Anlaşılacağı gibi, konumuz “COVID-19” isimli, korona virüs salgınıdır.
Konu ile ilgili o kadar çok “teori” var ki, tek tek her birine bakmak mümkün değil. Bu nedenle, tartışmaya, biraz da durumu netleştirerek başlayalım. Okuyucu bu satırları okuduğunda, muhtemelen aradan 15 gün geçmiş olacak ve kesinlikle birçok yeni gelişme, birçok yeni bilgi ile birlikte ortaya çıkmış olacak. Bu nedenle, olayın daha çok başlangıcını hatırlatmak bizce faydalı olacaktır.
Virüs, korona virüsü şeklinde, aslında dünya için yeni değil. Daha önce de bu virüsün türleri, akrabaları ortaya çıkmış bulunuyordu.
Virüs, galiba 18 Ocak’ta Çin’in Wuhan bölgesinde görüldü. Wuhan bölgesi, Çin’in iç bölgelerinde yer alıyor. Ama 18 Ocak ya da Ocak sonu, Çin yeni yılı anlamına geliyor ve yanlış bilmiyorsam, 15 günlük büyük bir tatil demektir. Yani, Şubat’ın başında, insanlar, evlerine geldikleri Wuhan bölgesinden, Çin’in büyük üretim ve ticaret merkezleri olan Şangay, Ningbo, Guangzhou, Şenzen vb. gibi bölgelerine dönmüş olacaklardı. Döndüklerinde, muhtemelen hastalığı taşıdıklarını da bilmeyeceklerdi. Çünkü Virüs, 14 günlük bir süre sonra vücudu hasta ediyor. Adeta, kurulmuş bir saat gibi, alarm 14 gün sonra ortaya çıkıyor. Yalnız bu 14 günlük süre içinde, yani kişi kendisinin hasta olduğunu bilmeden, bu virüsü başkalarına bulaştırabiliyor.
Bu bilgiler, sanki virüs “Çin için özel bir zamanlama ile” üretilmiş anlamına geliyor. Bu durum ise, gözleri, ABD’ye çeviriyor. Çinliler, tereddüt etmeden, bu virüsün bir laboratuvar virüsü olduğunu ve bunun ise ABD işi olduğunu, kendi günlük hayatlarında dile getiriyorlar. Ama Çin devleti, Mart’ın ortasına kadar bu konuda bir şey söylemedi.
Mart’ın 14’ünde ise, ABD’nin açıklamasının ardından, bir şeyler söylemeye başladılar. ABD, Kasım ve Aralık 2019’da, yüksek sayıda (6.000 deniyor ama kesinleştiremedik) ölüme yol açan bir virüs olduğunu, bunun grip virüsü olduğunu düşündüklerini, ama sonradan bunun COVID-19 olduğunu anladıklarını itiraf etti. Bunun üzerine Çin, bu virüsün, kendi ülkelerine Wuhan bölgesine ABD askerlerince taşındığını söyledi. Bu, elbette bir suçlama idi.
Böylece, COVID-19 adlı virüsün bir biyolojik silâh olup olmadığı tartışması anlam kazanmış oldu. Yani, artık sadece bir şüphe ile konuşulmuyor demektir.
Bu bilgilerle, virüsün 14 günlük kuluçka dönemi, bu dönem boyunca bulaşma ve yayılma hızı gibi virüse ait bilgiler birleştirilince, savaşın başka araçlarla sürdürülmesi, biyolojik saldırıların savaş alanına sürülmesi gibi bir olaydan söz etmek mümkün olmaktadır.
Saldırıya uğrayan en başta Çin olmak üzere, Avrupa ülkeleridir. Saldırıyı düzenleyen ise, muhtemelen ABD- İsrail ve İngiltere hattında yer alanlar olabilir.
