Derin bir nefes al ve saymaya başla… 1, 2, 3…
Hala hayattayız, varız ve çoğalıyoruz. Bu bağlamda kazanımları azımsamak haksızlık olur -ki bizler haksızlığın her türüne karşı durmayı huy edinme gayesindeki insanlarız-. Acıların isminin konması, failinin tanınması, yiğit yürekleriyle gençlerin akademide yok edilmeye çalışılan mücadele alanlarında yerini alıp safları sıklaştırmaları; dün ekilmiş tohumların filizlendiğini görmek, yarın gölgesinde soluk alabileceğimiz ağaçlar olacağını bilmek gibi… Heyecanlanıyorum…
Öte yandan yıl olmuş 2016 ve aylardan hâlâ Haziran… Yöntemler farklı olsa da savaşlar devam ediyor, soğuğuyla sıcağıyla; kadınlar öldürülüyor sokakta yahut evlerinde erk ya da erkek eliyle; yaşlarına bakılmaksızın çocuklar evlendiriliyor hâlâ resmi ya da dini nikahla…
Derin bir nefes al ve saymaya devam et… 4, 5, 6…
İktidarın değişmeyen politikası… Azınlık gruplardan birini karanlık bir sokakta yakala ve sessizce saldırıya geç. Eğer yakalanırsan çok basit; karşı tarafı suçlarsın. Karşı taraf? Kimi zaman madenciler, kadınlar, barış diye haykıranlar… Sesler fazla mı yükseldi, azınlık mı kalmadı? Canım bir diğerine yönel ve bırak birbirine karışsın acılar… Nasılsa unutulur, nasılsa durulur…
Derin bir nefes al ve saymaya devam et… 7, 8, 9…
Neden mi?
Çünkü her birimiz kum taneleriyiz; çölün tüm sıkıntısını içinde taşıyan… Bir araya geliyoruz, bazen bir direnişte, bazen tam köşeye sıkıştık, yalnız kaldık sanırken ve temas ediyoruz birbirimize an be an… Acıyı nerede görsek tanıyoruz, öznesi gibi gözükmesek de o an, Marx’ın dediği gibi anlatılanın bizim hikâyemiz olduğunu biliyoruz. Yaralarımız birbirine denk geldiğinden, sımsıkı sarıyoruz, sarılıyoruz…
İyi ki sarılıyoruz, iyi ki…
Girizgâh olarak dilim döndüğünce merhaba demek istedim. Nefes alış verişlerimizi uyumlu hale getirelim ve hep birlikte haykırabilelim diye…
Failin Kısır Döngüsü
Sizlere öncelikle failin psikolojisinden bahsetmek istiyorum bu yazımda… İster tecavüzcü olsun ister katil ister ikisine de işaret eden iktidar mekanizmasının -ki her fail iktidarın temsilcisidir; iktidarın ona verdiği yetkiye dayanır her hareketi- failini unutturma girişiminden, ‘müdahale sistematiğinden’, an be an zihnimize tecavüz edişinden… Hepimizin bildiğini yazmak istiyorum; çünkü biliyorum o bunu yapmamı istemiyor…
Bizler ruhunu kaybetmemiş insanlarız; hiç bilmediğimiz canlıların acısını taşırız içimizde… Kendimizi suçlu, sorumlu hissederiz. Hatta bazılarımız -abartıp- faili anlamaya çalışır (bunun idealize edilmesinin gerekli olduğunu düşünmüyorum). Sağda solda duyarız bazen faillerin çaresizliğini; dillendirenler olur, gülümserim acı acı… Belki bu başka bir yazının konusu olabilir; ama bu yazının değil; çünkü bu yazının konusu bir yerde bir şey yaşandıktan, bazen küçük bir çocuk, bazen bir kadın, bazen kocaman bir insan topluluğu zulme uğradıktan sonra failin davranış biçimi… Çığlıklar, acı, kan ve gözyaşı henüz tazeyken…
Biz zihnimize kazırken her çığlığı, fail unutulması için elinden geleni yapmaya başlar. Yeni gündemler, yeni cinayetler, artan istihdama dair absürt haberler, gelişen sanayi zırvalıkları, ya da hiç olmadı; yeni bir saldırıyla… Böylece olaylar arasındaki bağlantıları görebilme yeteneğinden yoksun olduğuna inandığı insan zihnini manipüle etmeye uğraşır. Bu yöntem çoğu zaman işe yarar, ki zaten failin en büyük motivasyon kaynağı mağdurun sessiz kalacağı, tanıkların ise ses çıkartmayacağı inancıdır.
