Yer Elazığ’dır. 81 adet olduğu söylenen illerden biridir.
Enes Kara, bir üniversite öğrencisiydi.
Bu ilde, Elazığ’da tıp okuyordu ve intihar etti.
Bir insanın kendi canına kıyması, kolay bir iş değildir. Öğrenci, daha 20 yıl kalmamış bu dünyada, kendi canına kıydı. Üstelik bunu, tam da planlayarak yaptı.
Geriye bir video bıraktı.
Video, ülke gerçekliğini, tarifsiz bir bütünlük içinde ortaya koyuyor. Yaşananları, kendi özelinde, ama müthiş bir duyarlılıkla ortaya koyuyor.
Eğer, insanca düşünme yeteneğini hâlâ koruyan okur yazar takımı (OYT) içinde insanlar varsa, tam da ders almaları gereken bir videodur bu. Hayatın baharındaki bir genç aklın, duru ve berrak bir biçimde, kendi yaşamını, acıyı dile getirişidir bu. Hiç abartısız, onun gibi yaşayan insanların çıkışsızlığının ifadesidir bu video.
Çok insanı üzdüğünü okuduk. Öyle yazdılar. Doğrudur. Ama galiba, bu olayın ne demek olduğu üzerine, detaylıca durma cesareti ya da aklı eksik gibidir. Birçok yazar, bize “acı” ve “üzücü” olaydan söz ediyor. Biraz ileri gidenler “tarikat”lardan söz ediyor.
Devlet, Saray Rejimi ise, açıktan, “bu olayı kullanmayın” diyor. Oysa Enes’in babası, ailesi, bağlı olduğu tarikat ve devlet, bizzat bu olayı, kendi amaçları için, hiçbir değer gözetmeden kullanıyorlar.
Kılıçdaroğlu, her zaman bir Saray destekçisi olduğu için, burjuva muhalefetin öncüsü olarak, bu olayı kullanmak yanlıştır mavalları okuyor.
Onlara göre, devlete, Saray Rejimi’ne, burjuva muhalefete göre olayı konuşmak, “tarikat”lar hakkında konuşmak, olayı kullanmak olur. Peki ne hakkında konuşacağız? Öğrenci yurtlarının hâli hakkında konuşmayacağız, eğitim sistemi hakkında konuşmayacağız, ne hakkında konuşacağız? İşte bu konuda bir adım öne çıkan yazarlar, tarikatlar meselesini ele alıyorlar. Haklıdırlar, ama çok çok eksik bir yaklaşımdır bu.
Bu ilk olay değil. Biliniyor. Yakın zamanda Antalya’da bir çalışan, anlaşılan önemli bir görevli, satırla bir çocuğun kafasını koparttı. Ve bunu “şeytan”la mücadele olarak ifade edecek tarzda konuştu.
Cinayetleri bir yana bırakalım. Bu tarikat yurtlarında, çocukların ırzına geçilmiyor mu? Bu tarikat yurtlarında, her türlü müdahale yapılmıyor mu? Yani, tarikat yurtları vb. sanırım vukuatsız gün geçirmiyor olmalıdır. O kadar ki, bu yurtlarda işlenen hiçbir suçun, ardı arkası kesilmiyor.
İşte bu nedenle, Enes Kara’nın bıraktığı video önemlidir.
İşte bu nedenle, polis, bu olayı protesto etmek isteyenlere saldırmakta, gözaltına almaktadır. Oysa son derece açık bir süreçtir bu. Yurt yöneticileri, oradaki ismi ile abi ve ablalar ele alınmıyor, onlara dokunulmuyor. Bu olayı protesto eden öğrencilere saldırılıyor. Devlete göre suç, bu olayları dile getirmek, protesto etmek vb.dir. Devlete göre, intihar eden çocuk da, ölen de, ırzına geçilen de, saldırıya uğrayan da suçludur. Suçlu olan, öğrencilerdir. İşte devletin mantığı budur.
