Aya Sofya, Hagia Sofia’dır ve “kutsal bilgelik” demek oluyor. İstanbul’un simgelerinden biridir. Hagia, hacı gibi kutsal, sofia ise bilge demektir. Demek Sofiya buradan geliyor, belki de bizdeki “Safiye” ya da “Sefiye” de buradan geliyor olabilir.
Ayasofya’nın 1500 yılllık tarihi var. İmparator Justinyen (Justinianus) döneminde inşaa ediliyor. Bir kere yakıldığı, sonra tekrar imar edildiği biliniyor. Eser ünlü olduğundan mı, yoksa mimarının öncesinden gelen bir ünü var mı bilmiyoruz ama mimarı İsidoros da ünlüdür. Belki Hagia Sofia’yı yapmadan da bir ünü vardı, ama o ün, bugünlere gelmeye yetmezdi belki de. İsidoros’un ününü bugüne taşıyanlardan biri Hagia Sofia’dır.
Hagia Sofia, önündeki “At Meydanı” da dahil, birçok ayaklanmaya tanık olmuştur. İmparatoriçe Theodora’nın ayaklananları katletmesine de tanık olmuştur, Bogomil ayaklanmasına da tanıklığı vardır. Fatih’i de ağırlamıştır, başkalarını da.
Erdoğan, müze olduğunda Ayasofya’yı ziyaret etmiş midir? Başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı döneminde yoktur böyle bir ziyaret. Hatta, Ayasofya’nın bir bölümünde namaz da kılınmakta iken, gidip bir namaz da orada kılmaya kalkışmamıştır.
Demek, kendisi için çok önemli bir eser değildir.
Ama yine de Ayasofya’yı “cami” ilan ettikten sonra yaptığı “tarihî” konuşma ile, saat 20.53’te, aslında Ayasofya’nın “cami” ilan edilmesinin, çok çok önemli olduğunu dile getirdi.
- Ayasofya’yı “müze ilan” edenleri ihanetle suçlamıştır. Bildiğimiz kadarı ile bu kararın altında, Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Celal Bayar ve başka bakanların imzası var. İşte bu isimler ve bilmediğimiz başkaları, Erdoğan’ın 20.53 konuşmasında hain ilan edilmişlerdir. İşte Ayasofya bu kadar da önemlidir.
- Dahası var. Yerli ve milli bir politikanın savunucusu olan Saray Rejimi, bir yanda Erdoğan, diğer yanda Bahçeli, Ayasofya’yı cami yaparak, “milli egemenlik” sorununu çözmüşlerdir. Erdoğan, bu “milli egemenlik meselesidir” diyor. Kendi 18 yıllık iktidarında, bu milli egemenlik olmaksızın, adeta işkence çekmiş olmalıdır.
- Şimdi, Danıştay’ın 14.53’te açıklanan kararı ile, bu milli egemenlik, gerekleri ile yerine getirilmiştir.
Fatih, İstanbul’u fethetti. Yıl 1453’tü. İstanbul, Birinci Dünya Savaşı döneminde İngiliz işgaline verilmişti. Sonra, bu işgal ortadan kalktı. Tüm bunlara şahit olmuş olan Hagia Sofia, 1934’te Bakanlar Kurulu kararı ile, müze ilan edildi. Sadece Ortodoks dünyanın dinî abidesi olması nedeni ile değil, İsidoros’un elinden çıkmış bu eserdeki gibi “kubbe” ve “yükselti” yapılamadığı için de çok önemli bir eserdir. Bu nedenle müze olarak oldukça işlevli bir yaşam sürdüğü de söylenebilirdi.
Ama, bugün, Temmuz’un 10’unda, 2020 yılında, saat 14.53’te Başkomutan Erdoğan, doğrudan hücum etmeye cesaret edemese de, mahkeme eli ile, Ayasofya’nın fethini gerçekleştirmiştir.