‘’Dünya, kötülük yapanlar yüzünden değil,
Seyirci kalıp hiçbir şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir.’’
Albert Einstein
Bazen sesleri bastıramaz fail, istediği sessizlik sağlanmaz. Şiddete maruz kalanın sesi kısılır kısılmasına ama bir şey vardır tanıdık gelen insanlara; kendilerini maruz kalanla özdeşleştirdikleri, derin bağlar kurdukları şeyler; Özgecan’la herkesin kendisini, kızını düşünmesi, Ali İsmail’le kardeşlerimizi hatırlamamız, Ethem’le gençliğimizi yâd etmemiz gibi… Sesi olur insanlar sessiz kalması beklenenin, kulakları patlatırcasına…
Sükûnet yönteminin tutmadığı böyle zamanlarda ise ikinci bir plan olarak fail, mağdurun inanılırlığını zedelemeye çalışır; çünkü onlar ‘gece dışarı çıkmıştır’, onlar ‘kaçakçıdır’, ‘teröristtir’…
Aynen bir bilgisayar programı gibi; döngüsel bir sistemde, önce zulmet sonra unutulmasını ümit et ya da buna zorla ve ezilenin ses çıkarmasını engelle… Baktın öyle olmuyor, o halde duyanların ona inanmasının önüne geç.
Elbette bu sırada, failin sonuna kadar ‘inkâr’ hakkı saklı olmakla birlikte, yaşanan vahşetin aslında ne kadar ‘gerekli’ olduğunu, nasıl yüce bir amaca hizmet ettiğini söylemesi de seçeneklerinin arasındadır.
Örneğin; söylenen şey kesinlikle olmamıştır, yalandır, abartılıyordur, hatta mağdur olanın aslında kendi rızası vardır, aslında bu dünyanın her yerinde yaşanan bir durumdur, dolayısıyla ‘normal’dir. Elbette her ne yaşanmış olursa olsun, durmak seçenekler arasında değildir, yola devam edilmelidir.
İstersen derin bir nefes al ve saymaya başla, katliamları, tecavüzleri, kadın cinayetlerini, atılan bombaları, sürüklenen bedenleri, teslim edilmeyen cenazeleri, delik deşik duvarlarıyla evleri, tecavüze uğrayan çocukları, öldürülen transları ve daha nicelerini…
Sahi nereden başlamak isterdin? O, bizim unutmamız ve yola devam etmemiz için elinden geleni yaparken, biz birine koştuğumuzda diğerine saldırırken.
İstersen saymayı bırak. Sayı her dakika artıyor nasılsa…
Ama nefes almayı ihmal etme, derin… Çünkü her nefesi ensesinde hissedecek zalim.
Ve unutma, yaşananların üstünü örtecek yorgan henüz yeryüzünde dikilmemiştir…
Bizim Büyük Suçluluğumuz
Yukarıda, failin psikolojisine değinirken haklılıktan bolca bahsettim. Bu kezse suçluluktan bahsetmek istiyorum; hepimizin içinde yer alan, dünden bugüne ve geleceğe uzanan ‘’mağdur suçluluğu’’ndan (aslında mağdur kelimesini sevmiyorum sadece maruz kalan ve zarar gören anlamında kullanıyorum). Kimimizin haykırmasına, kimimizin sesinin kısılmasına, kimimizin donakalmasına sebep olan, aklımıza nereden bir mağduriyet gelse içimizde yer eden, boğazımızı düğümleyen, bir yumruk gibi karnımıza saplanan suçluluktan…
Öncelikle fail kendini haklı hissederken mağdurun nasıl olup da suçlu hissettiğini anlamak için hikâyenin başına gideceğiz. Hazırsanız bu defa geriye doğru sayın ve okumaya devam edin.
