Emperyalizm halkların düşmanıdır! Latin Amerika | Feza Sarar

K

apitalizmin tarih sahnesine çıktığından beri döktüğü kan, yağmaladığı zenginlik, yok ettiği kültürler, herhâlde tüm sınıflı toplumlar tarihi boyunca yok edilenin kat be kat üstündedir. Latin Amerika o lanetli “keşif”ten bu yana 300 yıl boyunca Avrupalı sömürgeciler eliyle kapitalizmi beslemiş, sonrasında ise ABD emperyalizmini beslemek üzere ABD tarafından kendi “arka bahçesi” ilan edilmiştir. Bu yüzden “keşif”ten bu tarafa kıtanın tarihi aynı zamanda katliamlara, soykırımlara, yağmaya, talana karşı, mücadelelerin isyanların, gerilla savaşlarının ve devrimlerin de tarihidir. Túpac Amaru’dan Simón Bolívar’a, Bolívar’dan José Martí’ye, Sandinistalardan Aydınlık Yol’a, Che ve Castro’dan Allende’ye, Topraksızlar Hareketi’nden Komutan Yardımcısı Marcos’a, Hugo Chávez’e ve daha sayamadığımız nicesine kadar isyan ve devrimler tarihidir aynı zamanda.

Kesik damarların kıtası Latin Amerika

“16.000.000 km2’lik topraklar üzerinde, 2.000 kadar farklı dili konuşan binlerce halk, 40.000 yılı aşkın bir sürede, avcı-toplayıcı takımlardan imparatorluklara, farklı boyutlarda, büyük bir kültürel çeşitlilik sergileyen toplumsal-siyasal örgütlülükler oluşturmuş yaşamlarını sürdürüyorlardı. Ta ki 1492 yılının o uğursuz ekim günü, Karayip adalarının açıklarında üç gemi belirene dek…”

Colombus ve denizcilerinin ayak bastığı ve “Hispaniola” adını verdiği adanın (günümüzde: Haiti) yerlileri Arawaklar, dostça karşılarlar Avrupalı denizcileri… Öyle ki, bu ilk karşılaşmaya dair izlenimlerini güncesine şöyle not eder “Amiral”:

“Son derece sade, dürüst ve eli açık insanlar. Herhangi birinde sahip olduğu herhangi bir şey istenince hemen veriyorlar. Kötülüğün ne olduğunu hiç bilmiyorlar, çalmıyorlar, öldürmüyorlar. Komşularını, kendileri kadar çok seviyorlar. Dünyada onlar kadar tatlı dilli insanlar yoktur. Her zaman gülüyorlar…”

Ve bu “sevimli” izlenimlerin hemen ardından ekliyordu: “Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara her istediğimizi yaptırabiliriz.”

Colombus pragmatik, dünyevî bir Rönesans adamıydı ve “neyin” peşinde olduğunu gayet iyi biliyordu (Howard Zinn, güncesinin ilk iki haftalık anılarında, bir sözcüğün tam yetmiş beş kez geçtiğini saptar. Bu sözcük, “altın”dır…).

Batı uygarlığı, altını güvence altına alabilmek için müthiş bir sistem geliştirdi: On dört yaş ve üstündeki herkese, üç ayda belli bir miktar altın getirmelerini emrettiler. Altın getirenlere birer bakır marka verip boyunlarına astırıyorlardı. Bakır markası olmayan yerlilerin ellerini kesip kan kaybından ölmeye terk ediyorlardı.

Amerika kıtasının Avrupalı sömürgecilerce istilasından önce, sömürgeciler için “yeni dünya”, yerliler içinse gerçek ve tek dünya olan bu topraklarda göçebe kabileler -yerleşik olan olmayan aşiretler- giderek yüksek medeniyete sahip krallıklar ve imparatorluklar durumunda milyonlarca insan ve çok sayıda halk bulunuyordu.

Bunların içinde Peru’da İnkalar, Orta Amerika’nın güneydoğusunda Mayalar, şimdiki Meksika Cumhuriyeti’nin başkenti olan Meksiko’da Aztekler birçok bakımdan o günkü Avrupa’nın çok ilerisinde olan bir uygarlığı sürdürmekteydiler.

Anlatılan zenginliklerin peşine düşen katil sürüleri ana karaya seferlere başladılar. Altın ve gümüş madenlerinin bulunduğu ana karada da katliamlarına devam ettiler. Maden üretiminden besin maddelerinin üretimine kadar bütün süreç boyunca her bölge, ürettiği şeyle özdeşleşmiş hâldeydi ve Avrupa’nın kendisinden beklediğini üretmekteydi; okyanus ötesine doğru çıkan kalyonlara yüklenen her ürün, o bölge için bir mesleğe ve bir tür kadere dönüşmekteydi. Paul Baran’ın dediği gibi, kapitalizmle birlikte ortaya çıktığı şekli içinde uluslararası iş bölümü, bir atlı ile atı arasındaki rollerin dağılımına son derece benziyordu. Sömürge dünyasının pazarları, yeni doğan kapitalizmin kendi iç pazarının basit birer uzantısı olarak büyümüşlerdir.