Böylece, Türk-İslam sentezinin “fetihçi” güruhlarının isteklerinden biri gerçekleşmiş oldu. Acaba Hagia Sofia’nin cami ilan edilmesi, “Türk-İslam egemenliği”ni kurtarmaya yeter mi? Acaba, bu isteğin yerine getirilmiş olması, Ayasofya’nın önünde toplanan bu güruhun istek ve taleplerini “keser” mi? Yoksa daha başka hedefler var mıdır?
Hemen bazı çevreler, “hilafet geri gelmeli” diye gündem yaratarak ön almaya çalışıyorlar. Ama “hilafet” de birdenbire olmaz. Daha cihan şümul liderimiz Erdoğan Han, yeni eserler ortaya koymalıdır. Mesela Efes harabeleri “Türkleştirilmeli ve Müslümanlaştırılmalı”dır. Yoksa, “egemenlik hakkımıza” tecavüz edilmiş olmaz mı?
Mesela Trabzon’da Meryem Ana Manastırı var. Gel ki, biraz dağın dibindedir ama oldukça görkemli sayılır. Hemen, Meryem Ana Manastırının, “Meryem Ana Camii” yapılması gerekir. Yoksa Türk ve İslam egemenliğinin varlığı hiçe sayılmış olur.
Tüm bunlar birer egemenlik sorunudur.
Kapadokya mesela, baştan aşağıya bir “egemenlik” sorunudur ve tez elden, “Türkleştirilip, Müslümanlaştırılması” farzdır.
Acaba Erdoğan, neden bu egemenlik meselesini yeni hatırladı? Birisi kendisini mi dürttü? Söyleyen Erdoğan, egemenlik meselesi diyor, müze yapan kararı alanları ihanetle suçluyor vb. Peki bunları o söylüyor da, söyleten nedir?
Erdoğan, yakın döneme kadar, Ayasofya cami olsun diyenlere şöyle yanıt veriyordu:
“Bu oyunlara gelmeyelim. Bunların hepsi tezgâh.”
Başkası da var:
“Ayasofya’yı açmanın bir götürüsü var. Bizim için faturası çok ağırdır. Ayasofya’nın açılmasını isteyenler, yurtdışındaki camilerimizin başına ne gelir diye düşünüyor mu? Ben bir siyasi lider olarak, bu oyuna gelecek kadar istikametimi kaybetmedim.”
İşte Erdoğan bunları söylüyordu. Aradan bir yıl civarında zaman geçti ve Erdoğan, 10 Temmuz 2020’de, saat 20.53’te (bu 53, sadece Rize’nin plaka numarası değil. Aynı zamanda 1453’te de var. Ve İstanbul’un Fatih tarafından Bizans’tan alınmasının 600. yılı 2053 olacaktır. Erdoğan, 2053 yılına kadar, allahın izni ile, bir Abdülhamid Han benzeri sultan olarak, başımızda olacaktır. İşte bu 53’ün anlamı buradadır) TV kanallarında, mesafe tanımayarak Ayasofya önünde dikilen kalabalığın şevki ile, egemenlik üzerine nutuk atıyor ve Ayasofya’yı, kendisinin “cami” ilan ettiğini anlatıyordu.
Bunların hepsi tezgâh desek olur mu?
Ey Reis’in militan takipçileri, “bu oyunlara gelmeyelim” desek olur mu?
Yoksa Erdoğan’ın, “istikametimi kaybetmedim” dediği günden bu yana, “istikamet” sorunu mu ortaya çıktı?
Evet, bir istikamet sorunu var.
“Kutsal Bilgelik”, acaba, bunca tarihî olaya ve kişiliklere şahit olmanın verdiği vakurla bu süreci izlemekte midir?
Öyle görünüyor ki, hem Ayasofya, hem önündeki tarihî meydan, bu süreci vakurla izlemektedir. Aya Sofya oturmuş meydanın kenarına, başlamakta olan “cümbüş”ü seyretmektedir.
Her olay, her gelişme, Saray Rejimi’nin ne demek olduğunu bir kere daha ortaya koyuyor.
