Tartışmanın bir başlığı, ABD hegemonyasının sonuna gelinip gelinmediğidir.
Buna bağlı bir ikinci başlık, 2008’de finansal alanda ortaya çıkan krizin, hâlâ atlatılmamasının anlamı ya da bu krizin niteliği üzerinedir.
Bunlardan ayrılmayacak şekilde bağlı bir başka tartışma, Üçüncü Dünya Savaşı meselesidir.
Bu arada, dünyada, hemen her yerde bir gerici dalga yükselmekte, ırkçılık ve milliyetçilik yükselmekte, bunlarla bağlantılı olarak dinin daha saldırganca kullanımı gündeme gelmektedir. Son dönemde sahneye çıkan bazı kişiler, örgütler vb. bu sürecin göstergeleri olarak ele alınmaktadır. IŞİD bu doğrultuda bir örgüt iken, Amerika’da yükselen ırkçılık ve polis kurşunları ile can veren Afrika kökenli insanlara karşı saldırıları organize eden de bir örgüttür. Ama bunların yanında, Le Pen gibi, Trump gibi, Erdoğan gibi aktörlerin sahne almasına da şahit oluyoruz.
Kuşku yok ki, bu arada, finansal ve teknolojik gelişmelerin kapitalist sermaye birikimi ve kâr maksimizasyonu süreçlerini nasıl etkilediği de sık sık tartışılmaktadır.
ABD HEGEMONYASININ SONU
Kapitalizm bir dünya sistemidir. Dünya kapitalist sistemi dediğimizde, sadece kapitalist sistemin tüm dünyaya ya da neredeyse tüm dünyaya (kavramın ilk kullanıldığında hatırı sayılır ölçüde feodal ilişkiler sistemin içinde yer almaktaydı. Ama buna rağmen kapitalist dünya sistemi kavram olarak doğru idi) yayılmış olduğunu söylemekle kalmayız. Kapitalist dünya sistemi dediğimizde, onun kendi içinde bir işleyişi olduğunu, ayrı bir yapısı olduğunu kabul etmiş oluruz. Kapitalist dünya sistemi, elbette merkezinde emperyalist ülkelerin olduğu bir sistemdir. Ve elbette ki, bu emperyalist ülkeler, sömürgeleri ile birlikte var olurlar. Kuşku yok ki, sömürge ülkeler arasında bir çok açıdan farklılık olur. Ama kapitalist dünya sistemi denildi mi, mutlaka emperyalist güçler ve onların sömürgelerinden söz ediyoruz demektir. Farklı gelişmişlik düzeyleri ile bu sistemi anlatmış olmayız. Tersine, kapitalist dünya sisteminin emperyalist ülkeler ve sömürgelerinden oluştuğu gerçeğinin üzerini örtmüş oluruz. Bilerek ya da bilmeyerek. Bu nedenle farklı gelişmişlik düzeyleri, bizim kapitalist dünya ekonomisi kavramımızı açıklamaya yetmez.
Kapitalizmden önce, feodalizm de bir dünya sistemi idi. Ama kapitalist dünya sistemi, daha geniş alana ya da derinlemesine bakacak olursak, her alana daha derinlemesine nüfuz etmek de demektir. Dünya sistemleri, geliştikçe, daha geniş alanda ve daha derinlemesine etki kazanıyor. Bu, sömürünün de daha fazla yayılması ve derinleşmesi demektir. Kadın emeğinin, çocuk emeğinin sanayinin hizmetine sunulması, bu derinleme sömürüye örnek olabilir.
Tüm bu süreçleri anlatabilmek adına, biz, kapitalist-emperyalizm diyoruz. Bu yolla, hem dünya çapında sömürgeciliğin, aslında kölecilikle, insanın insan tarafından sömürülmeye başlaması ile başladığını, kapitalizmle bunun yeniden örgütlenmiş olduğunu söylemiş oluyoruz, hem de kapitalizme atfedilen “olumlu” rolü pek de sevmediğimizi ilan etmiş oluyoruz.
Kapitalist dünya sisteminin, kendi içinde değişimi, tarihsel gelişimi, eğer yanlış olmayacaksa “evrimi” vardır. Başlangıçta, İngiltere’nin açık bir hegemonyası vardı. “Toprakları üzerinde güneş batmayan imparatorluk”, 1. Dünya Savaşı sonrasında geçilmeye başlandı. Özellikle Almanya’nın ekonomik gelişimi, İngiliz ekonomisini zorluyordu. Ama yine de, II. Dünya Savaşı sonrasında gördüğümüz şey, Amerikan hegemonyası oldu. Demek ki, bu hegemonya, sadece “ekonomik” bir kavram değil. Hegemonya, konu emperyalist güçler arasında ilişkiler olunca, aynı zamanda askerî bir anlam da ifade ediyor.
İngiliz hegemonyasında kapitalist dünya, daha az “birarada” idi. 1917 Ekim Devrimi sonrası, bu süreç değişmeye başladı. Kapitalist dünya sisteminin zinciri bir yerden parçalanmıştı. Buna karşı, dünya burjuvazisinin ve dünyanın tüm gericilerinin ortaklaşa hareket etme kabiliyeti gelişmeye başladı. İngiltere’nin bunu teşvik ederken, kendi çıkarlarına, sistemin ortak çıkarlarından daha fazla dikkat ettiği de açık.