Eğer, biz, “hümanizm” adına, gözyaşı dökmekle yetinmeyeceksek, “iyi insanlar” olarak üzüntülerimizi bildirmekle yetinmeyeceksek, sanırım, gerçeği, olduğu gibi, tüm yönleri ile ortaya koyma cesaretini göstermeliyiz. İşte bizim, okur yazar insanlardan beklentimiz, en azından budur. Oysa, tepkilerini, “kendi sınırları” içinde hapsetme eğilimindeler. Gerçeğin sadece tarikat boyutunu görmekle yetinmektedirler ve yazık ki, en cesurları bunlardır. Yaptıklarını da küçümsemiyoruz. Ama gerçek, tarikatlarla sınırlı değildir.
1
Acaba, Elazığ’da, çocuğunuz bir üniversite kazanırsa, çocuğunuzu, oğlunuzu, kızınızı, kız kardeşinizi, kardeşinizi, arkadaşınızı oraya, üniversite okumaya gönderir misiniz?
Bence göndermemelisiniz.
Niye peki?
Elazığ’ın yaşanacak yer olmaması vb. gibi bir düşünce ile bunu söylemiyoruz. Hayır. Bin kere hayır. Ama 81 ilde üniversite kuruldu mu, bu üniversitelerin gerçekten üniversite olması gerekir. Elazığ da dahil, birçok ildeki üniversite, üniversite değildir.
Öğretim üyeleri kadrosu zayıftır. Bu biliniyor. Mesela bu üniversitelerden mezun olmuş bir genç, sıra iş bulmaya geldiğinde, hiçbir şansa sahip değildir. Neden? Çünkü, orada bir üniversite eğitimi verilmemektedir.
“Öğretim üyesi kadrosu zayıf” demek, aslında doğru biz söz değildir. Bunu, cesaretini yitirmiş ve konuşurken yanlış bir söz söylemekten korkan akademisyenlere kinaye olarak yazıyorum. Öğretim üyesi, tarikatçıdır bu okullarda. Fizik anlatacak bir öğretim üyesi, fizikle alakalı olmalıdır. Matematik anlatacak olan bir öğretim üyesinin, en azından Kuran’da matematik aramaktan ileri gitmiş olması gereklidir. Biyoloji anlatacak bir öğretim üyesi, canlıların üreme sistemleri arasındaki farkları anlatabilecek durumda olmalıdır. Tıp anlatacak bir öğretim üyesi, cesetlerin “avret” yerleri olmayacağını bilebilecek olgunlukta olmak zorundadır. Güzel sanatlar öğretecek bir öğretim üyesi, insan figürü çizmenin “günah” olmadığını biliyor olmalıdır.
Oysa öyle değil. Tıp eğitimini ilahiyat eğitimi olarak vermek, edebiyat eğitimini Kuran kursu tarzında vermek mümkün değildir.
Bu bilimsel bir eğitim değildir.
Oysa üniversite, bilimsel bir eğitim alanıdır.
Ve bu durum, sadece Elazığ gibi illerin sorunu da değildir. İstanbul’daki üniversitelerde de durum aynıdır. Bilimsel bir eğitim, ülkenin hiçbir yerinde verilmemektedir.
Ama yine de, üniversite bir kent işidir ve büyük kentlerde üniversite okumanın bir anlamı vardır. Elazığ’dan farklıdır.
Bir apartman dairesinden bozma binada, üniversite ya da lise eğitimi yapmak mümkün değildir. Yokluk ve yoksulluk ifadesidir. Eğitim, kendine göre binalarda yapılabilir. Binaların, bahçenin vb. kendine has bir anlamı, bir bütünlüğü olur.
Yanlış anlaşılmasın, biz sosyalist bir ülkede eğitim sisteminden söz etmiyoruz. Hayır, kapitalist bir ülkedeki eğitim sisteminden söz ediyoruz. Hâlâ buradayız.
Binalar, bahçeler, salonlar, koridorlar, bir eğitim kurumuna özgü özellikler taşımak zorundadır.
İşte, bunun gibi, üniversitenin olduğu ilin de, buna uygun olması gerekir.