Olağanüstü koşullarda gerçekleştirilen fetihlerle bu yeni dünyanın toprakları, teker teker, para ve iktidar hırsıyla İspanya’dan ve daha başka Avrupa ülkelerinden kopup gelen sömürgeci maceracıların eline geçti. Bunlar ele geçirdikleri bütün canlı ve cansız varlıkları tahrip ederek sömürgeci talana koyuldular.

Teslim olanlar, köleleştirilerek, alınlarında sahiplerinin kızgın damgasıyla damgalanmış işaretleri, boyunlarından birbirlerine zincirlenmiş bir hâlde maden ocaklarında ve yerleşimcilerin plantasyonlarında çalıştırılmaya gönderildiler. Yavaş yürüyenler, tökezleyenler, hayır kırbaçlanmıyordu bile… Oracıkta kafaları kesiliyordu. Yürüyüşü aksatan çocuklar parçalanıyor, gebe kadınların karınları deşiliyordu. Madenlerde, yerin onlarca, yüzlerce metre altında, günde 10-12 saat çalıştırılmaktaydılar. Pek az yerli 6 aydan uzun bir süre hayatta kalabildi. Peru’daki Potosi gümüş madenlerinin yolunu bulmak çok kolaydır, kaydını düşer tarihçiler. Çünkü madenin onlarca millik çevresi, insan kemiği kalıntılarından bembeyaz olmuştur.

İspanyol efendiler, tükenmeyecek bir köle kaynağına sahip olduklarını sanmaktaydılar.

Oysa çok hızlı tükendiler. Tüm Meksika’da Avrupalılar ayak bastığında 25 milyon olarak hesaplanan nüfus, 75 yıl sonra, 1595’te 1.300.000’e düşmüştü. Tüm Latin Amerika için Avrupalıların neden olduğu yerli nüfus kaybı, 70-80 yıl içerisinde yüzde 90-95 olarak hesaplanmaktadır.

Anglosaksonların Kuzey’deki, İspanyol ve Portekiz sömürgeciliğinin ise Güney Amerika’daki katliamlarının kesin rakamlarını tahmin edebilmek bile mümkün değildir. Sayıları milyonlarla ifade edilen Aztek ve İnka halklarının korkunç katliamlarla yok edilmesinin ötesinde sömürgecilerin yerlilerden gasbettiği maden ve altın stoklarının da miktarı tam olarak bilinmemektedir.

Yağma ve sömürü öylesine boyutluydu ki etkileri günümüze dek uzanmaktadır. Bugün Latin Amerika’da yerli halklar veya Kızılderili topluluklar, Latin Amerika nüfusunun yüzde 10’unu oluşturmaktayken; Dünya Bankası araştırmasına göre, hâlâ ciddi yoksulluk çekiyor; bölgede yaşayan diğer insanlardan çok daha düşük seviyede sağlık ve eğitim hizmeti alabiliyorlar.

Bunun yanında, Yerli Dili Yazarlar Topluluğundan Francisco de la Cruz, Meksika’da en az 10 milyon insanın konuştuğu 63 yerli dilinin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu vurgusuyla “İspanyollar fetih sırasında (1519) geldiği zaman 140 çeşit yerli dili konuşuluyordu. Her on yılda bir bu dillerde azalma kaydedildi ve bugün sadece 63 dil var. Bazı bölgelerde bu dilleri sadece yaşlılar konuşuyor, bu diller o insanlarla birlikte yok olacak,” diyor.

Nüfusun bu denli kırıma uğramasının bir nedeni de işgalciler tarafından bu topraklara taşınan bakteriler ve virüslerdir. Çiçek, tetanos, tifüs, cüzzam, sarı humma, zührevî hastalıklar getirdiler beraberlerinde. Bu bakteri ve virüslere karşı hiçbir direnci olmayan yerli halk hastalıktan ölüyordu.

XVI. yüzyıl sonunda Karayip adalarıyla, Orta ve Güney Amerika’ya 200.000 İspanyol ve Portekizli taşınmıştır; 60, belki 80 milyon ölü yerliden boşalan topraklara.

Her şeye karşın, yitirilmeyen bir umut vardı. Onurlarını korumaya kararlı birçok yerli, ayaklanmalara katılacaktı. 1781’de Túpac Amaru Cuzco’yu kuşattı.

Túpac Amaru, İnka imparatorlarının soyundan gelme melez bir kabile reisiydi. Geniş çaplı bir devrimci hareketin başını çekti. İsyan önce Tinta bölgesinde patlak verdi. Túpac Amaru, Tungasuca alanına beyaz atı üzerinde girdiği zaman trampet ve pututu’larla karşılandı. Corregidor (kent yargıcı) Antonio Juan de Arriaga’yı idama mahkûm ettiğini ve Potosí’de mita (yerlilerin çok düşük bir ücret karşılığında, kurayla, zorla çalıştırıldıkları kuruluş) uygulamasını yasakladığını açıkladı. Tinta bölgesi, gümüş madenlerindeki zorunlu iş yüzünden bomboştu. Birkaç gün sonra, Túpac Amaru yeni bir bildiriyle kölelere özgürlük tanıdı. Bütün vergileri ve her türlü iş gücü “bölüşümünü” kaldırdı. Bu “bütün yoksulların, sefillerin ve öksüzlerin babası”nın saflarına binlerce yerli katıldı. Túpac Amaru çeteleri ile birlikte Cuzco’ya yürüdü. Söylevlerinde, bu savaşta emrinde ölenlerin dirileceğini ve istilacıların gasbettiği eski zenginliklerine kavuşacaklarını söylüyordu. Kimi zaman kazanıp, kimi zaman yenik düşen Túpac Amaru, sonunda adamlarından birinin ihanetine uğradı ve zincire vurulup İspanyollara teslim edildi. Areche, Túpac Amaru’nun hücresine gelip, vaatler karşılığında kendisinden isyana katılanların adlarını öğrenmeye çalıştığında aldığı cevap şu oldu:

– Bu olayda yalnızca iki suç ortağı var: sen ve ben; sen zorba, ben de kurtarıcı olarak ölümü hak ettik.

Monroe Doktrini ve Yankee dönemi

İngiliz sömürgeciliğine karşı kendi “özgürlük savaşı”nı veren ABD’nin bu savaştan öğrendiği en kalıcı tecrübe, sömürgecilikte Avrupalı sömürgecileri aratmayacak kadar gelişmiş olmasıdır. Latin Amerika olarak bahsedilen Orta ve Güney Amerika’yı İngiliz sömürgeciliğinden bildiği yöntemleri geliştirerek sömürgeleştirmiş ve kendi laboratuvar alanı olarak kullanmıştır. 1823’te, Avrupalı sömürgecilerin Amerika kıtasında sömürge kurmamaları ve buradaki devletlerin işlerine karışmamaları yönünde uyaran ABD dış politika bildirgesi Monreo Doktrini bunun en önemli belgesidir.

Kuzey’de, yeni bir anlayış ve yeni bir güç odağı olarak gelişen ABD, 1848’de Meksika’daki iç karışıklıklardan yararlanarak, Meksika topraklarının yarısından fazlasını alıp; Teksas’ı, Yeni Meksika’yı (Nuevo Mexico) ve Yeni Kaliforniya’yı (Nueva California) kendi topraklarına kattı.

ABD’nin sınai üretimi 1880’de Büyük Britanya’nınkine ulaştı. 1894’te de onu aştı. 1898’de ABD’nin çökmekte olan İspanya’ya karşı kazandığı kolay zaferle Porto Rico, Küba ve Filipinler’i “kurtarması”, içeride tamamlanmış olan yayılmacılığın yerini alan dış yayılmacılık dönemini başlattı. “Büyük değnek siyaseti”nin kaba bir savunucusu olan ilk Roosevelt, 1903’te, ABD’nin kanal yöresine koloni kurallarını dayattığı “Panama’yı ele geçirmek”le kalmamış, güneyli ülkelere uygulanan top-tüfek politikasını da ilke hâline getirmişti. 1904’te Monreo Doktrini’ne eklediği “sonuç” bölümüyle ABD, “komşu ülkelerde”, “uluslararası polis gücü” oluşturma yetkisini resmen elde ediyordu. Bu politika günümüzde de ABD’nin kendisini Kuzey ve Güney Amerika’nın güvenliğinden sorumlu gördüğü bir politikayla hâlâ devam etmektedir.

1850’lerde filibustero (korsan) William Walker, Morgan ve Garrison adlı bankerler adına Orta Amerika’yı kuşattı. Başında bulunduğu çetelerin adı “Amerikan Ölümsüzler Tugayı” idi. Walker, ABD hükûmetinin yarı resmî desteğiyle, çalarak, öldürerek, yakarak ele geçirdiği Nikaragua, El Salvador ve Honduras’ın başkanı ilan etti kendini. İşgal ettiği bölgelerde köleci sistemi yeniden kurarak, ülkesinin kısa süre önce Meksika’da başlattığı “insanlık görevi”ni sürdürdü.

Dönüşünde, ABD’de bir ulusal kahraman gibi karşılandı. Ardından işgaller, müdahaleler, bombardımanlar, zorunlu borçlar, savaş meydanında imzalatılan antlaşmalar birbirini izledi. 1912’de Başkan William H. Taft, “Yıldızlı ve çizgili bayrağımızın birbirinden eşit uzaklıktaki üç noktaya, Kuzey Kutbu, Panama Kanalı ve Güney Kutbu’nda dalgalanacağı gün yakındır. Irkımızın üstünlüğü gereği manevi anlamda zaten bizim olan bütün yarımküre, gerçekten bizim olacaktır,” diyordu.

ABD’nin dış politikasıyla ilgili olarak adaletin gösterdiği doğru yolun, “Mallarımıza ve kapitalistlerimize kârlı yatırımlar sağlamak amacıyla yapılacak her türlü müdahaleyi” meşru kıldığını belirtiyordu. Aynı dönemde eski başkan Teddy Roosevelt, Kolombiya’yı nasıl başarıyla kesip biçtiklerini çekinmeden hatırlatıyordu. Nobel Barış Ödülü’nün sahibi, Panama’yı nasıl bağımsızlaştırdığını anlatarak, “Kanal’ı ben aldım!” diye haykırıyordu. Kolombiya kısa süre sonra 25 milyon dolarlık bir tazminat aldı. ABD’nin iki okyanus arasında bir yola sahip olabilmesi için doğmuş bir ülkenin fiyatı buydu.