Ama İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki ABD hegemonyası dönemi, oldukça farklıdır. ABD öncülüğünde tüm emperyalist blok, SSCB’ye ve dünya devrimine karşı kendi örgütlülüklerini yaratmaya çalıştılar. Uzun Soğuk Savaş yılları içinde NATO, dünyanın her yerinde devrimleri bastıran, katliamlar organize eden, halkları kurşuna dizen, gladio örgütlenmeleri sağlayan bir mekanizma oldu. NATO, dünya tekellerinin, karşı-devrim örgütünün adı oldu.
Bu koşullarda ABD’nin, hem rakipleri olan diğer emperyalist ülkeler üzerinde açık bir hegemonya kurması olanaklı oldu, hem de pastadan büyük payı alması mümkün oldu. ABD doları, rezerv para hâline geldi. ABD silâhları, alıcıları önceden belli bir pazara sahip oldu vb.
SSCB’nin çözülmesi, güç dengelerini değiştirdi. Deyim uygun düşerse, tahterevallinin bir ucundan SSCB’nin kalkması, bir eğik düzlem oluşturdu ve bugün ABD’nin “herkes eşit yük alsın” taleplerinin temeli olan süreci başlattı. Aslında ABD, daha önce aslan payını almaya alışıktır. Ama bu kez, işin maliyet bölümü ortaya çıkmaya başladı ve diğerleri, giderek bu maliyetlere katılmama eğilimine girdi.
Bu eğilim daha da artacaktır.
Bugün, Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin ABD tarafından sistematik dinlendiği bilgileri, aslında yeni öğrenilmiş şeyler değil. Bunlar eskiden beri varolan, her devletin bildiği ama sustuğu konulardır. Bugün, artık, ABD’nin kontrolünden çıkma isteği ortaya çıktığından, bu durum kamuoyuna açıklanmaktadır. Sanki yeni bir dinleme sistemi varmış gibi ortaya atılmaktadır.
Açık olan şudur, SSCB’nin çözüldüğü 1989’dan bu yana, 27 yıl geçti. Ve bugün, Japonya, Almanya, Fransa, çok isteksiz de olsa ve farklı bir yol ile ABD’nin akıl hocası olmaya soyunan İngiltere, ABD hegemonyasından çıkmaktadır.
Bunun kolay olmayacağı da kesin.
Ama dahası, ABD hegemonyası yerine, bu ülkelerden birinin hegemonyası geçmeyecekse, belki de daha parçalı bir süreç ortaya çıkacaktır. Yani, birden fazla gücün, kendince merkez olduğu bir süreç olacaktır.
Olacaktır, iddialı bir söz. Bu ancak, dünya çapında bir devrimci merkez yok ise, SSCB gibi bir güç yok ise mümkündür. Yeniden bir denge durumunun oluşması hâlinde, yine bir anti-komünist ittifak oluşacaktır. Elbette öncekinden daha farklı olmak koşulu ile.
Olacaktır iddialı bir söz. Biz, bugün ABD hegemonyasının tek tek aslanın dişlerinin çekilmesi süreci ile mi son bulacağını, bulacaksa, bu dişleri kimlerin çekeceğini bilmiyoruz. Bir yeni dünya savaşı gündemde olduğuna göre, oldukça sancılı, belirsizliklerle dolu bir yoldur bu.
Ve bugün tam da bu yolun ortasındayız. Daha çok başında, ama ortasındayız.
SSCB çözülür çözülmez, ABD’nin dünya imparatorluğu hayalini deklare ettiğine şahit olduk. Bir yandan Kissinger, diğer yandan Fukuyama, bu yeni imparatorluk için epeyce hayaller kurduklarını bize göstermiş oldular. Dünyanın tek super güçle, barış içinde yönetileceği fikri, çok zaman almadan yerle bir oldu. Bugün, birden fazla super güç olacağı artık kabul görüyor.
Rusya ve Çin bir blok olarak ele alınıyor.
Almanya’nın askerî açıdan zayıf olduğu söyleniyor. AB’nin belkemiğini oluşturan Almanya ve Fransa’nın, her zaman aynı hareket edebilecekleri de tartışma konusu. Ama AB’nin bütünlüklü kalması zor görünüyor.
İngiltere’nin dünyayı yönetme konusundaki deneyimine rağmen, hem ekonomik hem de askerî olarak zayıf olduğu söyleniyor. Daha çok ABD’ye eklenmesinden söz ediliyor. Mümkündür, orada, bir “akıl hocası” olma rolü vardır.
Tüm bunları tartışmak, ABD’nin hegemonyasının, savaşsız, gürültüsüz sona ereceği anlamına gelmemesi gerekir. Daha şimdiden, 11 Eylül, ardından Afganistan işgali, ardından Irak işgali, ardından Libya ve ardından Suriye savaşlarına tanık olmuş bulunuyoruz.