Fırat’ın kenarında bir kadın ve erkek öğrenci birlikte dolaşamıyorsa, bir çay bahçesinde çay, bir bira bahçesinde bira içemiyorsa, okulun içinde ya da öğrenci yurdunda, tartışma yapamıyor ve sohbet edemiyorsa, film seyredemiyor, tiyatroya gidemiyorsa, orada bir üniversite olmaz.
81 ilde var olan üniversiteler, tüm bu özelliklerden uzaktır. Kâğıt üzerinde üniversite var, öğrencisi de. Ama gerçekte bir üniversite eğitiminin hiçbir koşulu ortada yoktur. Çocuklarının herhangi bir üniversite diplomasını alması için uğraşan aileler, aslında bu gerçeğin farkındadırlar. Buna rağmen çocuklarını bu okullara göndermektedirler. Buna çaresizlik demek yerindedir.
81 ilde üniversite olmaz.
Olmalıdır, ama bugünkü Türkiye’de, adı üniversite olan, tarikatlara emanet edilmiş yapılar ortaya çıkar.
Bu üniversiteler, sadece tarikatların değil, ama devlet-tarikat-mafya ağının içinde, farklı amaçlar için öğrencilerin kullanıldığı ortamlar hâline gelirler. Devlet-tarikat-mafya ağı, il il, üniversite öğrencilerini farklı şekilde kullanmaktadır. Birçok ilde öğrenci yurtları, genelev gibi çalışmaktadır ve bu durum, o ilin yönetici kadrolarınca yakinen bilinmektedir. Kadın öğrencilerin pazarlandığı, fuhuşun organize edildiği, uyuşturucu organizasyonunun bir parçası hâline gelmiş, tarikatların cirit attığı ve tüm bunların devlet kontrolünde gerçekleştiği kurumlardır bunlar. Ve bundan en büyük zararı, yoksul ailelerin çocukları görmektedir.
Bizim anladığımız anlamda değil, ama burjuva anlamda bile, bu ülkede üniversite sayısı, 20’nin üzerinde değildir. Saray Rejimi, tüm bu süreci daha da ağır hâle getirmektedir. Her ilde IŞİD dahil cihat örgütlenmeleri yaygınlaştırılmıştır. Sadece İstanbul’da 500’e yakın tekke olduğu söylenmektedir. Çocuk yaşta, 3 yaşından başlayarak çocukların tarikatlar tarafından eğitildiği bilinmektedir. Siirt’in Tillo’su, bu konuda gelişmiş bir örnektir ve Genelkurmay Başkanlığından darbe sürecinde Bakan olan Akar, bu tarikat yuvalarına tüm generalleri ile gidip, desteklerini talep etmiştir. Saray Rejimi, bizzat devlet, bu tarikatların yuvasıdır ve tarikatlar, artık eskisi gibi salt dinî kurumlar da değildir. Hemen hemen her tarikat, mafyatik bir örgütlenmeye sahiptir ve her biri birer holding büyüklüğündedir.
CHP ve burjuva muhalefet, bu tarikatların oyunu almaya hevesli olduğundan mı, bu tarikatları incitmek istememektedir? Bu tarikatların gücü, “oy” mudur? Sanmıyorum. Bu tarikatlar, devletin içindedir ve CHP dahil muhalefet, bu tarikatlarla da içli dışlıdır.
Süreç, çok eskidir. Ve 1950’lerde yeniden güç olarak örgütlenmeleri, devlet eli ile yapılmıştır. Devlet tarikatlara, her zaman yol açmıştır. Komünizme karşı mücadele süreci, sadece Gülen Hareketi’ni beslememiştir. Devlet, CIA projelerine uygun olarak dini öne çıkartmak için, tüm kanallarını açmıştır. 12 Eylül, bu konuda büyük atılım yapmıştır. Cunta, açıktan tarikatları devletin içine davet etmiştir. AK Parti iktidarları bunu beslemiştir ve Saray Rejimi, tamamen tarikatlarla iç içedir. Devlet budur.
2
Eğitim sistemi söz konusu olunca, devletin ikili politikasına dikkat etmek gerekir. Bu politika, bilim adına ne kalmış ise onu, eğitim sisteminden söküp atmayı hedeflemektedir. Bunun için, özelleştirmenin devamı olarak eğitim, büyük çaplı bir rant alanı olarak ele alınmıştır.
