın öngünlerinde, geçici ittifaklar, adeta “kuraldan” sayılmalıdır. Birinci Dünya Savaşı’nı inceleyen herkes, görecektir ki, savaş tam olarak ortaya çıkana kadar, farklı çıkarlar adına, farklı ve geçici ittifaklar sürekli oluşmaktadır. Örneğin, savaşın 5-10 yıl öncesinde, Osmanlı’nın İngiltere saflarında savaşa girmesi beklenirdi. Öyle olmadı. Tersine Türkiye, Almanya saflarında savaşa girdi.
Bugün ortaya çıkan pek çok geçici ittifakın da sonunun ne olacağı belli değildir. Biz, bizzat yaşıyoruz, Astana süreci ile başlayan Rusya-İran ve Türkiye “ittifakı”, aslında çelişkilerle doludur. Ve her gelişmede, “bak ittifak bitti” sözleri işitilmektedir. Kasım Süleymani suikastı, Türkiye’yi İran’a karşı savaşa ikna edebilmek için, önemli argümanlar içermektedir. Benzer biçimde, bu suikast, Rusya ile Türkiye’nin S-400 anlaşmalarının sonunun geldiği yorumlarına yol açmıştır.
Birinci Dünya Savaşı bu açıdan oldukça önemlidir.
Ekim Devrimi’nin 1989’da SSCB’nin çözülmesi ile sonuçlanan yenilgisi, bir anlamda tarihin zembereğini geriye sardı. Dünya, artık Birinci Dünya Savaşı’nın öncesine dönmüş gibidir. Özellikle bölgemiz söz konusu olduğunda bunu söylemek daha kolaydır. Kanal İstanbul ve Montrö Sözleşmesi tartışmaları, tam da bu anlamda anlamlıdır.
Birinci Dünya Savaşı’nda kaybeden Osmanlı’nın elinde TC toprakları ile yeni bir devlete dönüşmesi, büyük ölçüde, Ekim Devrimi sayesindedir. Ekim Devrimi, sosyalizm rüzgârını, belki de cereyanını demek gerekir, dünyaya yaymaya başlamıştı. Elbette içeride iç savaş, Ekim Devrimi’ni yaratan partiyi, önder kadroyu çok meşgul eder durumda idi. Ama bu süreci anlamadan, Sovyet ve Türk yakınlaşmasını anlamak mümkün değildir. Emperyalist güçler, Anadolu’yu kaybetme riskini gördüler ve bu durumda, Ortadoğu’daki kazanımlarının da yok olma riskini kavradılar. Bu nedenle, Osmanlı’dan geride kalan topraklarda, Wilson Prensipleri 18. maddesine uygun olarak, “Türk unsurunun” egemen olmasına olanak tanıdırlar. İtalya, Fransa, İngiltere gibi güçlerin savaşın ortasında çekilmeye başlaması, Ekim Devrimi’nin yayılma korkusunun ifadesidir. İngiliz emperyalizmi, Ekim Devrimi’ni durdurmak için, Japonya’dan ABD’ye, tüm Avrupa’ya kadar tüm emperyalist güçleri seferber etmiştir.
Durumu kavrayan ya da durum konusunda ”aydınlatılan” Mustafa Kemal ve ekibi, bir yandan yeni Cumhuriyeti kurmak için, içeride, daha çok bir halk direnişi olarak ifade edilebilecek ve anti-emperyalist bilinci henüz zayıf olan kitlesel ve silâhlı hareketi kontrol altına almaya yönelmişlerdir. Zira, bunu başardıkları oranda, Batı, kendilerine bir şans verecekti. Öyle oldu. İçerideki hareketin kontrolü zor olan, bilinci daha ilerdeki unsurlarını bertaraf etmek için, 1918-1925 arasında her türlü dalavereyi devreye soktular. İçerideki katliamlar, İzmir İktisat Kongresi vb. tam olarak Batı’ya güvence vermiştir. 1918-25 arasındaki nispeten “demokratik dönem”, Şeyh Sait ayaklanmasını bastırmak bahanesi ile ilan edilen Takrir-i Sükûn ile birlikte, bir olağanüstü döneme yerini bırakmıştır. Tam da aynı dönem, Sovyet Devrimi’nin dünyaya yayılması frenlenmiştir. Almanya’da devrim 1919’da yenilmiş, devrimin Avrupa kıtasına yayılması önlenmiştir. Elbette, anti-emperyalist mücadele, halkların bağımsızlaşma isteklerini sürdürmesi devam etmiştir.
