Takvim yaprağı, 2 Temmuz 1993 gününü gösteriyordu. Yer Sivas idi. 35 kişi, Madımak Oteli’nde devlet eli ile yakılarak katledildi.
Üzerinden 30 yıl geçti. 30 yıl geçtiği için dava zaman aşımına uğradı diye kaydetti mahkemeler. Mahkeme hiçbir zaman dönemin siyasilerini, vali ve belediye başkanını, kolluk kuvvetlerinin komutanlarını değil sanık, tanık olarak bile dinleme isteğini kabul etmedi. Bunları sorgulamadı. Sadece işe karıştığı belli olanların bir kısmını yargıladı. Ama dava, sonuçta “zaman aşımına” uğradı.
“Zaman aşımı” ne ilginç bir kavramdır. Anlamı, dava çözülememiş demektir. Sivas katliamı çözülemedi. Malatya katliamı, o da çözülemedi. Çorum? Ya Maraş? Peki 16 Mart? Peki ya 1 Mayıs 1977? Daha yakına gelelim; ya Roboski?
CHP milletvekilidir Tanrıkulu. TV100’de bir yayına katılmış. Kendisi bir avukattır da. TSK’yi eleştirmiş. Şöyle demiş: “TSK’nin yaptığı her şey eleştiriden azade değil. Biz milletvekiliyiz, bunları sorgularız. Bu Türk Silahlı Kuvvetleri değil mi 12 Eylül’de faşist darbeyi yapan? Bu ordu değil mi 15 Temmuz darbe girişimini yapan, köyleri yakan? Onlarca faili meçhul cinayet. Benim takıp ettiğim davalar var. 15 köylüyü helikopterden atan TSK değil mi, AHİM kararı ile sabit hâle gelen?.. Biz soru sorarız, doğru olup olmadığını sorgularız. En azından TSK üzerinden bu tür şaibelerin kalkması amacıyla bunu sorarız… Bu kadar köylü yaktı. Daha yeni Roboski, Uludere oldu…”
Tüm devlet çarkı harekete geçti.
Devlet çarkının içinde iliştirilmiş gazeteciler, satılmış aydınlar da var. Devlet çarkının içinde CHP yönetimi de var. Hepsi hep birlikte harekete geçtiler. Tanrıkulu’nun söyledikleri içinde bilinmeyen, ilk kez söylenen, devlet sırrını açığa vurmak gibi bir şey de yok. Hepsi bir bir biliniyor. Herkes, hep birlikte, failin kim olduğunu biliyor. Herkes, evlerinin salonlarında değilse bile tuvaletlerinde, faili bildiğini biliyor. Yüksek sesle söylemelerse de gizlice söylüyorlar. Ama evlerinin salonlarında, başkalarının yanında o kadar yüksek sesle unutuyorlar, o kadar yüksek sesle susuyorlar ki, unutuyor ve unutturuyorlar.
Tanrıkulu, “en azından TSK üzerinden bu tür şaibelerin kalkması amacı”ndan söz ediyor. Yani konuşurken içten içe korkuyor. Açıktan, aslında “ileri gitmek” istemediğini beyan ediyor. Ama ne fayda, dilde bunlar kelimelere dökülüp ses halinde dışarı çıkınca durum değişiyor.
Gerçeği söylemek suçtur. Kanun maddesi hangisi mi, hangi yasaya göre mi suçtur? Egemene göre suçtur. Sen devletin manevi şahsiyeti ile oynadın derler adama.
Öte yandan suçu ve suçluyu övmek de suçtur. İyi ama suçu ve suçluyu yermek hak değildir. Suç ne, suçlu kim ki sen suçu ve suçluyu açıklayacaksın?
İşte size durum. Yeni savaş kabinesi, bu durumu “tehlikeli” bulmuştur. Savaş naraları atılırken, davullar savaş havaları çalarken, sen kimsin ki böylece gerçeği söyleyeceksin? Olmaz. Egemen tüm güçleri ile harekete geçer.
Devlet bu, burjuvazinin egemenlik aygıtı, işçi ve emekçileri baskı altında tutmakla görevli makina. Sen, onun iyi dediğine iyi, kötü dediğine kötü diyeceksin ki “iyi vatandaş” olasın. Gerçek diye bir şey yoktur. Gerçek, eğer egemene faydalı ise, tamam gerçektir ama egemenin pisliklerini ortaya koyuyorsa, suçlarını ortaya koyuyorsa o gerçek yok hükmündedir.
2 Temmuz 1993.
Tarihimizde bir katliamdır.
Bugün IŞİD adam yakıyor, cani bunlar diyenler, kim olursa olsun, hatırlamalıdır, bu tarihten yıllar önce, yakma işi Sivas’ta var. 2011’de Suriye’de ilk insan yakma olayları baş gösterdi. Bundan tam 18 yıl önce, Sivas’ta insan yakma var. 2011’de Suriye’de IŞİD’in insan yaktığı haberi ile irkilen 18 yaşındaki bir genç, aslında kendine çok yakın bir yerde, kendisinin yaşadığı ülkede 35 insanın yakıldığı bilgisinden belki de haberdar değildi.