İnşaat alanı, nasıl bir rant alanı ise, sağlık ve eğitim de birer rant alanıdır.
Doğa nasıl yağmalanıyorsa, eğitim sisteminde, gençler, kadın veya erkek öyle yağmalanmaktadır. Her gencin aklı, vücudu bir yağma alanı hâline getirilmiştir.
Özel okul furyası budur.
Ülkemizde, ilkokul çağında eğitim veren 10.000 özel okul mevcuttur. Bunun içine dinî eğitim veren kurumlar dahil değildir. Bu 10 bin okulda 1,4 milyon öğrenci eğitim görmektedir. Bu özel okulların, büyük bir çoğunluğu, mesela %40’ı, tarikatların okullarıdır.
Dinî eğitim veren kurs vb. içinde eğitim alanların sayısı 1.5 milyon olarak hesaplanmaktadır. Bu konuda çalışma yapan Ege Üniversitesi’nden bir öğretim üyesi, adeta cezalandırılmıştır. Doğrusu, okur yazar takımı (OYT) bu alana girmek istememektedir. Zira tarikatların dikkatini çekmek, devletin dikkatini iki kere çekmek anlamına gelmektedir.
Devlet okulları ise, “imamhatip” olarak, örgütlenmektedir. Diyanet İşleri, her okulda cami, olmazsa mescit için çalışmalar yapmaktadır. Bu konuda da yol aldıkları açıktır.
3
Enes Kara, videosunda, bir gününü anlatmakla işe başlıyor. Bir günün özeti, gerçektir. İçinde yaşadığı yurtta, ortaya konulan cendereyi, cehennemi çok güzel özetlemektedir bu.
Derler ki, şeytan ayrıntıda saklıdır. Bu söz, ayrıntının önemli olduğu anlamındadır. Eğer şeytanı kovacaksan, o ayrıntılara bakmak gerekiyor. Enes’in yaşadığı yurttaki günlük yaşam, “hayat şekillendirme” programıdır.
Tam olarak şöyledir:
“Hayat pahasına hürriyet
Esirlik bedava”
Öğrencilere sunulan budur. Esir olun ya da hayatınıza kıyın. Hayatına kıyacak cesareti olmayanlar, esir olsun programıdır bu. Bu, Saray Rejimi’nin eğitim sistemidir. Öyle sıradan bir hatanın, özel bir durumun sonucu değildir. İstisna değildir. Zaten tek değildir.
Sabah, güne namazla başlayan, namazını kılmayana ceza uygulanan, akşam namazla ve risaleyi nur eğitimi ile devam eden bir yurt yaşamı, cenderenin kendisidir.
OYT, bunu şöyle eleştirmektedir: Efendim bu laik eğitim değildir.
Koskocaman bir alkış!
Demek laik eğitim değildir bu!
Doğru elbette.
İyi ama bu ülke laik mi ki, eğitimi laik olsun?
Diyanet İşleri’nin bulunduğu bir ülke laik olabilir mi?
Yine burjuva anlamda konuşuyoruz, laik olmak demek, devletin dininin olmaması demektir. Devlet, her kademede kendini Müslüman bir devlet olarak ilan etmektedir. Dahası, devlet, bizzat o Müslümanlar adına, onlar istemese de dini kullanmaktadır. Dinin bu denli kullanıldığı bir ortamda, anayasada yazıyor diye, devleti laik olarak düşünmek, hayal âleminde yaşamak değilse nedir?
TC devleti hiçbir zaman laik olmamıştır. Dini, sürekli kullanmıştır. Bugün, dini çok daha aktif kullanmaktadır. TC devleti, zaman zaman Osmanlıcılığı, ama her zaman İslam’ı ve milliyetçiliği kullanarak yönetmektedir.
Artık iş, her bir yurtta, gençlerin, çocukların günlük hayatını planlamak düzeyine getirilmiştir. Ve elbette buna uygun ceza sistemleri olduğunu da düşünmek gerekir.
Açık olarak Enes, tıp eğitimi almıyordu, dinî bir yaşam sürmek üzere, diyelim ki 5 yıllık cehennem hayatını yaşıyordu. Bu, onun istediği bir yaşam değildi.