Bugünlerde ABD devletinin içinde farklı eğilimlerin çatışmakta olduğunu söylemek de yanlış olmaz. Bu, hegemonya meselesi ile de bağlantılı olmak zorundadır. Biz bu çatışmayı, en son ve en açık şekilde, ABD başkanlık seçimlerinde gördük. ABD egemenlerinin Clinton’dan yana bir ağırlığı olduğu anlaşılıyor. ABD seçimlerinin, Suriye ve IŞİD operasyonlarındaki başarısızlıkla bir bağlantısı var mıdır? Olmaması mümkün değildir. ABD devletinin, doğrudan Rusya’yı, Trump’ı destekledi, diye suçlaması, görünüşte saçmadır. Ancak, bu bağlantılar nedeni ile açıklanabilirdir. ABD, Suriye savaşının sarsıntılarını daha yeni yaşamaya başlamıştır. Öyle anlaşılıyor dahası vardır.
Suriye savaşı, hem ABD’nin “istediğini başarır” imajını delmiştir, hem de maliyetlerini çok artırmıştır. Suudi Arabistan ve Katar, işin mali yükünü çekmek için baştan son derece gönüllü idi. Ama işler istenildiği gibi gitmedi ve durum bugün pek de parlak değildir.
ABD, elbette ki tam bir yenilgi yaşamış değildir. Ama hafife alınacak bir durum da ortada yok. Suriye savaşı, ABD egemenlerinin kendi yollarını çizme konusunda tartışmalarını artırmıştır.
Trump, Meksika sınırına duvar inşa etmektedir. Bunun nedeni, Meksikalı göçmenler değildir. Tersine, ABD egemenleri ya da bunların en azından bir kısmı, Teksas’ın ayrılmasını engellemek istemektedirler. Bu duvar daha çok bu işlevi görmek üzere planlanmaktadır. Göçmen meselesi tümü ile uydurmadır.
ABD hegemonyasının sonuna gelindiği yönünde epeyce kanıt vardır. Elbette, bugün sürmekte olan savaşın, nasıl sonuçlanacağı bu açıdan da önemli. Her türlü sürprize açıktır savaşlar.
2008 KRİZİ; KRİZ BİTMİYOR!
2008 krizi, ilgiye değer bir krizdir. Bu konuda okuyucunun birçok kaynak bulabileceğini biliyorum. Bu nedenle, ne oldudan çok, bize neleri gösterdiği üzerinde durmamız yerinde olur.
2008’de, Mortgage krizi diye bir kriz, herkesin gündemine düştü. Amerika’da, insanlar evlerini satmaya çalışıyor ama fiyatlar yerlerde sürünüyordu. TV kanallarında, Amerikalı ailelerin durumunu gösteriliyordu.
300 bin dolar ile bu evi aldık. Banka kredisi almıştık, ama işimizi kaybettik, 120 bin dolar ödemiştik. Derken banka bizim evimizi satmaya karar verdi. Baktık ki, evimize en çok 100 bin dolar veriyorlar. Çünkü herkes evini satmaya çalışıyor. 100 bin dolara satsak da, bankaya kalan 180 bin dolar borcumuzu ödeyemiyoruz. Hem ödedik, hem de evimiz yok.
Aşağı yukarı buna benzer bir hikâye ortaya çıktı.
Aşırı borçlanma, tüm hisse senetleri, finansal araçlar, bu arada konut fiyatları vb.nin de aşırı şişmesi, bir yerden balonun patlamasına yol açtı ve ardından gümbürtü geldi.
Birçok büyük banka battı. ABD’de, İngiltere’de büyük bankaların hemen hepsi battı. Bazı bankalar, “batamayacak kadar önemli” bulundu ve onları kurtardılar. CitiBank bunlardan biridir. Kriz öncesinde 250 milyar dolarlık bir şirket idi. Krizde 25 milyar dolar karşılığında Çinlilere satılacaktı ki, “satılamayacak kadar önemli banka” kategorisine girdi. Rockefeller ailesinin bankası, ABD istihbaratı adına pek çok örtülü operasyonda görev almıştı. Satılırsa ne olacaktı? Bunun yerine, bankaya, krizden önceki değerini aşan bir meblağ transfer edildi, CitiBank, içine 360 milyar dolar enjekte edilerek kurtarıldı.
Modern kapitalizm tekelci karakterdedir. Tekelci kapitalizm, pazarın bölüşülmesine, ilave ek tekelci kârlara, sermayenin merkezîleşmesi ve yoğunlaşmasına, banka ve sanayi sermayesinin birleşmesine dayanır. Bu eğilim, 1870’lerde ortaya çıkmış, kapitalist gelişimin kaçınılmaz ürünüdür. Tekelci kapitalizm, elbette tekeller çağı demektir. Ve günümüz karanlığı bu tekelci egemenlik olmadan açıklanamaz.
Kabaca 1970’lerden bu yana, dünyanın sayılı tekelleri, sermaye birikimi ve sermayenin yeniden dağılımı (kapitalistlerin kapitalistler tarafından mülksüzleştirilmesi, bu yolla sermayenin daha az sayıda elde toplanması) için, daha çok ama daha çok finansal manipülasyona başvurdular. Şirketlerin hisseleri ile oynamak, büyük para transferlerini organize etmek yolu ile, farklı kaynaklarda birikmiş sermayeyi ele geçirmek, kârlı alanlardan artı-değeri çekmek çok daha ucuz, daha kısa zamanda gerçekleştirilmekteydi. Bugün de öyledir. Aslında finansallaşma dediğimiz şey, tekelci kapitalizme özgüdür ve daha hızlı “sermaye birikimi” olanağı sunmaktadır. Aslında bu sermayeyi, o tekel grubu biriktirmiyor. Ama finansal gücünü kullanarak, varolan bir işletmenin kontrolünü eline geçiriyor ya da bir başkasını batırabiliyor.