Karayipler’i ulusal çıkarları bakımından denetimi zorunlu bir iç deniz olarak gören ABD, Orta Amerika berzahını da Panama yapay kanalının açılmasından önceki dönemden beri ABD’nin Atlantik ve Pasifik kıyıları arasındaki içi iletişimi sağlayan bir hat olarak tanımlamaktaydı. Bu jeopolitik yaklaşımın ötesinde Avrupalıların yerini alan ABD’nin özel avlanma alanları olarak gördükleri bazı güney ülkelerinde önemli ekonomik çıkarları da vardı. United Fruit ve National City Bank bu ekonomik nüfuzun simgeleridir. Kendilerini mare nostrum’un (bizim deniz) jandarması ilan eden Kuzey Amerikalılar, Theodore Roosevelt’in deyişi ile “uygar toplum ilişkilerinin gevşemesine yol açan iktidar boşlukları ya da yetersizliklerinin süreklilik kazanması” durumunda kendilerinde, bu “hayatî güvenlik bölgesi”ne askerî müdahalede bulunma hakkını görmekteydiler. Hattâ bu müdahale ilkesi “İspanyol boyunduruğu”ndan kurtarılan Küba’nın anayasasında bile yer almaktaydı. Kuzey Amerikalı işgal kuvvetleri adadan ancak Platt Anlaşması’nın kabulüyle çekilmişlerdi. Anlaşmanın III. maddesinde “Küba hükûmeti, Küba’nın bağımsızlığını korumak, can ve mal güvenliği ile özgürlüklere saygı gösterilmesini sağlayacak güce sahip bir yönetim kurmak için Amerika Birleşik Devletleri’nin müdahale hakkı bulunduğunu kabul eder,” denilmekte ve ABD’nin uluslararası yükümlülüğüne değinilmektedir. 1906’da Amerika yanlısı tutucu hükûmetin devrilmesi adanın ikinci kez Amerikan denizcileri tarafından işgal edilmesine neden oldu. Bu işgal, ABD’nin bölgenin öbür ülkelerine de değişen sürelerle az ya da çok doğrudan bir biçimde müdahale etmesi ve idareye el koymasıyla sonuçlanan bir dizi askerî müdahalenin ilkiydi. 1912’de Nikaragua, 1915’te Haiti, 1916’da San Domingo, Küba ile aynı akıbete uğradılar. Dominik Cumhuriyeti, 1916’dan 1924’e kadar işgal altında kaldı; Nikaragua iki kez işgal edildi (1912-1925, 1926-1933). Haiti ise, 1915-1934 arasında denizciler tarafından kesintisiz biçimde “korundu”.

Kontrgerilla, darbe, askerî diktatörlük yöntemlerinin laboratuvarı

ABD “arka bahçesi” ilan ettiği Latin Amerika’da ABD tekellerinin (United Fruit Company, Standart Oil, National City Bank, ITT, Anaconda, Kennecott…) çıkarları her tehlikeye girdiğinde müdahale etmiştir. Burası aynı zamanda dünyanın diğer bölgelerine nasıl müdahale edeceğini test ettiği bir laboratuvar işlevi de görmüştür. Çünkü o artık 2. Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist dünyanın hegemon gücüdür. Emperyalizmin (elbette öncelikle ABD’nin) çıkarlarına aykırı her gelişme her tür yolla önlenmelidir.

Tarihleri ne olursa olsun Amerikan kuvvetlerinin geri çekilmeleri hep aynı koşullarda gerçekleşmişti. ABD geri çekilmeden önce, denizcilerin yerini alma, düzeni, iç barışı ve ABD’nin çıkarlarını savunma ile yükümlü askerîleştirilmiş bir polis gücü kurmaktaydı. Bu yeni tip orduların görevi, vasi gücü, doğrudan bir askerî müdahalenin diplomatik ve siyasal maliyetinden kurtarmak, ABD hegemonyasını garanti altına almaktı. İşte bölgenin kendine özgü nitelikler taşıyan militarizminin kökeninde egemenlikleri kısıtlı uluslara kabul ettirilen bu ikame güçler yatmaktaydı.

Dünya çapındaki Birleşik Devletler askerî-politik saldırısı, Latin Amerika’daki birçok durumda açıkça ortadadır. Birleşik Devletler saldırısı, çürümekte olan yandaş rejimleri desteklemek, bağımsız rejimleri istikrarsızlaştırmak, merkez solu sağa kaydırmak ve ABD imparatorluğuna ve onun yandaşlarına karşı mücadele eden ve hızla yayılan halk hareketlerini yok etmek veya izole etmek üzerine kuruludur.

1962 ile Küba krizinin doruğa eriştiği 1966 Haziran ayı arasında kıtada dokuz hükûmet darbesi yapıldı. Bu dokuz darbeden en az sekizinde, ordu, halk hareketleri ya da “komünizm” karşısında çok zayıf kaldığı düşünülen hükûmetlerle, Dominik Cumhuriyeti ve Brezilya’da olduğu gibi “yıkıcı” diye nitelenen reformları bizzat yapmak isteyen hükûmetleri, “işlerin daha kötüye gitmesini önleme” gayesiyle düşürmüştür.