4
Burada aile işin içine girmektedir.
Babanın, ölüm sonrası açıklaması, cemaatin, tarikatın açıklaması gibidir. Duygudan uzaktır. Ölen oğlunun ardından, “o zaten sorunlu idi” diye bir açıklama yapmak, baskı ile yapılan bir açıklama bile olsa, iğrençtir.
Bize aile kurumunun tüm gerçek yüzünü de göstermektedir.
Baba için çocuk, kendi malıdır. Bir eşyadan farklı değildir. Çocuk, iyi bir okul kazandığında, kendi yarış atı kazanmış gibi sevinecek, kendisinin dinî inancının dışında bir yaşam arayışı varsa, çocuk “problemli” çocuk olarak ele alınacaktır.
Çocuğunu, kadın veya erkek, malı olarak gören, onu bir insan olarak görmeyen, onun hayatını yaşama talebine duyarsız kalan mantık, çocuğu istemediği bir şey yaptığında da onu “aile şerefine zarar veren” olarak ilan etmektedir.
Aile kurumu budur.
Aile, mülkiyet ilişkileri üzerine örgütlenmiştir.
Enes, videosunda bunu içgüdüsel olarak görüyor. Biriktirdiği parasını, kardeşleri ve annesine vermeyi öneriyor. Annesini kurtarmak ister gibidir. Aile reisi olarak baba, erkek, anneye de belli ki bir yaşam tarzı dayatmaktadır. Cemaatin yurduna çocuğun verilmesi, parasızlıktan da değildir. Bu örnekte öyle değil. Birçok aile, çocuğunu okutacak parası olmadığı için, “laik Türkiye’de” eğitim paralı olduğu için, çocuklarını tarikatlara emanet etmektedir. Bu yolla, çocuklarının hayatını “garanti” altına aldığını düşünmektedir. Bu örnekte ise, mesele para meselesi değildir. Baba, tarikat üyesidir. Öyle anlaşılmaktadır. Baba, çocuğunun ölümünde tarikatın suçunun olmadığını düşünmektedir. Ona göre, çocuk, ateist arkadaşlarının etkisi altına kalmıştır. Böylece “problemli” olan çocuk, “iyi bir yaşamı” seçmemiş ve intihar etmiştir. Baba, bir gencin, hayatının baharında canına kıymasının ne demek olduğunu dahi düşünmeyi reddetmektedir. Açıklaması, kendi iradesi ile olsun, olmasın. Çocuğunun ölümü sonrasında baskı ile bir açıklama yapıyorsa, bu da sorundur. Bu nedenle, açıklamayı baskı yokmuş gibi ele almak gerekir.
Bu aile yapısı, sadece mülkiyet meselesi de değil, aynı zamanda mülkiyet + tarikat meselesi olarak ortaya çıkmaktadır.
Aile, devletin örgütlenmesinde önemli bir araçtır. Devlet, biliniyor, sınıflı toplumlara aittir. Sınıfların ortadan kalktığı durumda devlet de olmaz. Öncesinde de yoktur. İlkel komünal hayatta devlet yoktur. Devlet, egemen sınıf adına, baskı aygıtıdır ve devletler, her zaman dini, mülkiyet ilişkilerini korumak için, kendi amaçlarına uygun kullanmışlardır. Bu mülkiyet ilişkileri, ailenin bir kurum hâline getirilmesini sağlamaktadır. Bizim ülkemizde son derece yaygın olan “namus cinayetleri” hem bu aile kurumuna hem de ailenin devletin dayanağı olması gerçeğine dayanmaktadır. Aile, toplumsal bir hücre olarak, içinde din-körce inanç-buna dayalı namus anlayışı ve mülkiyet ilişkilerini içselleştirmiş bir kurumdur.
Enes, birikmiş parasını, annesinin kurtuluşu olarak bırakmıştır, isteği budur. Annesi ve kardeşlerini kurtarma isteği görülmektedir. Annesinin ekonomik olarak ayakta durabilmesi için bir fırın işletmesi kurmasını çözüm olarak görmektedir.