Aslında finans alanı, on yıllardır kapitalizmin altın çocuklarının yetiştiği alan oldu. Eskiden, büyük çaplı üretimin gerektirdiği mühendislikler vb. gözden düştü, bunun yerine, borsalarda boy gösteren, bir metaın yarınki değerini tahmin etmeye çalışan, piyasadan her türlü dedikoduyu almaya yatkın, şekilsiz servis elemanları göz doldurmaya başlamıştı.
Aslında hikâyenin bu kısmı, bilenler için yeni değildir. 1970’ler bu açıdan önemli dönüm noktasıdır.
1970’lerdeki bu eğilim anlaşılmadan, dünyada gelişen darbe süreçleri, sermayenin uluslararasılaşma eğiliminde büyük artış da anlaşılamaz ya da eksik anlaşılır.
“Finasal çağ” diye övünenler, bu çağı, hız ile örtüştürmeye çalıştılar ve birçok açıdan doğrudur.
Bugünün bilgi-iletişim ya da bilgi-işlem süreçlerinde bu finansallaşmanın etkisi, en az endüstrinin gelişimi kadardır, belki de daha fazla. Sermayenin uluslararasılaşmasındaki hızlanmayı da üzerine koyun.
Büyük bilgi işlem sistemlerini, bugün bize, kapitalizmin işleyiş yasaları dışında bir alan gibi sunmaları, aslında, büyük çaplı bir göz boyamaktan başka bir şey değildir. Kapitalist üretimin yasaları ne ise, aynısı bilgi-işlem alanında da geçerlidir. Google, facebook, IT şirketleri ve daha başkaları, elbette büyük kapitalistlerin, yani, uluslararası tekelci sermayenin elinde olacaktır.
Bugün de böyledir.
İşte, 2008 krizi, patlayan balonlarla, alttan alta var olan krizin su üstüne çıkması demek idi. Bu gerçekleşti. Aslında, aklı başında iktisatçılar, ister burjuva cepheden olsun, ister sol cepheden, bu krizi hissediyorlardı. 2008’de patlayana kadar, hiç kimse bu krizin bu kadar etkili olabileceğini kestiremiyordu. Sadece CitiBank örneği, durumu anlamak için yeterlidir. Lütfen, “batırılamayacak kadar önemli bankalar” terimine de dikkat edin. Aslında, 2008 krizi üzerine yazılanlarda “batırılamayacak kadar büyük bankalar” derler. Biz, “batırılamayacak kadar önemli bankalar” diyoruz, çünkü, bu bankalar, kapitalist sistemin karargâhı sayılır. Sermaye hareketleri, aslında ekonominin ne yönde gelişeceğini belirlemek açısından büyük ölçüde önemlidir ve buna bankalar karar verirler. Ama biz sadece bunun için değil, aynı zamanda, bu bankaların “örtülü operasyonlarda” aldıkları görevler nedeni ile, salt ekonomik rolleri değil, siyasal yönleri ile “önemli” olduklarını biliyoruz.
Bugün, krizin üzerinden 9 yıl geçmiş olmasına rağmen, kriz hâlâ devam etmektedir.
Bunu anlamak için, şu rakama dikkat edin: 2008’de kriz patlak vermeden önce, dünyadaki tüm servetin büyüklüğünü 10 kat aşan bir finansal balon vardı. Yani, bir anlamda dünya GSMH’nin 10 katı büyüklüğünde bir balondur bu.
İşte bu nedenle, kriz bir türlü bitmiyor.
Bu bitmeme yönü, kapitalist sistemin her zaman ortaya çıkan krizlerinden farklı olarak, bu krize daha bir ağırlık katıyor.
2008 krizi, sadece hisse senetlerinin buharlaşmasına yol açmadı, katı cisimlerin, servetin, binaların vb. daha da hafiflediğine şahit olduğumuz bir kriz oldu.
2008 krizi, mesela doların, dünya kapitalist siteminin rezerv para birimi olması özelliğine de son verdi.
Bu son derece önemlidir.
Bugün, doların yerine başka bir tek paranın rezerv para olarak öne çıkacağı fikri uzak ihtimale benzemektedir. Daha çok, birden fazla paranın rezerv olarak kullanılması sürecinin başlayacağını düşünmek mümkündür. Bunu görüyoruz. BRIC ülkelerinin dolarsız, eurosuz alışveriş yapma eğilimleri bunun en açık kanıtıdır.
2008 krizi üzerine tartışanlar, aslında kapitalizmin krizlerinin sürekliliği nedeni ile, bu durumun normal olduğunu da söylemektedir. Elbette, kapitalizm, sürekli olarak bir krizi aşmakta, bir yenisi ve daha büyüğü ile karşılaşmaktadır. Ama 2008 krizi, kapitalizm hayranlarının “yaratıcı yıkıcılık” diye göklere çıkardıkları finansal alanın yıkılışına tanıklık etmiştir. Bunun akılda tutulması önemlidir.