Sanki, Abdülhamid, tarihsel bir kişilik olarak, tekerrür ediyor. İlkinde trajedi idi. Osmanoğullarının imparatorluğunu, adım adım ellerinin içinden kaydırırken, kendini bile seyredememiştir. 24 Temmuz’da, Abdülhamid Han hanedanının son günü olmuştu.
Şimdi Erdoğan, bir başka zamanın 24 Temmuz’unda, Ayasofya’da, büyük bir cuma namazı kılmaya çalışıyor. Derler ki, iki bayram arasında şenlik olmaz ama, ne yapsınlar, kurban bayramı 24 Temmuz’dan sonraya denk gelmektedir. Bu nedenle artık bekleyemezler.
Birinci Abdülhamid, trajedi idi. İkincisi komedidir. Onun için, hiçbir dediği bir diğerine uymuyor. Ama ister trajedi olsun, ister komedi, ülkenin ve halkın canı çıkartılmaktadır. Bu nedenle bu komedi, artık kimseyi güldürmüyor.
En önemli tartışma konusu şudur: Erdoğan, neden bugün bu adımı atmıştır? Bu adımı Erdoğan mı atmıştır, yoksa bu adımı atması kendisinden istenmiş ya da teşvik mi edilmiştir?
Bu soruya bir CHP aklı yanıt bulamaz.
CHP aklı, Saray Rejimi’nin aklıdır.
CHP, adı “ana muhalefet olan”, bir çürük duvardır. Hiçbir işe yaramaz hâle gelmiştir. CHP, Saray ve devlet için, geniş kitleleri hareketsiz kılmanın aracıdır. Artık bu işi de yerine getiremez. CHP, “sakın provokasyona gelmeyin”, “sakın sokağa çıkmayın”, “sakın ha atılan adımlara, verilen kararlara, Saray Rejimi’ne karşı çıkmayın”, “sakın ha Barolar, avukatlarla birlikte yürümeyin” partisidir. Bir tek, arada bir Erdoğan’a laf atan bir partiden ibarettir. Bu yolla, dediklerine göre, (a)- devleti koruyorlar, (b) etkili muhalefetle seçime hazırlanıyorlar. İnsanın gülmeye hâli olsa, bu görüşlere samimiyetle inanan bir “akıldan özürlü” kişi bulsa katılarak gülebilir. Ama CHP’nin hâli de, tıpkı tekerrür eden Abdülhamid gibi, güldürmeyen bir komikliktedir.
Kılıçdaroğlu, geceleri Saray’ın atıklarından beslenip, gündüzleri Erdoğan’a karşı miyavlayan bir ikiyüzlü aktördür.
Onun için olup biteni anlamazlar. CHP aklı, sadece ve sadece, önlerine konduğu hâli ile resme bakmaya alışıktır.
CHP muhalefeti bir çürük duvar muhalefetidir. Her yeni Saray saldırısında bu çürük duvar, biraz daha geriye taşınmaktadır.
Çürük duvar, geriye taşındıkça, CHP tabanında var olan tepkiyi boğmakta, duvarın taşınması sırasında çıkan toz bulutuyla CHP içindeki muhalifleri kör etmekte, tozlarla zehirlemektedir. Bu çürük duvar siyaseti, Saray Rejimi ile birlikte parçalanmaktadır. Bu tozduman arasında, Kılıçdaroğlu ve CHP yönetimi, tüm muhalif unsurlarını Saray’a teslim edecektir, tek tek.
Bu adım bugün, bir erken seçim nedeni ile mi atılıyor? Sanmıyoruz. Çünkü, Ayasofya’nın cami yapılması, içeride, bir “oy” değerine sahip değildir. Kaldı ki, Saray Rejimi’nin sonucu kendine yazmayan bir seçime gideceği de şüphelidir.