Maslow’un hiyerarşiye soktuğu ihtiyaçlarımızdan başlayabiliriz mesela. Maslow’un bu ihtiyaçlar hiyerarşisini temsil eden piramide göre insan evladı yeme, içme, uyuma gibi ihtiyaçlarını karşıladıktan hemen sonra kendini güvende hissetmeye ihtiyaç duyar. Çoğu zaman güvenliğimizi en temel ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek için riske atarız. Örneğin; karın tokluğuna madende çalışırız. İşte Maslow bunu ihtiyaçlar arasındaki hiyerarşiyle yani öncelik ilişkisi ile açıklıyor. Burada atlanmaması gereken bir nokta var, o da güvenliğin sadece ana dair bir ihtiyaç olmayışı; yani tek ümidimiz ve beklentimiz köşe başını döndüğümüzde bir gergedanın bize çarpma ihtimalini minimalize etmekle sınırlı değildir. Bunun yanında geleceğe baktığımızda başımızı koyabileceğimiz standart bir ev için çekmemiz gereken krediyi ödeyebilecek iş garantisine sahip olmak, haklarımızı ararken kendimizi riske atmayacağımızı bilmek de temel güvenlik ihtiyaçlarımız arasında sayılabilir. İdeolojimiz ya da siyasi görüşümüz sebebiyle yadırganmayacak, dini inançlarımız farklı diye yakılmayacak ya da milli kimliğimiz yüzünden soykırıma uğramayacak olduğumuzu -keşke bunlar 21. yüzyılda konuşulacak konular bile olmasa- bilmekle kendimizi güvende hissetme ihtiyacımız tatmin edilebilir.
Ah, tabii bir de her an patlayacak bir bombayla, eğer büyük şehirlerdeysek ‘şehit’, barış diye haykırmak üzere toplanmış bir kalabalığa dâhilsek ‘hiç’ olarak hayatımızı kaybetme korkusu taşımamak da hoş olurdu, kendimiz ve sevdiklerimiz için.
Peki, kendimizi güvende hissetmezsek ne olur? Bir sonraki basamağa çıkmamız yani aitlik hissini ve temel sevgi ihtiyacımızı karşılamamız güçleşir. Birçok insanın hiçbir şey hissetmediğinden bahsediyor olması sadece tesadüfle açıklanamaz, değil mi? Eğer kendinizi güvende hissetmiyorsanız, mesela barış çağrısı için dışarı çıktığınızda patlayan bombaların ya da sonrasında üzerinize atılan biber gazlarının arasında kalabileceğinize; yaşama hakkınızın her an elinizden alınabileceğine; devletten aldığı yetkiye dayanarak evinize giren karanlık tiplerin sizi ya da çocuğunuzu öldüreceğine; yarın sebep bile gösterilmeksizin terörist ilan edilebileceğinize ve sonrasında başınıza gelebilecek her şeyin meşru sayılacak olmasına ihtimal verebiliyorsanız, uzun bir adamın seçim öncesi ya da sonrasında meydanlara çıkıp herkesi kucaklayacak olmasını söylemesi muhtemelen ihtiyaçlar gündeminize bile giremez. Hatta size itici gelen bu davranış birçok travmatik değişkeni de içerir ve beden ile ruh bütünlüğünü bozmaya yönelik sapkın bir girişimle, tacizle ya da tehditle açıklanabilir.
Kısacası eğer güvende hissetmiyorsak sadece fiziksel ihtiyaçlarımızı tatmin etmeye çalıştığımız ilkel bir hayatın içerisinde çırpınıp dururuz. Karın tokluğu ve başımızı sokabileceğimiz bir çatı için emeğimizin sömürülmesine göz yumarız. Kendimizi ait hissettiğimiz hiçbir yer yoktur, oluşturmayız, hatta bu söz konusu bile olamaz; çünkü o basamağa asla tırmanamayız.
Aidiyet hissetmek ve temel sevgi ihtiyacı neden önemlidir? Çünkü bunlar örgütlü bir toplumun temel taşlarıdır.