DÜNYANIN YENİDEN PAYLAŞIMI SAVAŞI
Birçok yerde söylenir, savaş kapitalizmin bazı sorunlarını çözer. Birçok “aklı evvel”, utanmadan kalkıp, savaş yolu ile bir nüfus planlamasını savunur. Savaşın yıkıcılığına bakmadan, savaşta ölenlerin kendisinden olmamış olmasına dua ederek, savaşı çözüm olarak sunarlar.
SSCB çözüldüğünden bu yana, dünyanın yeniden paylaşımı savaşı, dünyanın her alanında farklı düzeyde gelişmektedir. ABD, hâlâ askerî üstünlüğü elinde tutmakta iken, diğer güçleri kendi politikalarına razı etme peşindedir. Bunun için, örneğin Libya savaşında olduğu gibi, onları etrafında tutabilmek için bazı paylar vermektedir.
Ama aslında bu, tüm emperyalist güçlerin birbirini boğazlama savaşıdır.
Bu savaş, her coğrafyada, halkların kullanılması biçiminde sürmektedir. Sürekli olarak bu savaşlar, ABD topraklarına uzak, dünyanın başka halklarının birbirini kırması şeklinde yürümektedir.
Bu hem bir bölüşümdür, hem de silâh sanayiinin, ilaç sanayiinin akıl almaz kârlar elde etmesine olanak sağlayan bir gelişmedir.
ABD, NATO’yu kullanarak Batı’yı kendi kontrolünde tutma peşindedir. AB ülkeleri ise, NATO şemsiyesini usulca devralmak için zaman beklemektedir. Almanya, İngiltere, Japonya, Fransa gibi ülkeler, savaş sürerken kendi konumlarını güçlendirme, kontrolden kurtulma hedefindedir.
Ama tüm bu süreçler sürerken, Afganistan’dan başlayarak ABD, kendi kurallarına uygun bir dünya yaratmaya yönelmiştir. Afganistan’ı Irak izledi. Ama bu her iki alanda da, elde ettiklerinden çok, elde edemedikleri ile gündeme gelmektedir. Irak’ta aslında İran’ın genişlediğini tartışanlar, tam da bu noktayı vurgulamış oluyorlar.
Bir açıdan bakılırsa ABD üsler elde ediyor, silâhlarını satıyor, sahaya yerleşiyor vb. Ama diğer taraftan, istediği sonuçları elde edemiyor. Bu nedenle, Afganistan’da kendisine destek veren NATO şemsiyesini tutmakta zorlanıyor. Libya, tam da böyle bir süreçte, yeniden saldırılarına hız vermek için, bir ittifak tazeleme saldırısı işlevini gördü.
Suriye, bu sürecin içinde gündeme geldi. Ve ilk kez, Suriye savaşı ile Rusya, ABD’ye dur deme adımını attı, sahaya çıktı.
IŞİD, aslında savaşın yeni biçimlerine de işarettir. Çeteler, devlet olarak ilan edilmektedir. IŞİD, dünyanın birçok devleti ile diplomatik ilişki kurmuştur ve bunlara, ABD, Suudi Arabistan, İngiltere, İsrail, Türkiye gibi ülkeler de dahildir.
Tüm bu süreç, aslında dünyanın yeniden paylaşımı için bir savaşın yürümekte olduğunu göstermektedir.
Birçok şey, aslında bu savaş sürecinde netlik kazanacaktır.
Savaşın bugünkü aşaması, bazı sonuçlar vermiştir bile. İlk olarak neo-liberalizmin sonuna gelindiğini görmek mümkün. Bu elbette, başka tarzda bir saldırının devam etmeyeceği, daha “demokratik ve barışçıl” bir kapitalizm olacağı anlamına gelmiyor. Ama, son Davos forumunda, Çin liberalizmi savunurken, ABD, korumacılıktan vb. söz etmeye başlamıştır. ABD, bazı yatırımları içe, kendi ülkesine çekme eğilimindedir ve bu noktada şirketlere gözdağı verilmektedir. Bazı ülkeler ile gümrükleri sıfırlayan anlaşmaları kaldırma eğilimi devrededir. Kısacası ABD, bugün, ayağa kalkma, toparlanma isteği ile hareket etmeye başlamıştır. Bu, elbette işçi sınıfına, emekçilere dönük yeni saldırı dalgalarının olmayacağı anlamına gelmez. Ama neo-liberalizm, birçok açıdan geri düşecektir.
Savaş, elbette, kapitalizmin yaralarına ilaç olmayacaktır, olamaz. Ama öyle anlaşılıyor ki, dünyada bu savaşı durdurabilecek tek güç, dünya işçi sınıfıdır, devrimci bir kalkışmadır. Başka herhangi bir nedenle paylaşımın ertelenmesi mümkün görünmemektedir.
DÜNYA DEVRİMİNİN YENİ DALGASI
Her şeyin bir ömrü vardır.