Biz diyoruz ki, dünyanın yeniden paylaşımı için, üçüncü dünya savaşını göze alan ABD, karşısında diğer 4 emperyalist güçle savaşarak-anlaşarak ilerlemek istemektedir. Bu savaş, SSCB çözüldükten sonra, kendini tek “süper güç” ilan eden ABD’nin adımları ile su üstüne çıktı. ABD, Japonya, Almanya, Fransa ve İngiltere’yi, kendi denetiminde tuttuğu Soğuk Savaş yıllarının avantajını pekiştirmek istemişti. Bunun için, “tek kutuplu dünya” (aslında iyi düşünülmemiş olduğu şuradan belli ki, kutup sözcüğü ile “tek” bir arada olmaz. Kutup denildi mi, mutlaka birden fazla varlık ifade ediliyor demektir), “imparatorluk” gibi kavramlar devreye sokuldu. Bizim, Marksizm’i liberallik sanan dönek solcularımız da, buna, “imparatorluk barışı garanti eder” gibi yalanlarla destek vermeye yönelmişlerdir. ABD, bu dönem, tüm Batı dünyasını, kendi şemsiyesi altında tutup, eskisi gibi roller dağıtmayı hedefliyordu.
Ama bu tutmadı. Aradan zaman, köprünün altından da çok sular geçti. ABD, işgal planlarını devreye koydu. Neoliberalizm ile birleşen neocon’ların saldırganlığı, Afganistan ve Irak işgali ile kendini tam olarak ortaya koymuştu ki, bir de ne görsünler, diğer emperyalist güçler, buna razı değiller. Almanya, tek kurşun atmadan Doğu Avrupa ve Balkanları kendi “etki” alanı içine almaya başladı. Fransa onu izledi. İngiltere, Ortadoğu için raflara kaldırılmış küflü kitapları indirmeye başladı ve Japonya, ABD üslerinden kurtulmak için, epeyce hevesle paralar ödedi.
Obama dönemi, bir adım geri çekilip, Batı için bir ortak düşman arama dönemidir. Öyle yapmışlardır. Libya’da Batı’nın ortak pastayı bölüşmesine bir örnek yaratıp, ardından Suriye’ye yöneldiler. El Kaide’yi ortak düşman ilan etme işini, IŞİD ile bir üst aşamaya yükselttiler. Ne ki, Suriye savaşı, Rusya’nın devreye girmesine neden oldu.
Bugün, dünya çapında süren savaş, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının karışımı gibi bir hâle dönmektedir. Bir yandan, birinci savaştaki gibi bir paylaşım savaşımı var ve bunun en önemli 5 aktörü, Japonya, Almanya, ABD, Fransa ve İngiltere’dir. Ama öte yandan, Rusya ve Çin’i ortak düşman olarak Batı’nın karşısına dikmeye çalışan ABD, Çin ve Rusya ile de bir savaş içine girmiştir. Umudu, diğer 4 emperyalist gücün ve Batı’nın, Rusya ve Çin’e karşı kendisini desteklemesidir.
Suriye savaşı, Ukrayna savaşı, Venezuela, Çin denizinde gerilimler vb. tam da bu hedefe dönüktür. Ama ABD burada kaybeden durumundadır. O kadar ki, Obama sonrası seçilen Trump’ın, aslında Putin’in adamı olduğunu söyleyecek kadar akılları karışıktır.
Çin’e karşı girişilen ekonomik savaş, Rusya ile girişilen enerji savaşı, oldukça günceldir. Ve ABD, buralarda kaybeden durumundadır.
Bu nedenle, ABD hegemonyası bittiğinden, “tek süper güç”, “tek kutuplu dünya” ve “imparatorluk” planları artık çökmüştür. Şimdilik görünen budur.
İşte, virüs, COVID-19, tam bu dönemde ortaya çıkmaktadır. ABD’nin Çin’e karşı giriştiği ticaret savaşının ardından, Apple’ın Huawei’ye karşı kaybettiği bir dönemin ardından.
Korona virüsünün bir patenti olduğu biliniyor. Patent, muhtemelen, virüse karşı aşı geliştirmek için alınıyor diye sunulmaktadır. Böyle diyecekler, başkası tuhaf olur. Patent, “The Pirbright Institute”e aittir. Bu “The Pirbright”, Bill Gates ailesine aitmiş. Bill ve Melinda Gates’e ait bir vakfın bünyesinde faaliyet gösteren bir enstitüdür. Bu ilgi çekici bilgi, Mart’ın başında ortaya çıktı ve basına yansıdı.