Erdoğan, belki dağılmakta olan “destekçilerini” bir arada tutmayı hedeflemiştir. Bu, işin sadece bir yönüdür. Şimdi, tüm cemaatler, Ayasofya’da kendi imamlarının olması için yarışa girecektir. Şimdi, dar bir İslamcı grup daha saldırgan hâle gelecektir.
Ama bunlar ne Erdoğan’ı kurtarmaya yeter, ne de Saray Rejimi’ni.
Resmi daha da büyütmek gerekir.
Muhtemeldir ki, İsrail’in Mescidi Aksa’yı “Süleyman Tapınağı” ilan etmesinin yolu açılmaktadır. Kararın, bir mahkeme eli ile verilmesi, mahkemenin eski mülkler vb. vurgusu yapması, muhtemelen bu nedenledir.
Erdoğan, pekâla, hiçbir mahkeme oyununa ihtiyaç duymadan, bu kararı bir KHK ile yerine getirebilirdi. Böylece, bizzat kendisi daha iyi bir prestij, eğer varsa bu işte bir prestij, elde edebilirdi. Abdülhamid, böylesi kararlar almak için, kadıların kararına bakar mıydı? Muhtemelen hayır. Erdoğan’a bu işi yaptıranlar, bu kararın bir emsal olmasını istemektedir.
Dahası, Osmanlı hukuku devreye sokulmuştur. Zaten askıya alınmış olan TC anayasası, bir kere daha kenara atılmıştır.
Ama bu kadarla da sınırlı değildir.
Bu karar ile, Libya ve Suriye’de yaşanan işgal politikası ve savaş politikaları arasında da bağ vardır.
Önceden yazmıştık: Üç tarz-ı siyaset diye bir tarih vardır ve canlıdır. Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık üzerine kurulu bu üç tarz-ı siyaset, bu akımlar arasında bir gidip gelmeyi ifade eder. Osmanlı çözülmekte iken, Abdülhamid, Osmanlıcılığın işe yaramadığını görmeye başlamıştı. İslamcılığı gündeme getirdi. İktidarın sonlarında, Türkçülük İslamcılığın yanına eklendi ve Osmanlıcılık geri düştü. Ardından Türkçülük öne çıktı, İslamcılık Cumhuriyetle birlikte geri düştü.
NATO ile birlikte, Türkçülük ile İslamcılık sentezi devreye girdi. Türk-İslam sentezi, MHP politikaları kadar devletin resmî politikası olarak öne çıkmaya başladı. 12 Eylül, İslamcılığın rengini daha belirgin hâle getirdi. Ve Erdoğan iktidarları, bu yolda ilerledi. Bu kez, “ılımlı İslam”cılık öne çıkmaya başladı ve Gülen hareketi budur. Saray Rejimi, Türkçülüğü yeniden öne çıkarmaya başladı ve ardından Suriye savaşı ile birlikte, İslamcılık, Türkçülük, giderek Osmanlıcılık ile kaynaşmaya başladı.
Yeni Osmanlı hevesleri, ABD adına tetikçi olmak için iyi bir örtü işlevini görmeye başladı. Suriye’deki işgal politikaları, bunun örnekleri ile doludur. Abdülhamid ile Erdoğan arasında bir benzerlik yaratma politikaları bu nedenle hızla yoğunluk kazandı.
Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük olarak ortaya çıkan üç tarz, siyaset için yeniden harmanlanmaya başlandı.
Libya savaşı ve Suriye savaşı ile Ayasofya kararı arasındaki bağ da burada yatmaktadır.
Suriye savaşı sonrasında çözülmekte olan TC devleti, Türk-İslam sentezini, “yerli ve milli” ile karikatür hâline getirmek zorunda kaldı. Şimdi, bu karikatüre, kurtarıcı olarak Osmanlıcılık eklenmektedir. Daha koyu bir İslamî ton, daha da koyulaşmakta olan bir Osmanlıcılık ve Türkçülükle iç içe geçirilmeye başlanmıştır.
Onun için soruyoruz, Hagia Sofia, müzeden camiye dönüştürülerek, Saray Rejimi’ni kurtarabilir mi?