Kapitalist sistem, tüm kurumları ile, tüm varlığı ile, insanlığın gelişiminin önünde ağır bir engeldir.
Kapitalizm, insanı tüketerek, insanı insan olmaktan çıkartarak kendi varlığını devam ettirebilmektedir. Başka türkü ayakta kalması mümkün değildir.
İnsanlaşma ile, doğanın bir parçası olarak insanın gelişimi ile, kapitalist sistem arasında büyük bir çatışma vardır. Kapitalizm insanı yok ederek var olabiliyor. İnsanlık, kapitalizmi aşmak zorundadır, başka türlü gelişimini sürdüremez.
Kapitalist sistemin, her şey gibi, bir ömrü vardır.
Burjuva egemenler, tekeller, sonsuz bir egemenliği sürdüremezler, sürdürememektedirler.
Kapitalist sistemin sonunu, 1917 Ekim Devrimi açık olarak gösterdi. 1917, kapitalist-emperyalist sistemin sonu idi. SSCB çözülünce, Fukuyama, “tarihin sonu” diye boşuna sevinmedi. Fukuyama, tarihin kapitalizmin sonunu getirdiğini, getireceğini biliyordu. O da, tarihin sonunu ilan etti.
Fukuyama bilmez mi, tarihin sonu, “zamansızlık”tır, en basit ifade ile “zamanın durmasıdır”? Elbette bilir. Ama ya kapitalizmin ya da tarihin (insanlığın) sona ermesi gerektiği konusunda bir fikri vardır. Bu konuda haklıdır. Gerçeğin sadece bir küçük parçasını da ifade etse, bir açıdan doğru söylemektedir. Kapitalizmin sonu gelmezse, insanlığın sonu gelecektir.
Her şeyin bir ömrü vardır. Kapitalizm, bu sonuna geldiği ömrünü, sunî yöntemlerle, insanoğlunu bitkisel hayata iterek, karanlığa mahkûm ederek uzatmak istemektedir.
Kapitalist-emperyalist sistemin sonu demek, devrim demektir. Başka bir son yoktur. Kapitalizmin mezar kazıcısı işçi sınıfıdır. Dünya işçi sınıfı, kapitalizmi tarihe gömmek için hareket etmedikçe, kapitalizm ömrünü uzatma yeteneği geliştirebilir.
Bugün tüm dünyada ana mesele, işçi sınıfının sahneye çıkması ve iktidarı talep etmesi meselesidir.
Bugün, SSCB’nin çözülüşünden sonra, kapitalist sistem, yeniden ve derin krizler içindedir. Bu krizler, dünyanın yeniden paylaşılması savaşı ile birleşmektedir. Bu paylaşım savaşı, dünyanın yeniden paylaşılmasını belirleyecektir elbette, ama onun kadar dünyada sömürgeciliğin daha da derinleşmesine olanak tanıyacaktır, bu konuda yeni yöntemler ortaya koyacaktır.
Daha bugünden, dünya çapında bir gerici hava esmektedir. Dünyanın ortaçağ karanlığına boğulması için, din dindarları yaralayacak tarzda kullanılmaktadır. Uluslararası tekeller, akla ve bilime savaş açmış durumdadır. Tekeller gerçeğe savaş açmış durumdadır.
Yalan ve karanlık, yağma ve sömürü çarklarının gelişimi için onlara olanaklar sağlıyor. Medya aracılığı ile toplumu yönlendirme, gerçekliği manipüle etme, polis teşkilâtları ile tüm toplumu izleme olanaklarını örgütlüyorlar.
Ama nafiledir. Tüm bu yıkılmaz görünen kontrol mekanizmaları, işçi sınıfının kararlı bir isyanına bakar. Hepsi budur.
Dünya çapında gericilik, tekeller tarafından desteklenmektedir. O kadar ki, bugün, sürekli bir hâl almış olan krizin içinde, burjuva devletlerin çeteleştiğini görmekteyiz. IŞİD denilen örgütün, bir anda “devlet” olarak ortaya çıkması ve söylendiğine göre 40 civarında devletle diplomatik ilişkiler kurması “rastlantı” mıdır? Ukrayna’daki devletin çeteleşmesi açık değil mi? TC devleti, FETÖ’sü ile, Erdoğan’ı ile, Ergenekon’u ile, Menzil tarikatı ile vb. çeteleşmenin az görünür örneklerini sunmaktadır. Bu çeteleşme, Amerikan devletinde hangi boyuttadır acaba? Son başkanlık seçimlerinde, Trump ve Clinton tarafından yürütülen kampanyalar, acaba bu çeteleşmenin kanıtları değil midir?
Tüm bunlar, sistemdeki çürümenin kanıtlarıdır.
Bu çürüme, sadece, bizzat sistemin tepesinin, yakın dönemde savaş açtığı “ulus devletler”i sarmış değildir. Bu çürüme, tüm sistemi sarmıştır.
Dünyanın egemenleri, tek tek ülkelerin egemenleri, kendi aralarında bir paylaşım savaşının içindedir. Bu savaşın kapsamı, giderek büyümektedir.