Bu video, sorunlu, problemli bir beynin ürünü değildir. Bu video, yaşadığı cehennem hayatının bir özetidir ve çıkış yolu bulamamanın ifadesidir.
Enes, sisteme karşı, devrimci bir mücadeleyi, bireysel değil, toplumsal kurtuluş yolunu seçememiştir. Hepsi budur. Bunun verdiği çaresizlik ile, kaybettiği özgürlüğünün bedeli olarak, esir bir yaşamın reddi olarak canına kıymıştır. Yapması gereken, sisteme karşı devrimci mücadeleye yönelmek olmalıydı.
“Hayat pahasına hürriyet” işte budur.
Nâzım’ın dediği gibi, Kore savaşına gidip, 2 metre karelik bir toprak parçasına uzanarak son bulmuş hayat bir “hürriyet” ise, “hayat pahasına hürriyet” budur. Ama “esir”lik bedavadır. Bedeli tüm yaşam sürecinle ödenen bir “bedavalık”tır bu.
Diyorlar ki, çocukları ölmüş aileyi yıpratmamak lazım. İyi ama, çocukların ölümü ne olacak?
Fabrikada işe giden ve ekmeğini kazanan bir kişi, iş cinayetine kurban gidiyorsa, Soma’da ölenlerin yakınları tekmeleniyorsa, Adapazarı’nda patlayan fabrikada ölenlerin aileleri eziyet görüyorsa, adalet diye bir şey yok edilmiş ise, kadınlar her gün ve her gün öldürülüyorsa, çocukların her gün ırzına geçiliyorsa, “aileyi rahatsız” etmemek ne demektir?
Elbette Enes, hayatına kıymamalıydı. İyi ama bunun suçlusu “problemli” olması mıdır? Problemsiz insan mı var? Enes’in hayatını alan sistemin kendisidir, yaşadıklarıdır.
Biz, devrimciler, bu nedenle, özgürlük ve devrim için savaşıyoruz. İşte biz devrimciler bu nedenle, herkesin tek tek hayatı önemli olduğu için, bu koşulları yaratan sistemi yıkmak, paramparça etmek için mücadele ediyoruz.
Çıkış yolu da budur.
Bireysel mücadele ile bu sistem, bu yaşam değişmez.
Elbette, nihayetinde herkes, bir insan olarak mücadele edecektir. Ama bu mücadele, ancak örgütlü bir mücadele olursa, sonuç verecektir.
Saray Rejimi, hayatı çekilmez, hayatı pahalı, yaşamayı esirlik hâline getirmektedir. Ailesi ile, tarikatları ile, devleti ile Saray Rejimi, insan yaşamına kastetmektedir. Her gün bir başka cinayet/cinayetler ortaya çıkmaktadır. Yaşamak pahalı, ama can ucuzdur.
İnsan olarak kalmak, mücadele etmek, bedelleri olan, pahalı bir yoldur. Boğaziçi Direnişi’ne bakalım. Gençler, kendi eğitimlerine, yaşamlarına müdahaleyi reddetmektedirler. Onlara sistemin sunduğu şey; susun ve söyleneni yapın “hürriyeti”dir. Sesini çıkarana, polis copu, kelepçe, TOMA, hapis sunulmaktadır. Özgürlüğü istemenin, mücadele etmenin, insan olarak yaşamanın bedelleridir bunlar. Ateş pahasınadır hürriyet. Ve başka da bir yolu yoktur. İnsan olarak kalmak, direnmekle mümkündür. İnsan olarak kalmak, sisteme karşı devrimci mücadeleden yana olmakla mümkündür. Bunun tersi “esaret”tir. Esareti kabul etmek, yaşamaktan vazgeçmektir.
Her genç, her öğrenci, sistemin kendisine dayattığı esareti, cehennemi yıkmak üzere, devrim saflarına, örgütlü mücadeleye katılmalıdır.
Saray Rejimi, çürümenin, çürümüş sistemin, kokmuş karanlığın itirafıdır. Bu sistemi yıkmak, bu karanlığı parçalamak, en çok gençlerin ve gençliğin işidir.