Ama bu bilgi size yeterli gelmiyorsa, o zaman Trump’ın gizli tekliflerine bakmalısınız. Bir Alman şirketi, CureVac, virüs için aşı geliştirmeye çalışmaktadır. Die Welt gazetesi ve ARD TV kanlından yayınlanan bilgilere göre, bu şirkete, Trump tarafından 1 milyar dolarlık bir teklif yapılmış. Bu teklifin amacı, korona virüsüne karşı bulunacak aşının bir tek ABD’ye ait olmasıdır. Yani, alın size 1 milyar dolar, bulduğunuz veya bulacağınız aşıyı bize verin, diyorlar. Neden mi? Çünkü, bu konuda çalışan 25 kadar şirketin bulduğu ve bulacağı aşıları ABD almak istiyor.
İşte şimdi, şunu ileri sürebiliriz: Bu bir savaştır ve savaşın bugünkü aşamasında ABD cephesi (İngiltere ve İsrail, ya biri ya da her ikisi de dahil mi bilmiyoruz. Ama bu ikisi, savaş cephesi içinde ABD yanında yer almaktadır. İsrail daha çok, İngiltere daha az), biyolojik silâhlar kullanmaya başlamıştır.
Demek ki, ABD, Batı dünyasını, kendi kuralları ile Çin ve Rusya’ya boyun eğdirmek için yanına almak isteğini, bir üst aşamaya sıçratmıştır. ABD hegemonyasının dağılmakta olduğunun bir başka kanıtı olsa gerek. Savaş, sürekli daha ileri hamlelerle ilerliyor. Yani ABD saldırıdan şunu umuyor olabilir; Çin pes edecek, AB, ABD kurallarını kabul edecek, böylece ABD hegemonyası devam edecek.
Oysa hayat böyle ilerlemez. Bir kere düştün mü, eski yerine bu yollarla çıkamazsın. Daha uzun süreli politikalar gerekir.
Nitekim Çin, sorunla başa çıkmayı, tam bir örgütlü, kolektif refleksle başardı diyebiliriz. Ardından Çin, İran ve İtalya’nın yardımına koşmaktadır. ABD ise, İran’a karşı, bu koşullarda bile ambargoyu devam ettirmektedir.
Bu işin ikinci yönüne kapıyı açıyor. Ve bizim esas konumuz da bu. Kapitalizm, öldürür. Gerçek anlamı ile, insan soyunun devamı, sosyalizmin dünya ölçeğindeki zaferine bağlı hâle gelmiştir. Yakın dönemde ülkemizde sıkça tartışılan “ya sosyalizm ya ölüm” sloganının bir kere daha yerine oturduğunu görebiliriz.
Çin, İran’a ve İtalya’ya yardım elini uzatıyor. Dünya Sağlık Örgütü bir yana dursun, dünyanın doktorları, hekimleri, toplumsal tepkiyi, kolektif refleksi çok önemsediklerini ilan ediyorlar. Amaçları kâr elde edip, kasalarını doldurmak olan kapitalist tekellerden farklı olarak, ambargo altında var olmaya devam eden Küba’nın ilaçları, sağlık endüstrisi, insan gücü, ahlâkın ve insan olmanın ne demek olduğunu gösterecek başarılara imza atıyorlar. Çin’e, virüsle mücadele etmek için yardım gönderiyorlar.
Uluslararası tekeller, gözlerini kan bürümüş bir tarzda, kârdan başka bir şey görmedikleri için, her ölen insanı, bir “adet” olarak saymakla yetiniyorlar. Trump, “aşı sadece bizde olsun” derdi ile, kazanılacak paraların hayalini kuruyor.
Korona virüsü salgını, ister bir saldırı olsun, ki bizce öyledir, isterse bir “kendiliğinden salgın” olsun, bize gösteriyor ki, kapitalizm ömrünü doldurmuş, varlığını insanlığı yok ederek sürdüren bir sistemdir.
Açık olan şudur: Dünya çapında, tüm sağlık sektörü, kamulaştırılmalıdır.
Tüm hastahaneler, tüm ilaç üretim tesisleri, tüm araştırma tesisleri vb. tüm araç ve gereçler, tüm tıbbî malzemelerin üretimi kamu eli ile yapılmalıdır, kamulaştırılmalıdır.