Kurtaramaz.
Başka adımlar da lazımdır.
Binlerce yıllık bir tarihî eser olan Ayasofya’yı, cami yapmak, aslında, “istikameti” yakalamak mıdır, yoksa kaybetmek midir?
Erdoğan, bir Osmanlı sultanı olarak, “dev eserler” yapma işine çoktan yönelmişti. Çamlıca’daki cami, 60 bin kişi kapasitelidir. Ama, anlaşılan, Ayasofya’nın gölgesi, artık Çamlıca Camii’nin üzerine düşmüştür. Taksim’de sular idaresinin duvarlarının arkasında kalan cami, Çamlıca’da, her yerden görülen estetik yoksunu cami yetmemiştir. Şimdi, İstanbul’un yeniden “fethi” için, bir ruh aranmıştır. Ayasofya’nın cami yapılması bu ruhu sağlar mı? İstenen budur. Bu yolla, Libya ve Suriye’deki savaş politikalarına destek aranmaktadır.
Saray Rejimi, ABD’nin tetikçisi olarak, Libya ve Suriye’de iş görme sürecini, artık, açık olarak ilan etmektedir. Bu adım ile, Libya ve Suriye politikalarına destek aranmaktadır. Suriye ve Libya politikalarını, Ayasofya kurtaracak mıdır?
Saray Rejimi, tüm gücü ile savaşçı politikaları artıracağını ilan etmektedir. Egemenlik ile kastettikleri tam da budur. Yoksa, Ayasofya müze olduğunda kaybedilen bir egemenlik olabilir mi? Eğer öyle ise, Efes’i de millileştirmeleri gerekir, kiliseleri tümden camiye çevirmeleri gerekir vb. İşte tam bu anlamda, savaşçı politikalar için, içeride hazırlık yapılmaktadır.
Erdoğan yakın dönemde, Ayasofya’nın cami yapılması taleplerine, “bunların hepsi tezgâh” demekteydi. Şimdi bu tezgâh, devreye mi sokulmuştur? Trump-Erdoğan ilişkilerinin bir devamı mıdır bu? Öyledir ve nedeni, seçime hazırlık değildir, savaşa hazırlıktır, savaşçı politikalara hız verme işaretidir.
Bu savaşçı politikalar, hem Saray Rejimi’nin, hem de “şahsım” olarak Erdoğan’ın kurtuluşu için tek çare hâline gelmiştir. Ayasofya, gerçekten, “kurtarmaya” yeter mi?
İslam, gerçekten Ayasofya’yı cami yapmazsa, kurtarılamayacak mı?
Türkçülük, milli egemenlik, Osmanlıcılık, gerçekten Ayasofya’nın cami olmasından medet ummak zorunda mıdır?
Gelinen nokta budur.
Saray Rejimi’nin içine girdiği çözülme süreci, daha da derinleşmektedir. Bunlar, bu bataklıkta çırpınmalardır. Ve bu nedenle arkası gelecektir. Bu nedenle, hemen ardından tarikatlar harekete geçmektedir. Bu nedenle, hemen “hilafet” ilanı tartışmaları devreye sokulmaktadır. Savaş naraları, savaşçı politikalar bir “kurtuluş yolu”, Erdoğan’ın ve Saray Rejimi’nin devamının tek yolu hâline geldikçe, dış politika da iç politika ile birleşmekte ve her ikisi Ayasofya’da kurtuluş aramaktadır.
Demek ki, Hagia Sofia, Ayasofya, “kutsal bilgelik” olmalı ki, çözüm burada aranmaktadır. Erdoğan’ın, Saray Rejimi’nin tüm danışmanları, kurtuluşu, 1500 yıllık Ayasofya ile dans etmekte aramaktadır.
Tekrar etmek zorundayız: Tarihte büyük olaylar ve kişilikler iki kere oynarlar, ilkinde trajedi, ikincisinde komedi.