 

 

Mart 1962        Arjantin                       Arturo Frondizi

Temmuz 1962  Peru                 Manuel Prado

Mart 1963        Guatemala       Ydígoras Fuentes

Temmuz 1963  Ekvador                      C. Julio Arosemena

Monroy

Eylül 1963       Dominik Cum. Juan Bosch

Ekim 1963       Honduras         R. Villeda Morales

Nisan 1964       Brezilya                       J. Goulart

Kasım 1964      Bolivya            V. Paz Estenssoro

Haziran 1966    Arjantin                       Arturo Illia

Haiti

Kara Haiti Cumhuriyeti’nde deniz kuvvetleri tarafından eğitilen “zırhlı jandarma”nın oluşturulması sayesinde uzatmalı bir Amerikan işgali yaşandı. Avrupa’nın, özellikle Almanya’nın, kıyıları Panama Kanalı yolu üzerinde stratejik bir konumda olan bu ülkeye gösterdikleri iktisadî ilgiden tedirgin olan ABD, Haiti’deki gelişmeleri yakından izlemekteydi. Hükûmetin para ihtiyacı ve 4 yılda 6 başkan değiştiren -sonuncusu halk tarafından linç edilmişti- ülkenin her an patlamaya hazır istikrarsızlığı, ABD’ye dolar diplomasisinin ardından, önce gümrükleri ve ulusal mali sistemi, sonra da ülke yönetimini ele almak üzere askerî bir müdahalede bulunma olanağı verdi. Doğrucu Roosevelt bu eylemi şöyle aklıyordu: Haiti anarşisi nedeniyle canlar ve mallar tehlikede değil miydi?

Burada işgal birlikleri çok kararlı bir halk direnişiyle karşılaştılar. Hedefi “istilacıları denize dökmek” olan Charlemagne Péralte’ın yönetimi altında 10.000 partizan seferber etmeyi başaran coco isyanı. Irkçılığın da yardımıyla bu isyanın bastırılışı çok vahşice oldu. Özellikle insanların derilerinin renklerine göre ayrı kamplara konulmasına dayanan uygulama açısından bu bastırma harekâtı, Kuzey Amerikalıların başka sömürgelere “barış götürme” deneylerinin ilkiydi.

Guatemala

Guatemala 1931’den sonra askerî diktatör Jorge Ubico tarafından yönetilmeye başlamıştı. Ubico, büyük bir kısmı yerli Maya köylülerinden çalınmış olan son derece verimli toprakları ABD’nin United Fruit Company isimli şirketine peşkeş çekmesi karşılığında ABD’den destek gören bir liderdi. Ubico’nun acımasız yönetimine uzun yıllar tahammül eden Guatemala halkı sonunda bir halk devrimiyle onu devirerek ülkenin ilk demokratik seçimlerinin yolunu açtı ve 1945’te yapılan seçimle başa Juan José Arévalo geçti. Felsefe profesörü olan Arévalo, selefinin tam tersiydi. Ubico ülkeyi seçkinlerin çıkarlarına uygun bir şekilde yönetirken Arévalo önceliği yoksullara veriyordu.

1950’lerde demokratik yoldan seçilmiş devlet başkanı Jacobo Arbenz’in toprak reformları (ki bu adımlar ABD’li United Fruit Company’nin çıkarlarına aykırıydı ve şirket büyük kâr getiren bu ülkeyi kaybetmek istemiyordu) sayesinde ciddi bir değişimi kucaklamaya hazırdı, fakat medya manipülatörleri, Amerikalıları Arbenz’in Amerikan demokrasisi için her nasılsa (Rus kuklası olduğu, ülkeyi Sovyetler Birliği’nin uydu devletlerinden biri gibi gösterip) bir tehdit oluşturduğuna ikna etmek için seferber oldu.

CIA’nın tezgahladığı darbe seçilmiş başkanı devirdi ve yerine kendi adamı olan Castillo Armas’ı getirdi.

Böylelikle de diktatörlüğe karşı demokrasiyi savunan, geniş işçi kitlelerine dayanan gerillaların yasa dışı rejime karşı silahlı direnişi başladı.

Öldürülen Armas’ın yerine 1958 yılında geçen Miguel Ydígoras, sürgünde bulunan Devrimci Parti lideri ve eski devlet başkanı Juan José Arévalo’ya ülkesine dönerek seçimlere katılma çağrısında bulundu. Ancak bu çağrı, ABD destekli subaylar tarafından Ydígoras’ın da devrilmesiyle sonuçlandı. Operasyonun adı “dürüstlük operasyonu”ydu.

1955 ve sonrasında Guatemala’ya yerleşmiş olan ABD sermayesi, 1960’larda gerilla mücadelelerine karşı ilk defa kontrgerilla faaliyetini örgütledi ve ilk defa napalm bombasını burada kullandı. Muhalifler ilk defa bu ülkede “kaybolmaya” başladı, 1980’lerde ilk defa köy koruculuğu sistemi yine bu ülkede başlatıldı.