Virüs, bir “kamu sağlığı” sorunudur ve hiçbir özel şirketin, tekellerin yaklaşımı ile çözülebilecek bir sorun değildir.
İspanya, artan ölümler karşısında, “özel hastahaneleri” kamulaştırmıştır. Zira, bir özel hastahaneye gelen bir salgın vakası, hastahane tarafından alınırsa, hastahaneye, yüksek kârlar bırakan, otel hizmeti almaya alışık hastalar gelmeyecektir ve bu nedenle özel hastahaneler, gerçek anlamda bir “halk sağlığı sorunu”dur.
Fransa, kriz nedeni ile ortaya çıkan ekonomik bunalımla baş etmek için, büyük, dev şirketleri “kamulaştırmaya hazır” olduğunu ilan etmiştir.
ABD’de salgının büyük çaplı ölümlere neden olmasının ana nedeni, bilginin, teknolojinin özel şirketlerin elinde olması, sağlık politikalarının tekellerin çıkarlarına uygun olmasıdır. ABD’de, test için ödenmesi gereken yüksek miktarda paralar, sosyal güvenlik politikalarının çarpıklığı nedeni ile ölümler ortaya çıkmaktadır.
Ülkemizde, elinde kalan paraları ile marketleri yağmalayan ve makarna stokları yapan insanlar, işte bireysel davranan “tüketiciler” oldukları için bu hâldeler. Makarna üreticileri adına konuşan bir kişi, “ülkeyi makarnaya boğmaktan” söz etmektedir. Şaka gibidir, eğer koronadan ölmezseniz, sizi makarna ile boğarak öldürecekler! Ülkenin sağlık bakanı ise, temel hedefine vaka sayısını gizlemeyi koymuştur.
Birçok hastahaneye, virüs testi yapmamaları yönünde baskılar yapılmaktadır. Öyle ya, test yapılırsa, koskoca hastahane, hastalarla birlikte karantinaya alınacak ve “kurumun” parasını kim ödeyecek, kârlılık ne olacak?
İlaç şirketleri, bu işten kazanacakları paraların peşindedir.
Ama, öte yandan, salgın, tüm ülkeyi dumura uğratacak niteliktedir.
Saray Rejimi, nasıl ki, 15 Temmuz’un ardından, bunu bir “lütuf” olarak görmüş ise, şimdi de bu durumu bir “lütuf” olarak ele almaktadır. Umreye gidip geri dönenleri karantinaya almadan evlerine göndermektedirler. Mekke’den dönüşler bitmeden, gümrüklerdeki denetimi artırma yollarını aramamışlardır.
Test yapmak istemiyorlar. Hem test için sınırlı malzemeleri vardır, öyle ya, normal zamanda para etmeyen bir şeyi neden stoklasınlar? Hem de yoğun bakım üniteleri oldukça yetersizdir. Bu durumda, “test yok, vaka yok” yaklaşımı her şeyin önüne geçmektedir.
Bir insanın tedavisinin yapılmasını, bir müşteri mantığı ile, araba tamiri ile kıyaslarsanız, göreceksiniz ki, arabalara daha büyük bir ciddiyetle servis verilmektedir. Arabaların yedek parçaları için araba hırsızlığı ne kadar yaygın ise, insan organlarının kaçakçılığı da o kadar yaygındır. İnsana, hastaya, “müşteri”, “mal” olarak bakmanın sonucu budur.
Bu, kapitalist mantığın, pazar ekonomisinin, tekelci hakimiyet ilişkilerinin kaçınılmaz sonucudur.
Bu nedenle, sağlıkla ilgili tüm süreçlerin, hastahaneler, ilaç üretimi, ilaç tedariki, medikal araç ve gereçler kamulaştırılmalıdır. Bu kamu sağlığı açısından zorunludur. Toplum sağlığı olmadan, bireysel sağlık, ancak izole hayatlarla mümkün olabilir. Bill Gates’in, Eczacıbaşı’nın, Saray erkanının izole hayatları ile sıradan insanların izole hayatları aynı şey değildir.