Eylem sence de biraz abartmadın mı? Yani kendimizi güvende hissetmedikçe, bir araya gelmememiz, kendimizi ait hissettiğimiz bir topluluğa dâhil olmamamız, hatta ve hatta böyle bir ihtiyacımız olduğunun bile farkında olmayışımız, sonra o topluluğun ortak amacı uğruna çaba sarf etmeyecek olmamız ve bunların kendimizi daha çok güvende hissetmemize engel olması… Gerçekten çok trajik olmaz mıydı? 21. yüzyıl trajedisi… Peki ya bu planlanmışsa? Bir araya gelmeyelim ve birleşmeyelim diye. Hadi ama Eylem!..
Neyse, sizi bu distopik fikirlerle baş başa bırakmayacağım; çünkü acıya saplanıp kalınan arabesk kültürden pek haz etmiyorum, üstelik bu büyük haksızlık olurdu onca ödenmiş bedeli düşününce. Bu üzerimizde deneyimlenmeye çalışılan bir şey dahi olsa, asla etkisini hesap edemeyecekleri bir değişken var insan evladının içinde taşıdığı… Bir ruh, bir ateş, bir devrim inancı…
Nasıl ki açlığa, uykusuzluğa, susuzluğa bir süre tahammül edip ardından önce hayal etmeye, baktık olmuyor, güvenliğimizi hiçe sayıp bu ihtiyaçlarımızı karşılamaya çalışıyorsak, zamanla güvenli hissetme ihtiyacımızı karşılamamız da zorunlu hale gelecek. Şimdilik bunu düşlüyoruz, yarın bu düş yeterli gelmeyecek. İyi ki yeterli gelmeyecek. Uyanacak ve rüyalarımızı gerçek kılana dek mücadele edeceğiz. Omuz omuza…
Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini aklımızın bir köşesine tutturduktan sonra çok daha psikolojik bir çerçeveden sohbete devam etmeyi önereceğim. Eğer itirazınız yoksa okumaya devam edin lütfen.
Aslında temel güven duygusu ilk bakım verenle ilişkimizde kazanılır. Hayatın başlangıcıyla kazanılan bu güven duygusu zamanla tüm ilişki ağlarımızın ve inanç sistemlerimizin zeminini oluşturur. Deneyimlediğimiz bu ilk ilişki bizim sevilebilir, dünyanınsa konuksever olduğuna dair inanç geliştirmemizi sağlayabilirse ilk adımlarımızı atmış oluruz ait olduğumuzu hissedebileceğimiz dünyaya doğru. Güvene dayalı bu bağ, kişilik gelişimimizin temelini oluşturduğu gibi hayatın devamlılığına, doğanın düzenine dair de inanç kaynağımız olur. Tüm ilişkilerimiz bu temel güven zemini üzerinden şekillenir, biz de bu zemine basarak ayakta dururuz. Ancak bazen olumsuz olaylar yaşanır; doğadan geldiğinde afet, insan eliyle yapıldığında vahşet dediğimiz. Ve zemin ayaklarımızın altından kayar gider, sanki yer yerinden oynadı, dünya başıma yıkıldı denir ya hani, işte öyle bir şey.
Biri gelir bedenimizi istila eder, kirlenmiş hissederiz. Biri gelir evimizi, ocağımızı zapt eder. Yani üzerinde söz sahibi olduğumuz, olmayı beklediğimiz özel yaşam alanlarımız parçalanır. Zihin bu çelişkiyle yaşayamaz ve ortada bir yaşanmışlık olduğuna göre de inancı değişir. İnançla kastettiğimiz tam da bugüne kadar her şeyi üstüne kurduğumuz temel güven zeminidir. Yani böylesi bir durumda her şey yıkılır bir anda.
İnisiyatif kapasitemizin ve yeterlilik algımızın zedelenmesi pozitif kendilik imgemizi baltalar. Otonomi algımız zarar görür. Ne kadar aciz olduğumuzu, hayata dair sandığımız kadar söz sahibi olmadığımızı, o kadar da haklı olmadığımızı ya da yaşananı bir sebeple hak ettiğimizi, karşı çıkmayı başaramadığımız, kendimizi korumayı beceremediğimiz için ne de zavallı olduğumuzu düşünürüz.