Bu dönem içinde burjuvazi, eski Osmanlı paşalarının bir bölümü ile, bazı toprak parçalarını kurtarmak için uğraşmıştır. Eski kadronun bir bölümünün Osmanlı rüyası, Enver örneğinde olduğu gibi devam etmiştir. Muhtemelen Enver, Ekim Devrimi’nin önderlerini kandırdığını düşünmüş olmalıdır. Tıpkı, içeride Atatürk’ün Sovyetler’i kullandığı fikri gibi.
Bugün, Saray Rejimi, kendisinin de bulunduğu paylaşım masasından kayıpsız kalkmak için, büyük hamleler yapmaya heveslidir. Eski Başbakan, yeni Gelecek Partisi Lideri Davutoğlu liderliğindeki dış politika, Suriye savaşına, bir parça lokma kapmak ve emperyalist efendileri ABD adına, bu lokmadan aldıkları payı sürekli kılmak için, hevesli davranmışlardır. Aslana kedi, Suriye’yi eli kolu bağlı teslim etme garantisi vermiş gibidir. Davutoğlu ile özdeşleşen bu politika, aslında devletin politikasıdır ve bugün de devam etmektedir. Davutoğlu, kalkıp, Türkeş’in 12 Eylül sonrasında dediğini söylerse yerinde olur. Türkeş, “fikirlerimiz iktidarda biz hapisteyiz” diyordu. Şimdi Davutoğlu, fikirlerim iktidarda, ama ben istenmeyen adamım dese yerinde olur. Bu durum ise, daha çok Erdoğan’ın korkuları ile açıklanabilir. 12 Eylül’de, iktidarın böylesi “beka” korkuları, darbe ile bitmişti. Oysa Saray Rejimi, tüm “güç” gösterilerine rağmen, “beka” sorunundan söz etmektedir.
Cumhuriyetin kuruluşu döneminde, içerideki baskı ve sindirme, emperyalist dünyaya, Osmanlı’nın kalan toprakları üzerinde Kemalist hareketin egemen olduğunu göstermeye yarıyordu. Bugün ise, baskı ve şiddet, içeride katliam politikası, Saray Rejimi’ni ayakta tutmak için iş görmektedir.
Cumhuriyetin kuruluşunda Ekim Devrimi, savaşı sonlandırmış ve Osmanlı’dan kalan parçalar üzerinde egemenlik iddiasında olan Kemalist hareket için, Ekim Devrimi’ne yaklaşma dış politikası alternatifini yaratmıştı. Bugün ise, paylaşım savaşının başında, TC yönetenleri, dış politikalarını efendilerine tetikçilik etmek üzere ve içte bunu kullanarak güç toplamak üzere kullanmaktadırlar.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Kemalistler, aniden Ekim Devrimi ile kesilmiş bir paylaşım savaşımından kayıplarını azaltmak üzere dış politika kuruyorlardı. Batı emperyalizmi, Anadolu’da gelişecek devrimci halk hareketini boğmak için her türlü yardıma hazırdı. Oysa bugün, TC devletini yönetenler, daha yeni başlamış olan bir paylaşım savaşımında, efendilerine, kendilerinin de onların soyundan olduğunu anlatarak, pay istemektedirler.
Bugün, Saray Rejimi, içeride kendi iktidarını sağlamlaştırmak için, dış politikada, ABD tetikçisi olarak davranmaktadır. Hatta Erdoğan için bu mesele ailesinin ve mal varlığının “beka”sı hâline gelmiştir.