Belki de Suriye’deki bir savaş, savaşta çok kötü şeyler olur diyerek kınadığı IŞİD eylemlerini açıklamaya çalışan olmuştur. Sivas’ta ise “resmî” bir savaş yoktu. Ama sınıf savaşımı, işte o, her kapitalist ülkede, her zaman vardır. Bu nedenle bugün, ülkemizde her gün 30 civarında çocuk organ nakli için kaçırılıyor, her gün 5 kadın öldürülüyor, her gün Kürt olduğu için insanlar öldürülüyor, her gün 5 işçi iş yerinde cinayete kurban gidiyor ve adına “iş kazası” deniliyor, her gün kadın ve çocukların ırzına geçiliyor vb. Bunların tümü de sınıf savaşımının, insanın insan tarafından sömürülmesinin içindedir.
“Zaman aşımı” nedir?
Acaba bize tüm bunları ne unutturur?
Mesela günlük hayatın hengâmesine dalıp geçim derdine düşmek mi? Yoksa bir film seyretmek mi? Hangisi bunları bize unutturur?
Cumartesi Anneleri, “evlatlarımızın mezar hakkını istiyoruz” dediğinde ne düşünürüz? Bir insan mezar hakkından nasıl söz edebilir? Her gün dayak yiyerek, her cumartesi gözaltına alınarak, sokakta sürüklenerek, çocuklarının kayıp cesetlerini isteyenler acaba ne demiş olurlar? Onların davalarının “zaman aşımı” nedir?
Mahkemenin, sistemin ulu temsilcisi mahkemenin hâkimleri mi “zaman aşımı”na karar verirler, yoksa halkın bizzat kendisi mi?
Artık bu ülkede iki mahkeme vardır. Biri, bildiğimiz adalet sarayları içindeki mahkemelerdir. Bunlar boşuna “adalet sarayı” içine alınmamıştır. Adalet, saraylardan, Saray’ın emri ve izni ile dağıtılmaktadır. Bu adalet, egemenin adaletidir. Bedreddin’i asan, Denizleri, İbrahimleri katleden egemenin sarayları böyledir. Oralardan başka adalet çıkmaz.
İkinci mahkeme, halkın mahkemesidir. Şimdilik mekânı sadece insanların aklı, kalpleridir, yürekleridir, vicdanlarıdır. Şimdilik böyledir. Bir anlamda mekânsızdır bu mahkemeler. Bir gün bu mahkemeler, şehrin en büyük meydanlarında ya da en külüstür binalarında kurulacaktır. İşte o zaman, insanlığın, işçi ve emekçinin adaleti, anaların adaleti devreye girecek. İşte o zaman adalet, saraylardan çıkacak ve gerçek mekânlarına kavuşacak. Belki görkemli binaları olmayacak ama gerçek adalet için çalışan mahkemeler olacaklar.
Şimdilik insanların kafalarındadır bu mahkemeler. Bu mahkemelerde fail bellidir. Bu mahkemeler, şimdilik, kendini açıkça ortaya koymazlar. Tıpkı savaşsız, sömürüsüz bir dünya hayali gibi, işçi ve emekçilerin, insanların kafalarındadır yerleri. Ne zaman bu savaşsız ve sömürüsüz, sınıfsız bir dünya hayali kendini dolaysız sokaklara vurursa, işte o zaman bu mahkemeler gerçek hâline gelirler, maddeleşirler, ete kemiğe bürünen hayaller gibi canlı hâle gelirler.
İşte o zaman, “zaman aşımı” tersine işler. O zaman, hesap günü gelmiş demektir. Hesap gününde her egemen ve onun hizmetlisi, gerçek bir mahkemede çıplak gerçekleri dile getirmek zorunda kalır. O zaman, bugün söylediğimiz söz anlam kazanır: Halka karşı işlenen suçların zaman aşımı yoktur.
İstedikleri kadar zaman aşımından söz etsinler, istedikleri kararları versinler, zabıtlar tutsunlar, dosyalar oluştursunlar. Şimdi onların zamanıdır. Bir gün herkes için hesap verme anı gelir, öbür tarafta değil burada, bu ülkede.
O güne kadar unutmamak esastır.
Unutmamanın yolu açıktır; direnmek, mücadele etmek.
Direnen insanın aklı da açık olur.
Eğer o günler çabuk gelsin istiyorsak, işçi sınıfının devrim ve sosyalizm mücadelesine katılmak gerekir, direnişçi olmak ve direnişe katılmak gerekir.
Onların mahkemelerinin kararları, halkın bildiğini unutturamaz. Faili meçhul cinayetlerin hemen hepsinin faili, halk nezdinde zaten bellidir.