Bir dakika! Sanki fail de tam olarak bunları söylüyordu bize, öyle değil mi? Aslında bunlar yaşanmamıştır, yaşansa bile hak edilmiştir. Güvenlik zafiyeti yoktur; yani biz kendimizi güvende tutamamışızdır ve tonlarca zırvalık…
Patlayan bir bombadan, elinde silahı, yetkili devlet memurundan, bıçakla üzerimize yürüyen ‘erkekten’, tecavüz fikri aklını uçurmuş psikopat bir ‘erk’ten kendimizi koruyamadığımız için. Güvenlik zafiyeti de olmadığına göre bizim zaafımızdan kaynaklı olmalı tüm yaşananlar. Suçlu ve sorumlu olmalıyız tüm yaşananlardan… Yaşandığı için sorumlu, hayatta kaldığımız için suçlu. Sarsıntının şiddetini hissediyor musunuz?
Her şey yıkılmaya devam eder; hele de failin eli güçlüyse, hele de insanlar bizleri görmemeyi tercih etmişse. Utanmaya ve kuşkulanmaya en yakın olduğumuz andır bu.
Utanma, haysiyetin başkalarının gözünde zarar görmesine, çaresizliğe, beden bütünlüğünün bozulmasına verilen ilk tepki olarak damga vurur kişisel tarihimize. Kuşkuysa hem başkalarına hem kendimize dair hislerimizin içine sızan yılan gibi dolanır düşüncelerimizde.
Sadece bunlar da değil üstelik, bir de suçluluk ve aşağılık hisleri var. Ne yazık ki her travmatik olayın sonunda mağdur kendi hareketlerini gözden geçirir, suçluluk, aşağılık hissetmek, utanç ve şüphecilik neredeyse evrenseldir. Fail ne kadar haklı olduğundan bahsederken mağdur bir köşede kendini suçlar.
Suruç ve Ankara katliamlarında yoldaşlarımızı kaybettiğimizde siz kendinizi nasıl hissettiniz?
Kadın cinayetlerine şahitlik ettiğimiz her gün kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Suçlu mu? Sizin de kısıldı mı sesiniz? Siz de sesi kısılanın yanını mı tercih ettiniz?
Hayatta kaldığınız için şanslı değil de suçlu hissetmenin dayanılmaz ağırlığını hissettiniz mi siz de?
Umarım içiniz ezilmiş, psikolojiniz bozulmuştur. Umarım ayak uyduramamışsınızdır gündelik yaşama.
Aksi durumda ‘biz’ çekimli tüm cümlelerden kendinizi soyutlamanızı rica edeceğim; çünkü ne yazık ki henüz bu yazı kendi kendini imha edebileceği bir teknolojinin ürünü değil. Ve evet bu yaptığım şeyin adı ayrımcılık biliyorum. Amacım tam da zalimi ve mazlumu birbirinden ayırmak; zalimin mazlum rolünü afişe etmek ve mazlumun hislerinin aslında bir şok tepkisi olduğunu göstermek.
Çünkü bu suçluluk hissi gerçek değil, gerçekte suçlu olan bizler değiliz.
Şimdilik yaşanan acılar karşısında kendini suçlu hissedenlerle sohbete devam etmek ve güzel yüreklerinden selamlamak istiyorum; çünkü dünyanın en yapıcı suçluluğunu paylaşıyoruz birlikte.
Güç ve kontrol hissini tekrar kazanmak, yaşananlardan yararlı birkaç ders almak, kayıtsız şartsız kendimizi ‘çaresiz’ kabul etmediğimizin nişanesi olarak içimizde taşıdığımız bizim büyük suçluluğumuz…
Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya,
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya,
Anamız çay demliyor ya güzel günlere,
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa,
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız,
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler,
Biz şimdi yan yana geliyor ve çoğalıyoruz.
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün
havasını,
İşte o gün sizi Tanrılar bile kurtaramaz.
Cemal Süreya