Suriye’de, kendisi işgalci konumda olan TC devleti, uyguladığı ve kendileri açısından bile yanlışlığı ortaya çıkan politikadan vazgeçmiyor. Bunun ana nedenlerinden biri, içeride iktidarı kaybetme korkusudur. ABD adına, tetikçilik yaparak, bölgede bir güç elde etme isteği, TC devletini, IŞİD ile ittifak eder pozisyona getirmiştir. Yanlışlıkla IŞİD zafer kazanmış olsa, TC devletinin “kontrolümde” dediği gücün, kendisinin kontrolü ile hiçbir bağlantısının olmadığı ortaya çıkacaktır. IŞİD güçlerinin içeride bombalamalarda kullanılması, Suriye savaşı için, “sınırın diğer yanından üç füze atma” provokasyonlarının devletçe organize edilmesi, devletin çeteleşmesi denilen sürecin sadece bir parçasıdır.
Libya’ya, eğer ABD doğrudan kendisi müdahale etmiş olsa idi, düşünelim ne olurdu? İlkin Avrupa ile karşı karşıya kalırdı ki, bugünlerde Rusya ve Çin’e karşı Avrupa’yı yanında tutmak için, Avrupa’ya dönük hamlelerini ertelediği düşünülürse, bu büyük bir sorun demek olacaktı. ABD, hazır elinde, Osmanlı hevesleri ile içerideki iktidarını devam ettirmek için savaşa muhtaç olan bir iktidar varken, neden kendisi devreye girsin? TC devleti devreye girdiğinde, Avrupa ile sorunu olacak olan TC devleti olacaktır. Zaten Suriye savaşı, eninde sonunda TC devleti ile Rusya arasındaki “yakınlaşma” görüntülerini parçalayacaktır, en azından bu potansiyeli vardır. Avrupa ile Libya nedeni ile çatışmaya başlayan bir TC devletinin, ABD’ye biat etmek dışında seçeneği de kalmayacaktır. Öte yandan, TC askerleri ile birlikte IŞİD çetelerini Libya’ya taşıması, IŞİD çetelerinin ömrünü uzatacak, ABD adına, kullanılmaya hazır güçleri de sağ tutacaktır.
Bu süreç, Saray Rejimi’nin ihtiyaç duyduğu savaş ihtiyaçlarını karşılar mı belli değil. Ama Erdoğan için denemeye değer bulunmuştur. Bu yolla Erdoğan iktidarını pekiştirme peşindedir. Bahçeli’nin her durumda “beka” sorunu olarak Libya’yı tartışması zaten ceptedir. Bu arada ise, IŞİD çeteleri ile TC ordusu arasındaki yakınlaşma, SADAT kontrolünde daha da “kurumsallaşacak”tır. Elbette bu hamleler, Rusya ile Türkiye yakınlaşmasına da bir darbe vuracaktır. Beklenti budur.
Tüm bunlar, bölgede İran’a karşı geliştirilen savaş konsepti içine, Türkiye’yi daha çok ABD kucağına ve kontrolüne itecek midir?
İsrail ile “yüzyılın anlaşması” diyerek, Ortadoğu bölgesinde planlarını güncelleyen ABD, belki Trump için bir seçim kazanma dönemine girecektir. Ama bu sayede, Ortadoğu’da, Süleymani suikastı gibi saldırıların yenilerine de olanak oluşturacaktır.
Suriye’de işgal altında tuttuğu topraklardan TC devletinin çıkışı süreci, İdlib’in Suriye’nin kontrolüne geçmesi meselesine bağlıdır. Bu nedenle, İdlib meselesi, tam da İran’a karşı saldırılar diye açıklayacağımız, ABD ve İsrail projesine Türkiye’yi yakınlaştıracaktır. Ayakta kalmak, iktidarı sürdürmek hevesi, Erdoğan’ın bu sürece girmesini kolaylaştırıcı bir unsur gibi durmaktadır.
Demek oluyor ki, ABD bölgede aldığı tüm yenilgilere rağmen, kalıcı bir unsur olmakta diretecektir. Ve öyle anlaşılıyor ki, bu İran’a karşı savaş planları ile bağlantılıdır.
Tüm bu savaş sürecini dağıtmak mümkün müdür?
Mümkündür. Zordur ama mümkündür. Bu süreç, bölgede gelişecek direnişe bağlıdır. Tam da bugün, tüm bölgemizde devrimci kardeşliği geliştirmek önemlidir. Bir devrim, tüm savaşı durdurabilecek tek eylemdir. Bölgemiz, sosyalizme, devrime, barışa, özgürlüğe susamıştır. Bunu başarmak, zor ama mümkündür.