Gerçekte, her emperyalist güç, amaçlarını gerçekleştirmek için, birçok tetikçiye ulaşabilmekte, onları kullanmaktadır. Ve tüm bölgesel savaşlar, gerçekte, o bölgedeki halkların acılara boğulması, halkların birbirini kırması demektir. Bunu, en yakınımızda, Suriye’de gördük, görüyoruz.
Ama tüm bu karanlık içinden, geleceğin ışığı yükselmektedir de.
Bir yeni devrim dalgasının geldiği fikrindeyiz.
Devrim dalgası üzerinde durmamız gerekir. 1917 Ekim Devrimi’nin zaferi, hem öncesinde, hem de sonrasında süren bir devrimci kabarışın, bir devrim dalgasının içinde gerçekleşti. Ekim Devrimi döneminde, Almanya, 1919 yılına kadar ciddi bir devrimci kalkışmanın içindedir. Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, bu dönemin mücadelesine ışık tutacak pek çok dökümanı geride bırakmıştır. Aynı dönemde Avrupa’da bir devrimci dalga, bir devrimci kabarış vardır.
Benzer biçimde, İkinci Dünya Savaşı’nda, faşizmi yenilgiye uğratan, büyük kayıplarına rağmen zafer kazanmış olan Kızılordu’nun zaferini takiben, yeni bir devrim dalgası yükselmiştir. Bu, 1917’dekine göre daha az yaygınlıktadır. Ama yine de vardır. 1968 patlamasını, bu dalganın içine koymak mümkündür. Çin devrimi, Küba, 1968 ayaklanmaları, Vietnam direnişi, bu devrim dalgasının içindedir.
1917 dalgasının öncesinde, II. Enternasyonal’in ihanetine rağmen, doğmakta olan Üçüncü Enternasyonal’in varlığı var.
II. Dünya Savaşı sonrasında ise, “etki alanları” anlaşması içinde, devrimler zafere ulaşmadan yardımların devreye girmediği bir dönem var.
Bugün, bu dalgalara benzer, bir yeni devrim dalgasının içine girmek üzereyiz. Daha işin başında olduğumuzu söylemek gerekir.
Bu dalga, hem sistemin derinleşen krizi ile beslenmektedir, hem de dünyanın yeniden paylaşılması savaşımı ile yaşanan durumlar, bir isyanı beslemektedir.
Birçok ülkede egemen sınıflar, kendi içlerinde çatışma hâlindedirler. Bu durum, dünya işçi sınıfı için önemli bir şanstır.
Bugün birçok bölgedeki savaş, hem emperyalist merkezlerin silâh sanayiini büyütmektedir, hem savaşın çıktığı bölgelerde halkın gerçek sorunlarından kopmasına neden olmaktadır. Savaş, aslında halkları sindirme aracı hâlindedir de.
Ama bu sindirme, bu baskı, bu yalan mekanizmasının devreye sokulması, bir yerden sonra, işe yaramayacaktır. Hele ki, çeteleşmekte, daha da gericileşmekte olan devlet çarkı içinde, baskı, şiddet ve yalandan başka araçlarının kalmadığını düşünülürse.
Sistemin “çaresizliği”, günlük tutumlarda açıktan ortaya çıkmaya başlamıştır. Daha çok ve daha çok şiddet. En küçük bir hak arama eylemine saldırı, bu çaresizliğin kanıtıdır. Üstelik, biz işçiler, daha başlamamışken.
Tüm burjuva devletler, birer “tekelci polis devleti” olarak örgütlenmektedir. Bunu çoktan yapmış bulunuyorlar. Bugün, ortaya çıkan çeteleşme, gerçekte tekelci rekabet dünyasına aittir. Devlet, ister siz adına burjuva demokrasisi deyin, ister bizim dediğimiz gibi onu tekelci polis devleti olarak adlandırın, faşizmin dişlilerini bağrında toplamış bir devlettir. Bir yandan insanın genel anlamı ile kontrolü, diğer yandan tekelci rekabet ile gelişen reklâmcılığın elde ettiği büyük çaplı manipülasyon olanakları, devleti bir baskı aygıtı olarak yeniden organize etme olanakları doğmuştur.
Unutmamak gerekir ki, onların faşizmi “tekrar” ettirme olanakları yoktur. Nasıl ki, bizim için, sosyalist devrimin, tüm deneyimlerine sahip çıktığımız SSCB’nin tekrarı olmayacağı gibi. Faşizmin tekrarı olmayacak derken, burjuva diktatörlüğün sadece, eskisi gibi olamayacağını, daha “gelişmiş”, aynı anlama gelmek üzere daha saldırgan ve daha azgın biçimlerinin olacağını söylüyoruz. Gümünüz burjuva demokrasisi, biz diktatörlük demeyi yeğleriz, gerçekte faşizmin dişlilerini içermiş, içselleştirmiş bir tekelci polis devletidir. Günümüz burjuva demokrasisi, karşı-devrimin, yeniden ve yeniden örgütlenmesidir. Günümüz burjuva devletleri, özellikle sömürge ülkelerde iç savaş örgütleri gibi iş görmektedirler. Görevleri, işçi sınıfını bastırmaktır, görevleri bir sosyalist devrimi önlemektir.
Bugün, dünyanın her yerinde, bu devlet, işçi ve emekçilerin, halkların tescilli düşmanı olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu devlete karşı, her yol ve araçla savaşmak, hem zorunludur, hem de meşrudur.