Mesele “makarna” stoklamakla çözülebilecek bir şey değildir. Mesele, bağışıklık sisteminin güçlenmesi ise, bunun tüm toplum için sağlanmasının yolu, koruyucu hekimlikten geçmektedir. Kâr amaçlı “hekimlik” buraya kadardır. Sorun üretir ve her sorun, kapitalist sömürü çarkı içinde, özel mülkiyet ilişkileri içinde, yeni rant kapıları anlamına gelir.
Virüs, kamulaştırmanın, sosyalizmin zorunluluğunun göstergesidir. Hem virüsün ortaya çıkışının önlenmesi (şöyle ki, özel şirketler, ilaç satabilmek veya başka tarzda bir ekonomik-siyasal savaş için virüs üretebilmektedir) bir kamulaştırmayı gerekli kılıyor, hem virüse karşı ilaç vb. geliştirilmesi, hem de tedavi süreci bir kamulaştırmayı gerektiriyor.
Virüs, bize “canımızı kime emanet ettiğimiz” gerçeğini bir kere daha göstermiştir. Bu nedenle, olası durumlarda yağmalanacak yerler marketler değil, daha öncelikli olarak hastahaneler vb.dir.
Egemenler, kendilerine zarar vermediği sürece her türlü salgını kabul edecek, onu daha büyük rantlara çevirecek mekanizmaları devreye sokacaklardır.
İşçi sınıfı, en başta sendikalar aracılığı ile, kendi kaderini Saray Rejimi’ne terk etmemek üzere talepler geliştirmelidir.
İlk iş, işsizlik fonunun tüm birikimi ile işçilerin denetimine bırakılmasını talep etmektir. İşçiler, işsizlik fonunun denetimi ellerine almalı ve kendileri için kullanmalıdırlar. Bunun için sendikalardan oluşan bir kurul, işsizlik fonunun denetimini almalıdır. Bu komisyona devlet adına kimse kabul edilmemelidir. Sendikalar, her fabrikada, seçimle oluşturulan bir işyeri komitesi aracılığı ile, fonun o fabrikada kullanımını işçilere bırakmalıdır. Bu komiteler, sektör bazında bir araya gelmeli ve fonun kullanımını kurallara bağlamalıdır. Bu kurallar önceden ilan edilmelidir.
Her bölgedeki tüm sağlık kuruluşları, kamulaştırılmalı, Tabipler Birliği’nin katılımı ile hastahane yönetimleri organize edilmelidir. Tüm sağlık önlemleri, açık, şeffaf ve halkın aktif katılımı ile hayata geçirilmelidir.
Tüm ilaç ve tıbbî malzemeler ve sağlık hizmetleri, ücretsiz olarak halka sunulmalıdır.
Sadece kolonya meselesini ele alın. Sterilizasyon malzemeleri ile kolonya, ülkemizde, birkaç gün içinde beş on kat pahalı hâle gelmiştir. Makarna stoklamak, müşteri olmayı kabul etmiş insan sürülerinin davranışıdır. Bu hâli ile virüs, korku üretmektedir. Salgını bir başka korkutma aracı olarak devreye sokmak, ancak Saray Rejimi gibi yapıların işi olmaktadır. Salgın, çaresizlik ve yeni işsizlik dalgaları üretmektedir. Oysa çare, kapitalizmi yıkmaktır, sömürü sistemine son vermektir, yani devrimdir. Ellerimizi temizleyerek, kolonyalayarak aşındırmak, bireysel çözümlerdir, kendi başınızın çaresini bakın politikalarının sonucudur. Elbette gereklidir, ama kamu sağlığı politikaları olmadan, mevcut sistemi değiştirmeden, sağlıklı kalabilmek, salgınları önleyebilmek mümkün değildir.
Salgın veya başka bir doğal veya sosyal afet, her zaman tekeller için, yeni kâr alanları demektir. Her adımda da, her zaman bunu yapmaktadırlar. Sorunları, problemleri kâra ve ranta tahvil etmek, kapitalist sistemin ruhudur. Salgın, korona virüsü, bize dünya kapitalist sisteminin insanlığın en büyük düşmanı, en büyük sorunu olduğunu göstermektedir.