“Şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir.”
Türkiye’nin egemenleri II. Emperyalist Savaş sonrasında “küçük Amerika” olma tercihi yaptılar. Dönemin tartışmasız hegemonik gücü hâline gelen emperyalist ABD’ye yaranmak için Kore’ye asker gönderdiler… Emperyalist çıkarlar için Anadolu’nun yoksul gençlerinin 7790 km. uzakta telef olmasında bir beis görmediler, Amerikan yardımı aldılar… 1952’de de başkomutanı Amerikalı bir general olan askerî saldırı paktı NATO’ya katıldılar… O tarihten sonra T.C. katıksız bir ABD (Batı) uydusuydu… Sabahtan akşama İstiklâl Marşı söyleseniz, vatan-millet nutukları atsanız neye yarardı…
Hızlarını alamadılar bir de Türkiye’nin ABD’nin “stratejik müttefiki” olduğunu söylediler… Oysa, hegemonik-emperyalist bir devletin “stratejik müttefiki olmaz”, sadece stratejik çıkarları olur ve gereğini yapar…
O tarihten sonra Türkiye’nin sadece dış politikası değil, iç politikası da (sanayileşme, eğitim, ulaşım vb.) emperyalist çıkarlarla “uyumlandırılacaktı”… Artık ekonominin rotasını ABD’li uzmanlar belirliyordu…
Türkiye, emperyalist Batı’nın Ortadoğu’ya “taşmış” uzantısı, bir Apartheid rejimi olan siyonist İsrail devletini tanıyan ilk Müslüman ülkeydi… Ve hiçbir zaman Filistin halkının haklı davasını gerektiği gibi savunmadı… Savunmadı ama savunanları katletmeyi yeğledi…
Fakat Türkiye, ABD ve bir bütün olarak emperyalist çıkarlar bakımından başka amaçlar için de önemliydi… Müslüman Ortadoğu halklarının kendi ayakları üstünde durmasını engellemek için dinci gericilik araçlaştırıldı. Laik, demokratik, sosyalist dinamikleri ve hareketleri etkisizleştirmek için politik manipülasyonlar ve petro-dolarlar etkin bir araç olarak kullanıldı…
ABD ve bir bütün olarak Batı (kolektif emperyalizm) ilerici, demokrat, sosyalist hareketin önünü kesmek için dinci gericiliği ve milliyetçi-ırkı unsurları palazlandırdı ve sahaya sürdü… 1971, 12 Mart ve 1980, 12 Eylül Amerikancı faşist darbeleri solu ezdi, dinci gericiliğin önünü sonuna kadar açtı…
Şimdilerde veryansın ettikleri dinci Fethullah Gülen Hareketi gökten zembille inmedi… Devlet aygıtına sızmadı, “sızdırıldı.” Baştan sona bilinçli, planlı, programlı bir tercih söz konusuydu… Söz konusu olan dört başı mamur bir ABD-T.C. projesiydi…
“Gülen Hareketi” 2002 sonrasında koalisyon ortağıydı, iktidarın parçasıydı… Gücü ve etkinliği daha da artmıştı… 2012’den itibaren de artık tek başına iktidar olmaya yeltendi ama 2016 darbe hamlesi yarım kaldı… Eksiğini ortağı AKP tamamladı demekte de bir sakınca yok! Aslında bidayetten itibaren AKP ile hedef ortaklığı söz konusuydu… Aksi hâlde iktidar ortağı yapılmazdı…
Geride kalan dönemde Gülen hareketi “devlet aygıtına sızmış da fark edilmemiş” intibaını yaratmak için beyhude bir çaba harcandı… Koskoca bir örgüt devlet aygıtını ele geçirecek ama “fark edilmeyecek.” Bu saçmalığa kim inanır?
O hâlde bu kadar laftan sonra sadede gelebiliriz… Bir ABD-T.C. ortak yapımı olan Fethullah Gülen Haraketi’nin ve öteki “tarikat” ve “cemaatlerin” önü, bizzat devlet tarafından açıldı, palazlandırıldı… Amaç, toplumsal uyanışın, sol-sosyalist hareketin, demokratikleşmenin önünü kesmekti. Bilinçli bir tercih söz konusuydu… Neden? Zira, bu ülkenin mülk sahibi sınıfları, bir bütün olarak egemenleri sadece “uyduruk resmî ideolojiye” dayanarak yönetemeyeceklerini biliyorlardı… Dinci gericiliği yardıma çağırmak zorundaydılar ve çağırdılar…
1945 sonrasının tüm hükümetleri, Cumhurbaşkanları, Başbakanları, Bakanları, sorumluları… farklı derecelerde olmak kaydıyla Fethullah Gülen Hareketi başta olmak üzere, dinci gericiliğin önünü adım adım açıp palazlandırdılar… Şimdilerde devlet aygıtının tüm kurumları dinci kuşatma altında… Ve süreç kaldığı yerden yoluna devam ediyor… Fethullahçıların kısmî tasfiyesiyle tırmanış durdurulmuş değil… Ondan boşalan yer diğer tarikat ve cemaatler tarafından dolduruluyor…
Artık şimdilerde TC’ye adı konmamış “İslam Cumhuriyeti” demeye ramak kaldı… Diyanet İşleri Başkanlığı gibi koskoca bir kurum devletin göbeğindeyken hâlâ laiklikten söz edilebilir mi? Geride kalan dönemde hep Türkiye bir Suudi Arabistan, İran, Afganistan vb. olur mu, deniyordu… Her toplumun, her devletin kendine özgü bir tarihi, kültürü, geçmişi, siyaset üslubu vardır… Hiçbiri diğerine benzemez… İran’daki dinci rejim, Suudi Arabistan’dan, Afganistan’daki her ikisinden farklıdır… Türkiye’dekinin de herhangi birine benzemesi gerekmiyor!
Kaydedilmesi gereken bir şey de tarikat ve cemaat denilen örgütler, küresel kapitalizm çağında dinden çok dünya işleriyle iştigal ediyorlar… Sadece “cennet ticareti” yapmıyorlar… Devasa kapitalist işletmeler, “holdingler” söz konusu… Aslında kapitalizm her şeyle birlikte dini de hizaya getirmiş bulunuyor…
Bir ülke anayasasında “laiklik” var diye laik olmaz… Laiklik, kategorik olarak dinin devlet aygıtının dışına çıkarılmasını, dinin siyaset alanına, devletin de dine karışmamasını, burnunu sokmamasını var sayar… Laik bir ülkede din adamı devletten maaş almaz… Toplanan milyarlarca vergi bir mezhep için kullanılmaz… 2025 bütçesinde Diyanet’in payı 127 milyar 269 milyon 146 bin TL… Üç bakanlığın toplamından fazla…
Demokratik hukuk devleti dendiğinde de öyle olmayabildiği gibi… Esasen hukuku olmayan bir devlet olamaz ama hukukun ne ve nasıl olduğu da önemsiz değildir…
Velhasıl neden söz ettiğini bilmek önemlidir denecektir…