United Fruit Company adlı ABD tekelinin desteği ile toplanan paralı askerler ve ABD yeşil berelilerinin müdahalesini izleyen faşist cuntalar sırasında 1960’tan 1996’ya tam 36 yıl süren iç savaş 300 bin kişinin yaşamına mâl oldu. Sadece 1986 yılı içerisinde öldürülen işçi, köylü ve devrimci sayısı 18 bindir.

Nikaragua

1932’de Amerikan denizcileri, ilk liberal ayaklanmaya katılmış olan, karısı iktidardaki başkan Sacasa’nın akrabası olan ama siyasete fazla bulaşmamış, Philadelphia’da okuduğu için de iyi İngilizce bilen, ABD’lileri iyi tanıyan Anastasio Somoza García’yı Ulusal Muhafızların şefliğine getirdiler.

Somoza’nın bu yükselişinden ürken Sacasa, Sandino’dan bir denge unsuru olarak faydalanmak istedi. Ve bu doğrultuda Sandino’nun çekilmeyi taahhüt ettiği Rio Coco bölgesindeki köylü kooperatiflerine güvence vermeyi kabul etti. Fakat Somoza kendisi için tehlike olarak gördüğü Sandino’yu 1934’te Başkanlık Sarayı’nda yapılan ziyafete davet edip, Ulusal Muhafızlar tarafından kurulan pusuda katlettirdi. Zaten silahları bırakmış olan Sandino’nun güçleri de 1-2 yıl içinde dağıldı.

Somoza, 1936 yılında Ulusal Muhafızları baskı unsuru olarak kullandı ve Sacasa’nın istifa etmesini sağladı. Kendisi de iki haftalığına Ulusal Muhafız Şef Direktörlüğünden istifa etti ve 1936 yılında devlet başkanı oldu. Somozo ailesi bundan böyle tam 43 yıl iktidarda kalacaktı.

1962 yılında Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi kuruldu.

1979 yılında halkın desteği ile FSLN (Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi) gerilla savaşını kazandı.

Sandinistalar, topraksız köylüler için büyük mülklere el koymaya, madenler ile ormanları kamulaştırmaya başladılar. Mülkleri ellerinden alınan ve sürgüne yollanmış toprak sahipleri “kontra” isyancı ordusu kurarak muhalefeti bir araya getirdi.

1981’de ABD basını Somozist karşı-devrimciler için Florida’da eğitim kampı açıldığını duyurdu.

1983’te 2 bin kişilik kontra Honduras sınırından girdi, bin altı yüz kişilik ABD ve 5 bin kişilik Honduras kuvveti “Büyük Çam” adlı manevralara başladı.

1983’te ABD Grenada adasını işgal etti.

1980 yılında ABD’nin para ve silah vererek desteklediği devrim karşıtı kontralar, Sandinist yönetimin devrilmesi için saldırıya geçtiler. 1985 yılında Sandinistler seçimi tekrar kazanınca ABD aynı yıl Nikaragua’ya ticaret ambargosu uygulamaya başladı. Sandinist Hareket kontralarla savaşı sona erdirmek için dayatılan barış planını kabul etmek zorunda kaldı.

1990’da düzenlenen seçimlerde ABD, muhalefet gruplarına büyük yardımlarda bulundu. Sandinistalar seçimi Violeta Chamorro liderliğindeki bir ittifaka kaybettiler.

El Salvador

Ülkedeki çatışmaları önleme adına 1979 yılında faşist bir cunta yönetime el koydu. Marksist gerilla örgütü Farabundo Martí Ulusal Kurtuluş Cephesinin (FMLN) mücadelesini ezmek için 1981’de ülkeye ABD birlikleri geldi. 75 bin kişinin öldüğü 12 yıl süren bir iç savaş yaşandı.

1979 yılından sonra CIA tarafından faşist Arena Partisi ile birlikte oluşturulan ölüm mangaları toplam 70 bin devrimci ve yurtseveri katletmiştir. Binlerce köylü ve çocuk bu rakamın içindedir. Sadece 1981’de ölüm mangaları içlerinde rahiplerin de bulunduğu 12 bin kişiyi öldürdüler. Bütün bu cinayetlerin arkasında ABD’li danışmanların durduğu ve birçok katliama bizzat katıldıkları ise resmî belgelerle kanıtlandı.

Kolombiya

Kolombiya’da 1948’de United Fruit Company ve Standart Oil’in siparişiyle CIA’nın Kolombiya Devlet Başkanı Gaitán’ı öldürmesiyle başlayan cuntalar dönemi aynı zamanda cinayetler dönemidir. 1948 ve 1957 arasındaki cuntalar sırasında 300 bin kişi, 1957 ile 1963 arasında ise 20 binden fazla insan öldürüldü.

FARC-EP’ye (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) karşı yürütülen karşı-devrimci savaşta ABD tarafından eğitilen ve donatılan askerî güçler ve paramiliter oluşumlarla en az 40 bin kişi öldürüldü ve 2 milyon kişi yerlerinden zorla göç ettirildi.

1998’de zamanın Kolombiya Devlet Başkanı Andrés Pastrana, barış görüşmeleri için FARC-EP’ye Caquetá bölgesinde 16 bin km karelik güvenli bir alan bıraktı. Aynı dönemde ABD bu bölgede gelişen FARC kurumsallaşmasını dağıtmak ve organizasyonu tümden yok etmek için yeni yoğun bir karşı-devrimci kampanyaya hız verdi.