Bu, yeni devrim dalgası dönemidir. Devrim dalgası, elbette daha yolun başındadır. Ama bu dalga daha da yükselecektir.
Eğer haklı isek (haklı değil isek, demek bir süre sonra bu dalga gelişecektir), bu devrim dalgasının gelişeceği bugün, bazı olanakları tartışmak önemlidir.
İlki şudur: Elbette, kapitalizm, her şeyi kullanacağı için, ırklardan, cinsiyetten, dinden ayrılmış bir sınıf mücadelesi göremeyiz, göremeyeceğiz. Bugün, tüm bunlar şiddetle birleştirilerek kullanılmaktadır.
Bu aslında, otomatik olarak olumsuzluk ya da olumluluk değildir. Bir yandan bu sorunlar, emek-sermaye çelişkisinin şu ya da bu yolla önüne geçebilmekte, sınıf savaşımını geri itebilmektedir. Ama öte yandan bu sorunlar, emek-sermaye çelişkisi ile birleşerek, çelişkileri daha da büyütmektedir. Örnek olsun, bugün ülkemizde din, sınıf çelişkilerini örtecek kadar baskın bir hâlde gündem edilmiştir. Bir işçi, yanındakine işçi kardeşi olarak bakmaktan çok, kendi dinine yakın olanlar ve olmayanlar ayrımı ile hareket edebilmektedir. Ama öte yandan, din bu denli kullanılarak, etkisizleştirilmektedir de. Birçok Müslüman anti-kapitalist mücadeleden söz etmektedir. Yani, dinin bu fütursuz kullanımının dahi bir sonu vardır, olacaktır.
Bu açıdan belirleyici olan, işçi sınıfın devrimcileşmesi, iktidar isteğini ortaya koymasıdır. İşçi sınıfı, devrimci bilinci ile öne çıkmaya başladığında, tüm bu kimlik sorunları, yeni bir renge bürünecektir, kapitalizme karşı mücadelenin yükseltilmesine katkı sunacaktır.
Bugün, biz, sınıf çelişkilerinin belirleyici olduğunu bilmekle yetinemeyiz. Bu sorunların, sistem tarafından kullanılmasına karşı uyanık olmak, tersine, bu alanlarda doğru yaklaşımlar geliştirmek zorundayız.
İkinci bir özellik daha ortaya çıkmaktadır. Yeni devrim dalgasında, ulusal kurtuluş vb. çevreden gelen hareketler azalacaktır. Bu nedenle, daha gelişmiş ülkeleri, merkez ülkeleri, emperyalist ülkeleri saran bir sınıf mücadelesi görme olanağımız daha fazla vardır. Elbette, emperyalizm varsa, emperyalizmin boyunduruğundan kurtulma mücadeleleri de var olacaktır. Bu mücadeleler nerede gelişirse gelişsin, dünya devrimci hareketinin bir bileşeni olacaktır. Ama, günümüzde gelmekte olan devrim dalgası, büyük kapitalist merkezleri de sarsacaktır. Bunu görmek olanaklıdır.
Üçüncüsü, 1917 Devrimi’nden farklı olarak, bugün iktidarı alan sosyalist devrimler için, komünizme giden yol, sosyalizmin kuruluşu daha kısa süre alacaktır. Dünya çapında devrimin yayılma hızı daha da artacaktır. Kapitalist-emperyalist zincirden kopmalar, birbirini tetikleme olanağını daha fazla barındırmaktadır. Bu açıdan “dünya global bir köy” olmalıdır. Sömürünün derinleşmesi ve sermayenin yayılması açısından dünya eğer bir “global köy” olarak niteleniyorsa, sosyalist devrimin yayılma hızı açısından da bir “global köy” olmaya aday demektir.
Sosyalist devrim, hem hızla yayılma şansına sahiptir. Bu nesnel olarak böyledir. Ama hem de, sosyalizmin komünizme evrilmesi süreci, üretim güçlerinin gelişmişliği açısından çok daha kısalmıştır.
Tüm bunlar, çok renkli, çok yaratıcı bir devrim sürecinin yaklaşmakta olduğunu göstermektedir.
Ve yine tüm bunlar, işçi sınıfının devrimci rolünü oynamasının, hakkı ile oynamasının, daha gelişmiş örgütlenmelere bağlı olduğunu göstermektedir. Bilincin göstergesi eylemdir. Bu doğru ise, bugün, en gelişmiş insan eylemi, örgüttür diyebiliriz.
Kapitalizmin tarih sahnesinden silinmesi, insanoğlunun toplumsal örgütlenişinde, hareketin döngüsünü gerçekleştirmeye yönelmesi demektir. Sınıfsız toplumdan sınıflı topluma geçiş, ilk olumsuzlanmadır. Sınıflı toplumlar, kölecilik, feodalite ve kapitalizm olarak birbirini izledi. Uzun sınıflı toplum tarihi, kapitalizmin yıkılması ile son bulacak, ikinci olumsuzlanma gerçekleşecektir. Olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası, hareketin uzun döngüsünü ifade eder.
Her şeyin bir ömrü vardır. Kapitalizmin de.