Honduras

Honduras’ta ABD tarihsel olarak neredeyse tüm askerî birlikleri eğitti. Honduras’taki askerî üssü üzerinden, Pentagon’un askerî istihbarat görevlileri bütün politik aktörlerin politik eylem ve hatlarını iyi bir şekilde izleyebilmek için yakın ilişkiler kurdu. Honduras ağır bir şekilde sömürgeleştirildiği için, bölgeye yönelik ABD askerî müdahalelerine en önemli üs görevini gördü.

Demokratik bir şekilde seçilmiş Guatemala Devlet Daşkanı Jacobo Arbenz’e yönelik 1954’teki ABD destekli darbe Honduras’tan başlatıldı. 1961’deki Küba’ya yönelik ABD güdümlü işgal girişimi yine Honduras’tan başlatıldı. 1981-1989 arası, Nikaragua’nın Sandinist hükûmetine karşı savaşmak için 20 bin paralı kontrgerilladan oluşan ölüm mangaları ABD tarafından Honduras’ta eğitildi ve finanse edildi.

Şili

ABD, 1950 ve 60’larda Şili konusunda özellikle kaygılıydı. Birleşmiş Milletlerin Latin Amerika Ekonomik Komisyonuna ve Raúl Prebisch (Arjantinli ekonomist) gibi isimlere ev sahipliği eden Şili, Latin Amerika’da kalkınmacı düşüncenin merkez üssü hâline gelmişti. ABD bu fikirlerin kıtanın geri kalanına yayılmasından endişe ediyordu.

ABD hükûmeti, bu yönelimin önünü almak için 1956’da Şili Projesi’ni başlattı. Projenin amacı Şilili iktisat öğrencilerini (toplamda 100 kadar genci) Chicago Üniversitesine getirip neoliberal teorinin ilkelerine uygun bir şekilde eğiterek kalkınmacılık fikrine karşı bir direnç geliştirmekti. On yıl sonra daha da genişletilen programa kıtadaki başka ülkelerden öğrenciler de alındı ve bu sürecin sonunda Chicago’da Latin Amerika Ekonomik Çalışmalar Merkezi kuruldu. Bu öğrencileri yetiştirerek sosyal güvenlik mekanizmalarını, ticarete yönelik sınırlamaları, sanayiye yönelik korumacı düzenlemeleri, fiyat kontrollerini, kamu hizmetlerini ve o dönemde ilerici Latin Amerikalı iktisatçılar tarafından savunulan benzer nitelikteki pek çok başka politikayı gözden düşürmekte kullanılacak bir nesil yaratmak amaçlanıyordu.

Fakat USAID (ABD Uluslararası İşbirliği İdaresi) ve Ford Vakfı gibi bağışçılardan gelen milyonlarca dolar paraya rağmen proje büyük bir başarısızlık hikâyesiydi. Kalkınmacılık Latin Amerika’da yayılmaya devam ediyor, seçmenlerin büyük bir kısmı kamulaştırmaların, toprak reformlarının ve Küresel Güney ülkeleri arasındaki işbirliğinin artmasını istiyordu.

Bu gidişatın en belirgin olduğu yer Şili’ydi. O dönemde Şili nüfusunun büyük kısmı derin bir yoksulluk çekerken, ülkenin arazileri ve madenleri küçük bir seçkinler topluluğu ile ABD’li şirketlerin elindeydi. Şili’de sıradağların yamaçları dünyanın en verimli bakır rezervleridir. Dünya bakır rezervinin üçte biri Şili’de bulunur. ABD’li Anaconda ve Kennecott şirketleri bakır madenlerinin sahipleriydiler.

1970 yılında sol partilerin koalisyonu (Unidad Popular “Birleşik Halk Cephesi”) ile Salvador Allende seçimleri kazanarak (ABD’li şirketlerin CIA ile el ele verip seçimi sağcı aday Jorge Alessandri lehine manipüle etmesine rağmen) Şili devlet başkanı oldu. Allende adil bir toplum kurma sözü vermişti. Seçilir seçilmez asgarî ücret uygulaması başladı (Kennecott şirketi Şili’de ABD maden işçilerine ödediği ücretin 8’de 1’i ücret ödüyordu). Ekmeğin fiyatı düşürüldü, okullarda ücretsiz yemek verilmeye başlandı, düşük gelirlilere sunulan konutların sayısı arttırıldı. Bakır madenleri kamulaştırıldı, şahısların mülkiyetinde bulunan arazilerin 80 hektarı geçen kısmı (istimlak bedeli ödenerek) kamulaştırıldı. Toprak köylülere dağıtıldı.

ABD en başta askerî yöntemlere başvurmadan, baskı uygulayarak Allende’yi kamulaştırma programından vazgeçirmeye denedi. Şili ekonomisini boğmak için bütün yolları denedi. CIA de ABD’nin çokuluslu şirketlerinden ITT’ye ait El Mercurio gazetesi aracılığıyla Allende karşıtı bir propaganda savaşı başlattı. Bütün bu çabalar sonuç vermedi. ABD başka çaresinin kalmadığını düşünerek daha önce test ettiği yönteme, yani darbeye yöneldi.

Kendilerini ulusun potansiyel “moral gücü” olarak gören silahlı kuvvetler Şili halkına karşı gerçek bir savaş başlattılar, çünkü halk onların gözünde “iç düşman” idi. Unidad Popular lideri Salvador Allende hükûmetine karşı yapılan darbe 11 Eylül 1973’te Fubelt Operasyonu kod adıyla ve CIA’nın desteğiyle faşist diktatör General Augusto Pinochet tarafından gerçekleştirildi. Allende başında miğferi, elinde otomatik tüfeği ile darbecilere karşı başkanlık yeri Moneda Sarayı’nda savaştı. Moneda Sarayı uçaklardan atılan bombalarla vuruldu, Allende öldürüldü. Sanayi siteleri de bombalandı, binlerce işçi katledildi. Binlercesi tutuklandı, Santiago’daki Ulusal Stadyuma kapatıldı. Bununla da kalmadı binlercesine işkence yapıldı ve “temizlendi”. Bütün bu gaddarlıklar “Marksist kanseri” kesinlikle ve kökünden temizlemek için sistemli bir biçimde yapıldı.

Askerî diktatorya altında Şili, içinde kolayca deneyler yapılan bir laboratuvara dönüştürüldü. Özelleştirilmeyen bir şey kalmadı: sanayi, sağlık ve eğitim sistemi, üniversiteler, sosyal sigortalar… 1973-1990 yılları arasındaki 17 yıl süren askerî cunta dönemi iki ana siyasi parti olan Hıristiyan Demokratlar ile Sosyalistler, Şili ordusuna ve burjuvazisine ve ayrıca ABD’yle Dünya Bankası’na neoliberal modelden geri dönülmeyeceğinin güvencesini verdikten sonra sona erdi.

Brezilya

Brezilya da ABD destekli bir darbenin hedefi oldu. Eski bir futbol oyuncusu ve milli bir kahraman olarak bilinen João Goulart, 1961’de başkan olduktan sonra kendisiyle özdeşleşen temel reformlar sürecini başlattı. Amacı okuryazar olmayan vatandaşlara da oy kullanma hakkı tanımak, yoksul yetişkinlere eğitim fırsatları sunmak, çokuluslu şirketlerin ülke dışına çıkarmaya çalıştığı kârı vergilendirmek ve 600 hektardan büyük, üretim için kullanılmayan arazileri kamulaştırıp halka dağıtmaktı. Bu reformlar Brezilya’nın yoksulları açısından büyük bir nimet olsa da seçkinler durumdan memnun değildi. ABD’li çokuluslu şirketler de rahatsızdı. 1962 yılında Brezilya devleti, ABD’li ITT şirketinin alt kuruluşlarından biri tarafından yürütülen ve işini layıkıyla yerine getirmeyen telefon idaresini kamulaştırdı. ITT ceo’su Harold Geneen dönemin CIA başkanıyla arkadaş olduğu için hemen şikâyet etti. Asıl derdi bu alt şirketin başına gelenlerden ziyade, başka devletlerinde Goluart’ın politikalarını izlemesi hâlinde ITT’nin Latin Amerika genelindeki çıkarlarının zarar görme ihtimaliydi. ABD 1964 yılında Sam Kardeş adını verdiği operasyon kapsamında askerî darbeyi destekleyerek Goluart’ı koltuğundan indirdi, yerine sonraki yirmi bir yıl boyunca ülkeyi yönetecek olan cuntayı geçirdi.

 

Sömürgecilerin “Yeni Dünya” olarak adlandırdıkları, oysa kadim medeniyetleri ile aralarındaki savaşlara rağmen yüzyıllardır bir arada yaşamayı başarmış Latin Amerika tarihi; talancı, sömürgeci devletler tarafından dünyada en vahşi katliamlara tâbi tutulmuş halkların tarihidir. Aynı zamanda Latin Amerika, bunca talana, katliama rağmen, direniş ve mücadelenin en iyi örneklerini yaşamıştır, yaşamaktadır.

Latin Amerika toprakları ülkelerin çizilmiş sınırları dışında bir bütündür. Latin Amerika ile ilgili her yazı arka planında biraz eksik kalmış gibidir. Hakkında yüzlerce bilgi, belge haricinde Latin Amerika’nın (Karayipler dâhil) her metrekaresi bir katliam ve direnişin bilinen/bilinmeyen gerçekleri ile doludur.

Kaynaklar:

Latin Amerika: İsyan Hep Vardı, Derleyen: Sibel Özbudun, Kaldıraç Yayınevi, 1. Baskı, 2009.

Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Eduardo Geleano, Sel Yayıncılık.

Bizi Ayıran Uçurum, Jason Hickel, Metis Yayınları, Ekim 2023.

Latin Amerika’da Askerî Devlet, Alain Rouquié, Baskıya Hazırlayan: Şirin Tekeli, Alan Yayıncılık, Ekim 1986.

Latin Amerika’da Militarizm, Devlet ve Demokrasi Dosyası, Derleyen: Ragıp Zarakolu, Alan Yayıncılık, Aralık 1985.

Nikaragua Sandinist Halk Devrimi, Sandinist Önderler Konuşuyor, Yazın Yayıncılık, 2. Baskı, Ekim 1986.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz