İşkencede parçalanmış bedeni 20 Mayıs 1973 günü Diyarbakır’da babasına teslim edileli tam 43 yıl olmuş… “İntihar etti,” demişler, utanmadan![3]
21 Nisan 1973 tarihli sorgu tutanağına göre sorgusunu “Esasen biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiçbir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi, örgüt içinde bizimle birlikte çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt içerisinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız. Kişisel sorumluluğum açısından gerekeni zaten söylemiş bulunuyorum. Ben buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğruna yaptım. Ve sonuçtan asla pişman değilim. Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Asla pişman değilim. Birgün sizin elinizden kurtulursam gene aynı şekilde çalışacağım,”[4] sözleriyle tamamlayan, ve Türkiye devrimci tarihine “Ser verip sır vermeyen yiğit” olarak geçen İbrahim Kaypakkaya.
Hakkında söylenecek o kadar çok söz var ki…
Uğradığı işkencelere tanıklık etmiş, -belki de katılmış- bir astsubayın, babasına, oğlunu bulmak için geldiği Diyarbakır Cezaevi’nde “İbrahim senin dediğin gibi sıradan bir insan değil. Onun sol kolunu da kesseler, sade sağ kolu kalsa, kendisini rahat rahat geçindirecek, yaşamını sürdürecek bir insan. Oğlun senin bildiğin gibi zayıf iradeli bir insan değil,” dedirtecek[5] gözüpekliği örneğin…
Ya da devrim savaşımına adanmış kısa ömrüne (Diyarbakır’da katledildiğinde 26 yaşındaydı… Devrimci harekete İstanbul’daki yükseköğrenimine başladığı 1968’de girişmiş ve epi topu beş yıl yaşayabilmişti bu tarihten sonra) sığdırdığı mücadeleler: öğrenci hareketi, köylülerin toprak mücadelesi, işçi eylemleri, Kürt ulusal talepleri…
Ve siyasal hattı: Önce Türkiye İşçi Partisi… Ardından, kuşağının devrimcileriyle birlikte TİP’den kopuş ve Mihri Belli’nin MDD hattını benimseyişi… Ardından, MDD’nin “darbeci” eğilimlerine tepki olarak “Proleter Devrimci Aydınlık” (PDA) çevresinin oluşumuna katılışı… Ve nihayet, başta “silahlı mücadele” olmak üzere bir çok konuda anlaşmazlığa düştüğü TİİKP (PDA)’den koparak TKP-ML’yi kurması…
Ya da devrimci-pratik mücadeleyi bir yandan devrimci kuram (Marx, Lenin, Stalin ve son yıllarında ağırlıklı olarak Mao), bir yandan da ampirik çalışmalarla destekleyişi: 1970 yılında iki ay boyunca çalışmalar yürüttüğü Çorum kırsalından topladığı verilere dayanarak kaleme aldığı “Çorum İlinde Sınıfların Tahlili” ya da Kürecik’te bulunduğu sıralarda topladığı verilere dayanarak yazdığı “Kürecik Bölge Raporu”… Ele alınan bölgelerdeki devrimci dinamikleri yerli yerine oturtabilmek amacıyla yerel sınıf dizilimlerinin tahlilini yapan ayrıntılı, siyaset sosyolojisi kapsamına giren çalışmalardır…
Marksizm, Leninizm ve Maoizm’e ölesiye bağlılığı…
Ya da, onu, kendi kuşağının devrimcilerinden ayırt ederek ayrıcalıklı bir konuma yerleştiren, Kemalizm’den kopuşu…
(“Kemalizm konusunda, metindeki görüşlere katılmıyorum. Kemalizm kurtuluş savaşının içindeyken emperyalizm ve feodalizm ile uzlaşmaya ve karşı devrimciliği temsil etmeye başlamıştır. Halka ve komünistlere alçakça düşmanlık gütmüş ve onlardan gelen her hareketi gaddarca ezmiştir. Mao Zedung’un Yeni Demokrasi kitabına aldığı dipnotunda, Stalin de bundan söz ediyor. Ayrıca Şnurov’un kitabındaki bilgiler son derece öğreticidir. M. Kemal’in ‘tam bağımsızlık ilkesi’ pratikte (1938’e kadarki iktidar döneminde) görüldüğü gibi, emperyalizme teslimiyet, yarı sömürgeciliği seve seve kabullenmektir. M. Kemal’in Sun Yat Sen ile kıyaslanması doğru değildir. Olsa olsa Çan Kay-Şek’le kıyaslanabilir,” demektedir, Eylül 1971’de Ankara’da toplanan TİİKP Merkez Komitesi’ne hitaben yazdığı 29 Ağustos tarihli mektupta.[6] Bu görüşünü sık sık tekrarlayacaktır.)
Ama galiba en çok da, daha sosyalist harekete dâhil olan Kürtlerin dahi “Kürt” adını telaffuz edemeyip “Doğu Sorunu”ndan dem vurdukları bir dönemde, adıyla sanıyla “Kürt Sorunu”nu teşhis edip “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”nı Kürt sorunu bağlamında “ama”sız, “fakat”sız telaffuz edişiyle ayırt edilmeli. Aslına bakılırsa, Kaypakkaya’nın Kemalizm’den kopuşunun somutlandığı nirengi noktası da burada.
Bu konuyu açımlamaya girişmeden önce, dilerseniz gelin, Türkiye’de radikal devrimci hareketin biçimlendiği 1968 kesitine bir göz atalım…
Uluslararası Bağlam
1960’lı yıllarda sol/devrimci hareketlerde, Batı Avrupa’dan başlamak üzere SSCB’nin lideri olduğu sosyalist sisteme ve SBKP’nin temsil ettiği Marksizm yorumuna karşı radikal bir eleştirelliğin yükselişine sahne oldu. Bu eleştirellikte birkaç etkenin etkisi gözlemlenebilir. Özetle:
– Savaş sonrası SSCB’nin ağırlığı tahrip olan sınai altyapısının onarımına ve Batı kapitalizmiyle “kalkınma” yarışına girmesi sonucu devrimci atılımların atalete girmesi ve yönetimde bürokratikleşme;
– İkinci Dünya Savaşı sonundan itibaren uygulanagelen Keynesyen politikaların Batı kapitalizminde yol açtığı görece refah ve istikrardan Batılı ülke işçi sınıflarının nemalanması sonucu Komünist partilerde uzlaşmacı eğilimlerin ağırlık kazanması;
– Savaş sonrası bağımsızlığına kavuşan eski sömürgelerde (Güneydoğu Asya, Afrika; ABD emperyalizminin doğrudan “lebensraum”u olarak gördüğü Latin Amerika) siyasal bağımsızlığın emperyalist sistemden bağımsızlıkla pekişmedikçe bir avuç işbirlikçinin semirmesinden başka bir işe yaramayacağına dair bilincin yaygınlaşması; dolayısıyla da Üçüncü Dünya’da köylülüğün ve köylü mücadelelerinin öne çıkışı (Çin’de Mao, Vietnam’da Ho Chi Minh, Kore’de Kim Il Sung, Gine Bissau’da Amilcar Cabral, Kongo’da Lumumba, Küba’da Fidel Castro; Che ve Frantz Fanon’un görüşleri…) Ve birbiri peşisıra patlak veren ve başarıyla sonuçlanan bir dizi antiemperyalist devrim: 1952’de Mısır’da ve 1958’de Irak’ta İngiliz emperyalizmine darbe indiren ve kitlelerin desteğini alan ulusal burjuva devrimleri, 1954’te patlak veren ve sekiz yıl süren çetin bir savaştan sonra 1962’de Fransız emperyalistlerini ülkeden defeden Cezayir halkının bağımsızlık savaşının zaferi, 1959’da zafere ulaşan ve Latin Amerika’da bir dizi gerilla hareketine esin kaynağı olan Küba devrimi, 1960’lı yıllarda Angola, Mozambik ve Gine Bissau’da Portekiz sömürgeciliğine karşı gerilla savaşının başlaması ve Güney Afrika halkının Apartheid rejimine karşı direnişe geçmesi, yine 1960’ların ikinci yarısında Vietnam halkının ABD emperyalizmine ve uşaklarına ağır darbeler indiren ulusal kurtuluş savaşının zafere doğru yürümesi, 1965’de El Fetih’ın İsrail Siyonizmine karşı silahlı savaşıma başlaması, 1950’li ve 1960’lı yıllarda Laos’ta, Filipinler’de, Birmanya’da, Tayland’da, İran’da, Kolombiya’da, Hindistan’da vb. çoğu Maoist eğilimli gerilla hareketlerinin gerici ve faşist yönetimlere karşı silahlı savaşıma girişmeleri…
“Bu dönemde devrimci güçler yüzlerini; ABD emperyalistlerine ve onlarla örtük bir anlaşma içinde olan Sovyetler Birliği’nin ‘barışçı geçiş’i öngören revizyonist yoluna karşı dünya proletaryası ve halklarını devrim yapmaya çağıran ve 1966’da ‘Büyük Proleter Kültür Devrimi’ni başlatan Mao Zedung’un Çin’ine ve 1967’de OLAS’ı (=Latin Amerika Dayanışma Örgütü) kurarak bir başka devrimci odak olarak ortaya çıkan ve Latin Amerika ülkeleri başta gelmek üzere tüm dünyada özellikle ezilen halkların ABD emperyalizmine karşı devrimci kurtuluş savaşlarını destekleyeceğini ilan eden Castro’nun Küba’sına çevirmişlerdi. Bu dönemin kahramanları Ho Amca’lar, Che Guevara’lar, Amilcar Cabral’lar, Leyla Halit’ler, Çaru Mazumdar’lar, Douglas Bravo’lardı. Onlar, ideolojik esinlerini, esas olarak reformizme ve sosyal-demokrasiye doğru evrilmekte ve evrilmiş olan revizyonist ‘komünist partileri’nden ve Sovyet modern revizyonizminden değil, dünya proletaryası ve halklarını emperyalizme ve gericiliğe karşı silah elde savaşmaya çağıran Maoizm’den ve Kastroizm’den alıyorlardı,” diyor Garbis Altınoğlu[7].
Bunlara bir de, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da yükselen 68 gençlik hareketlerinin anti-otoriter, anti-hiyerarşik ve ırkçılık karşıtı söylemlerinin Marksizm’in “kireçlenmiş” yorumları üzerindeki çözücü etkilerini eklemek gerekir.
Bu olguların tümü, şu ya da bu ölçüde, Türkiye’de 1960’ların sonlarında yaygınlaşan devrimci hareketlerin (büyük ölçüde TİP ve -gizli konumundan ötürü sınırlı ölçüde de- TKP ile karakterize olan) Sovyetik etkinin dışında gelişmesinde etken olmuştur.
İç Dinamikler: Kemalizm’le Ünsiyet
Ancak hiç kuşku yok ki, esas ağırlık, ülkenin iç dinamiklerindedir.
Ülkede devrimci gençlik hareketlerinin boy verdiği 1960’ların ortalarında sol sahne başlıca iki yönelimin etkisi altındadır: Türkiye’nin orta ölçüde sanayileşmiş bir ülke olduğu, bu nedenle de önündeki stratejinin işçi sınıfının fiilî öncülüğünde bir sosyalist devrim olduğunu ve bunun parlamentarist yoldan gerçekleştirilebileceğini savunan Türkiye İşçi partisi hattı ile, bir yandan TKP geleneğinden, bir yandan da 27 Mayıs askerî müdahalesinin teorisyenlerinden sol-Kemalist Doğan Avcıoğlu ekibi ve Yön hareketinden beslenen[8] ve ülkede kapitalizm, dolayısıyla da işçi sınıfının yeterince gelişmemiş olduğunu, bu nedenle öncelikli adımın sosyalist devrimin yolunu açacak olan anti-emperyalist ve antifeodal nitelikteki milli demokratik devrim olduğunu; bunun ise, mevcut düzen icazetli demokrasi olduğundan, ancak parlamento dışı yollardan gerçekleştirilebileceğini öne süren Milli Demokratik Devrim (MDD) hattı…
1960’ların ortalarından itibaren hızla politize olan devrimci gençlik hareketinin ilk adresi, TİP olacaktır. Ancak iki hat arasındaki ayırım belirginleştikçe, radikal eylemlere ve silahlı mücadeleye daha yakın gözüken MDD etkilenimi daha ağır basacak ve 1960’ların sonu ve 70’li yıllara damgasını vuracak olan radikal devrimci hareketler, THKO, THKP-C ve TKP-ML, 1968’de -kısa bir süre sonra ayrışmak üzere- Mihri Belli’nin etkili olduğu Aydınlık Sosyalist Dergi çevresinde toplanacaklardı.
Aşamalı devrim stratejisini benimseyen, antiemperyalizmi antikapitalizmden daha güçlü biçimde vurgulayan, bununla bağlantılı olarak “millîcilik” vurgusu taşıyan MDD hattının, toplumun “ilerici” kesimleri olarak nitelediği asker-sivil aydınların ideolojisi olarak tanımladığı Kemalizm’le ünsiyeti daha belirgindir; onu sosyalist devrimin ön-evresi olarak görülen demokratik devrimde “doğal müttefik” olarak görür:
“Bağımsız ve gerçekten demokratik bir Türkiye’yi özleyen her Türk yurtseveri, politik ve meslek teşkilatlarıyla işçiler, köy ve şehir emekçileri, Atatürkçü aydınlar, Kemalist Gençlik bu çağrıya kayıtsız kalmayacaklardır. Milli Cephe’nin bir an önce, en derin ve geniş surette kurulması, uzuvlanması için yaratıcı bir ruhla bütün ilericiler seferber olmuşlardır.
Bu safhada yani demokratik devrim safhasında en önemli ana meselelerde, yani anti-emperyalist ve anti-feodal savaş zorunluluğu konusunda gerçekten Atatürkçü çevreler arasında güç birliğine doğru kuvvetli bir eğilim belirmişken, işçi sınıfı öncülüğü konusunda baş mesele olarak ele alıp, muhayyel Halkçı’lara çatmak pek olumlu ve yapıcı bir tutum sayılamaz.”[9]
Bu “sevda”nın fazla uzun sürmediği, biliniyor. Türkiyeli devrimcilerin büyük bölümü, işçi-köylü-öğrenci hareketlerinin yükselişe geçişinden paniğe kapılarak 12 Mart muhtırasını devreye sokan ülke egemenlerine ve ABD’li “patronları”na karşı silahlı mücadele vermek için çıktıkları kırsalda ve 12 Mart işkencehanelerinde karşılarına “Türk ordusu” kimliğiyle dikilen Kemalizm’le son bağlarını kopartacaktır. THKO lideri Deniz Gezmiş’in idam sehpasında haykırdığı son sözler, “Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm’in yüce ideolojisi! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm! Yaşasın işçiler, köylüler!” bir bakıma bu “kopuş”un tescilidir.
İbrahim Kaypakkaya ise, 68 kuşağında bu kopuşu ilk gerçekleştiren devrimcilerdendir.
68 Hareketi ve Kürt Sorunu
Şimdi dilerseniz bu kopuşun izini en belirgin olduğu alanda, “Kürt sorunu” bağlamında izleyelim…
Kürtler Cumhuriyet tarihi boyunca şiddetli uygulamalarla te’dip edilmiş, katliamlara, sürgünlere, zorla asimilasyona tabi tutulmuş ve “Kürt sorunu” ülkenin geri kalanına “unutturulmuştu”… 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti ile birlikte, Kürt coğrafyasında kısmî bir canlanma başlayacak, altyapı yatırımları ve dolayısıyla iki coğrafya arasındaki iletişim artarken, çeşitli vesilelerle sürgün edilmişler, topraklarına geri dönebilecekti. 50 ve 60’lı yıllar aynı zamanda çok sayıda Kürt gencinin Türk üniversitelerinde öğrenim görmesine tanık oldu.
Irak’ta 1958 yılında Cumhuriyet ilan edilmesi ve o güne dek ağır baskılar altında yaşayan Kürtlerin göreli özgür bir ortama kavuşması; Molla Mustafa Barzani’nin sığındığı Moskova’dan ülkesine davet edilerek yeni kurulan Kürdistan Demokrat Partisinin başına geçmesi, Irak Kürtlerinin özerklik talebini yükseltmeleri, Türkiye Kürtlerinde ulusalcı bir siyasallaşmaya yol açacaktı. Bu siyasallaşmanın gövdesini üniversitelerde okuyan Kürt öğrenciler ile Kürt entelijensiyası oluşturuyordu. Kürt illerinde ve İstanbul’da Kürt aydınlarının öncülüğünde dergiler yayınlanmaya başlamıştı.
Ne ki bu hareketlenme, Türk egemenlerin paniğe kapılması için yeterliydi. İktidarda son yıllarını yaşayan DP, düğmeye basmakta gecikmedi; 1959 Aralık’ında İstanbul ve Ankara’da 49 Kürt öğrenci ve aydın tutuklandı. MİT’ten Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a, “ekabiran”ın çoğunluğu tutuklananların asılmasından yanaydı; “Asalım ve İstanbul’da Taksim meydanında bir hafta sallandıralım, benzerlerine de ibret olur,”[10] diyordu örneğin, Celal Bayar.
49’lar davası 27 Mayıs darbesinden sonraya sarktı; 49’ları yeni Kürt toplu tutuklamaları izleyecekti. Askerî çevrelerde, “DP’nin ‘Kürtçüler’le işbirliği içerisinde ülkeyi bölünmenin eşiğine getirdiği” havası hâkimdi… 19 Ekim 1960’ta çıkartılan mecburi iskân yasasıyla tutuklu Kürtlerin bir kısmı sürgün edildi. Baskıların kamuoyuna yansıtılan gerekçesi ise, (27 Mayıs ruhuna uygun olarak), “Ağalığı, aşiret düzenini tasfiye etmek”ti… Ve şiddetli bir inkâr ve asimilasyon politikası bir kez daha devreye sokuldu: Kürtlerin Türk boyundan geldikleri iddiaları; “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları, Kürtçe ve Ermenice köy ve mıntıka adlarının Türkçeleştirilmesi; bölge yatılı okullarının kurulması…
Ancak 1960 darbesi, aynı zamanda (“sol Kemalistler”in “sosyalizme doğru bir ilk adım olarak karşıladığı) “planlı kalkınma” [ya da (gerçekte sosyalist alternatife karşı) uluslararası ölçekte devreye sokulan Keynesyen politikalar] çabalarının önünü açacaktı. “Kalkınma” retoriği, özellikle sol çevrelerde hegemonik hâle gelmişti; bu durum (sosyalizme değilse de) sola MBK indinde bir “meşruiyet” sağlıyordu.
27 Mayıs’ın sağladığı basın özgürlüğü ortamında Kürt (günün söyleminde “Doğu”) sorunu, Türkiye kalkınması problematiğinin mütemmim bir parçası olarak yerini almaktaydı: ağalığın, aşiret düzeninin, feodalitenin tasfiyesi; “Doğu”nun kalkınması… Kürt aydınları Kürt sorununu bu “kalkınma” retoriğinin içine yedirmelerine karşın, yayınladıkları – kısa yayın yaşamları çoğunlukla tutuklamalar ve yasaklanmalarla son bulan- dergilerde (Barış Dünyası, Dicle-Fırat, Roja Newe, Deng, Reya Rast, Yeni Akış…) Kürtler üzerindeki baskılar, anadil hakkı gibi kimliğe değgin sorunlara da eğiliyor ve sağ basında ırkçı ve şoven söylemlerin zincirinden boşanmasını tetikliyorlardı.
Kürt sorunu çevresindeki tartışmalar, Türk sağının azgın Kürt düşmanlığının da etkisiyle, giderek “ekonomik kalkınma” sorunundan “ulusal sorun” boyutuna doğru evrilmekteydi. Devrimci mücadelenin yükselişiyle atbaşı, çoğunlukla da içiçe gelişen bu sürecin ilk ete-kemiğe bürünmüş biçimi, Doğu mitingleri ile bu mitinglerin kattığı ivmeden doğan Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) idi. Ümit Fırat’ın tanıklığıyla:
“(…) Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) kurulması ve örgütlenmesiyle birlikte pek çok Kürt aydını ve yerel politikacısı bu hareketin saflarında aktif olarak politik mücadeleye giriştiler. Bir çok üniversiteli Kürt genci, gerek TİP’in çeşitli örgüt birimlerinde, gerekse de başta Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) olmak üzere çeşitli ilerici gençlik örgütleri içerisinde yer aldılar. Ancak bu insanlar özellikle TİP içerisinde yasal bir dayanağa sahip olmamakla birlikte fiili olarak kendi ulusal kimlikleri ile çalışmalarını sürdürmekteydiler. Kendi aralarında alternatif bir politik platforma sahip olmamakla birlikte kendiliğinden meydana gelmiş bir gruplaşmaya yönelmişlerdi. Bu gruba o günün yasal bazı sakıncaları nedeniyle ‘Kürtler grubu’ denilmemesine karşın, ‘Doğulular grubu’ denilmek suretiyle ayrı bir grup oldukları bir bakıma statüleştirilmiştir. Bu grup TİP içerisindeki her bölgeden Kürtler için bir çekim ve ortak hareket alanı olmuştur.”[11]
60’lı yılların ikinci yarısında yükselen devrimci hareket, Kürt gençlerinin TİP’in sınırlarını aşmasında etken oldu: Bu gelişmede 1967’de Kürt (o zamanki adıyla “Doğu”) bölgelerinde, TİP’in de katılımıyla düzenlenen ve bölgenin geri bıraktırılmışlığına olduğu kadar, anaakımda egemen olan Kürtlere yönelik aşağılayıcı tutum ve ifadeleri de hedef alan “Doğu mitingleri”nin önemli bir payı vardır: 16 Eylül’de Diyarbakır; 24 Eylül’de Silvan; 1 Ekim’de Siverek; 8 Ekim’de Batman; 15 Ekim’de Dersim; 22 Ekim’de Ağrı ve nihayet 19 Kasım’da Ankara. Bu mitinglerde bir “ayrılık” talebi dile getirilmemekte, “ulusların kaderini tayin hakkı”ndan söz edilmemektedir; “geri bıraktırılmışlık” koşullarına tepki ön plandadır. Ancak Kürdistan doğal kaynaklarının yağmalanması ve emek sömürüsüne tepkinin yanısıra, ulusal onura saygı ve anadile ilişkin talepler de yükseltilmektedir.[12]
Bu mitingler, ve onların yarattığı ivmeyle Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın (DDKO – 1969) kurulması, tahmin edilebileceği üzere tüm düzen partilerinin sinir uçlarını ayağa kaldıracaktı.
DDKO amaç olarak,
– “Üniversitelerde bulunan Kürt gençlerini belirli bir kültür çalışması içine çekmek, aralarında maddi dayanışmayı kolaylaştırmak; ve
– Türkiye’de ırkçı-şoven, resmi ideolojik kaynaklı bütün şartlanmaları kırmak, halkların kardeşçe ve eşitçe yaşayabilmeleri yönünde mücadele veren demokrat ve devrimci kuruluşlar yelpazesinde yerlerini almak”
düsturlarını benimsemişti ve “özellikle ulusların kaderlerini kendilerinin tayin etme hakkı konusunda çeşitli sol çevreler arasında geniş ve yaygın tartışmalar”ı hedefliyordu. Ankara, İstanbul, Diyarbakır, Ergani, Silvan, Kozluk ve Batman’da örgütlenen Ocaklar, “Kürt halkının varlığına, dilinin, kültürünün, tarihinin ve folklorunun varlığına saygı gösterilmesini istemiş; İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ışığı altında Kürt halkının asimile edilmesine, Kürtlerin yaşadığı bölgede komando zulmüne, toprak ağalığına, şeyhliğe ve aşiretçiliğe” karşı çıkmış; “Türkiye’deki tüm halkların eşitliğine ve özgürlüğüne dayanan bir amaca yönelmişlerdir.”[13]
Bu gelişmeler Türk düzen partilerinin, statükonun sinir uçlarını ayağa kaldırmaya yetmişti, dedim. Üstüne üstlük, Molla Mustafa Barzani Kuzey Irak’ta (Güney Kürdistan) bir süredir sürdüregeldiği özerklik mücadelesini kısmen kazanmış, 11 Mart 1970 tarihinde Kürtlerle Irak hükümeti arasında bir anlaşma imzalanmıştı. Anaakım basında dizginlerinden boşanan ırkçı-şoven söylem bir yana, devlet, o bildik yöntemini, “devlet terörü”nü harekete geçirmekte gecikmedi. 1970 başlarından itibaren Silvan, Kozluk, Batman, Hakkâri, Mardin, Siirt, Diyarbakır gibi, özellikle DDKO’nun etkin olduğu illerde yoğun komando operasyonları başlatıldı. DDKO’nun Cumhurbaşkanı’na sunduğu 15 Mayıs 1970 tarihli raporda Kürt illerindeki komando faaliyetleri şöyle betimlenmekteydi:
“Ocak ayı sonlarından beri Doğu’da askeri birliklerce tatbik edilen toplu indirme harekâtına özellikle Diyarbakır, Mardin, Siirt, Hakkâri yörelerinde girişilmiş ve hâlen eşkıya avı maskesi altında devam etmektedir. Her köy aynı saat ve aynı şekilde basılmakta, her köyde aynı işkence biçimleri uygulanmaktadır. Köyün etrafı motorlu araçlarla sarılmakta, helikopterlerle köyün üzerinde uçuşlar yaptırmakta, köylülere hiçbir şey sorulmadan dövülerek, evlerinden alınarak, belli alanlarda kadın-erkek ayrı ayrı toplanmaktadır. Bu özel kamp yerlerinde onlara ‘silah getirin’ denilmekte, köylü silah olmadığını söyleyince falakaya yatırılmakta, yerlerde süründürülüp koşturulmakta, piramitler kurdurularak birbirine bindirilmekte, bunlarla da yetinmeyerek köylüler çırılçıplak soyundurulmakta, kadınların mahrem yerlerine el atılıp iğrenç muameleler yapılmaktadır. Bu işkencelerde ölenlerin sayısı fazladır. Çırılçıplak soyunan kadın ve erkeklerin üzerlerine su dökülerek saatlerce kamçılanarak sehpalardan baş aşağı astırılmaktadır. Bu işkenceler sonucunda intihara teşebbüs eden köylüler oldu. Yer yer çıplak edilen erkeklerin tenasül uzuvlarına ip bağlanıp kadınların eline verilerek, bütün köy gezdirilmektedir. Yine çırılçıplak edilen kadınların köy içinde bütün gün boyu dolaştırılmaları olayına sık sık rastlanılmaktadır. Yine bu baskınlardan birçoğunda köylülerden kadın istenmiş ve bunun için kadınlarını vermeyen köy halkı işkenceye tabi tutulmuştur.”[14]
Türkiye devrimci-sosyalist hareketi içerisinde yer alan unsurların Kürt sorunundaki bu gelişmeler karşısındaki tepkileri ikircimli olmuştur. Bir yandan Stalin’in Türkçe’ye çevrilerek (1969, Sol Yayınları) geniş okur kitleleriyle buluşan Marksizm ve Milli Mesele’sinde, Lenin’in Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı’nda ulusal sorun üzerine yazdıkları; bir yandan Kürt halkının eşitlik ve onur talepleri karşısında rejimin acımasız baskıları, bir yandan Kemalizm ile henüz kapatılamamış hesaplar, Mustafa Kemal’i “tamamlanmamış bir millî demokratik devrim”in önderi, “ulusal bağımsızlık”ın kalpaklı komutanı sanma yanılsaması.
Böylelikle solun biçimlenmekte olan Kürt sorun ve talepleri karşısındaki tutumu, genellikle, “Kürt halkı vardır; Kürt sorunu vardır; ama bu sorun ancak sosyalizmde çözülecektir; bunun için de Kürt ve Türk devrimcilerin, devrim için omuz omuza mücadele etmesi gerekir. Böl-yönet, emperyalizmin politikasıdır; bölünmeyelim, parçalanmayalım”la sınırlıdır.[15]
İbrahim Kaypakkaya ve Kürt Sorunu
Ancak Türkiye devrimci hareketi içerisinde sorunun, “Kürt ulusunun ayrılma hakkı dâhil kendi kaderini tayin hakkı” çerçevesinde en net telaffuzu İbrahim Kaypakkaya’dan gelmiştir.
“Kürt sorunu” üzerine düşünceleri, öyle gözüküyor ki Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP)’nin, Malatya-Tunceli sorumlusu olarak görev yaptığı Doğu Anadolu Bölge Komitesi’ndeki (DABK) faaliyetleri (1970-72) sırasında kristalize oldu. Partisine sunduğu “Kürecik Bölge Raporu” Kürtler arasındaki çalışmalarının somut örneklerindendir. Kaypakkaya Kürecik’de 20’si Kürt, çoğu Alevi 21 köyde çalışma yürüttüğünü belirtmektedir.[16] Köylerin sınıfsal yapısı, üretim araçları, mülkiyet ilişkileri, ticaret, sınıfların devrimci mücadele karşısındaki tutumları, köylülerin ağalara karşı mücadeleleri gibi başlıkların ele alındığı rapordaki şu ifadeler, Kürtler üzerindeki ulusal baskıların yol açabileceği sonuçlar konusundaki “farkındalığı”na işaret ediyor:
“Faaliyet gösterdiğimiz 21 köyden, 20 tanesi Kürt’tür, Alevi köylerin hepsi de Kürt’tür. Fakat bölgede Kürt milliyetçiliğinin en küçük bir belirtisine bile rastlamak olanaksızdır. Tersine, egemen sınıfların zorla “Türk’leştirme” politikası epey başarı kazanmış ve Kürtler arasında bile ‘Türk milliyetçiliği’nin baş göstermesine yol açmıştır. Halkın çoğunluğu, yoksul Kürt ve Alevi olduğu için yüzyıllardan beri üçlü bir baskının (ekonomik, ulusal ve dini baskıların) boyunduruğuna koşulmuşlardır. Baskıların baş uygulayıcısı olan egemen sınıfların zorba devlet gücü, halkta korku yaratmayı da bir ölçüde başarmıştır. Bu korku özellikle yaşlılarda kendini gösteriyor ve bunlar, silahlı mücadele söz konusu olunca aşırı çekinceli davranıyorlar. Kasımoğlu ve Dersim ayaklanmalarının bastırılmasının ve bundan sonra ezilen halka vahşice işkence edilmesinin de bu aşırı ihtiyatlılıkta payı vardır.”[17]
Lenin ve Stalin’in ulusal sorun konusundaki tezlerinin kuramsal çerçevesi ile Kürt hareketinin 1960’ların sonlarında yakaladığı ivmenin pratik deneyimlerine ilişkin gözlemleri, mensubu olduğu PDA/TİİKP hareketine yönelik eleştirileriyle birleştiğinde, onda Kemalizm’le de kesin kopuşu oluşturan görüşlerini biçimlendirmiş olmalı. Nitekim sonradan TKP-ML’yi oluşturmak üzere ayrılacağı TİİKP hattına yönelik ilk eleştirileri, “Milli Mesele” çerçevesindedir ve Kaypakkaya’nın Aralık 1971’de kaleme alıp, PDA’dan ayrıldıktan sonra gözden geçirerek Haziran 1972’de yayınladığı “Türkiye’de Milli Mesele” başlıklı makalesinde yer alır. (Bu makale Kaypakkaya’nın Kürt sorununa ilişkin tüm görüşlerini derli toplu biçimde sunduğu için, yazının bundan sonraki bölümünde esas alınacaktır):
Kaypakkaya’nın Kürt sorunu konusunda TİİKP’ne yönelttiği eleştirinin özü, parti program taslağında Kürtlerden bir “ulus” olarak değil de bir “halk” olarak söz edilmesi ve parti desteğinin “Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı”yla sınırlı tutulmasıydı. Oysa Kaypakkaya “halk” ile “millet” kavramlarının ayırt edilmesi gereğini ısrarla vurgulamaktadır:
“Şafak revizyonizmine göre milli baskı, Kürt halkına uygulanmaktadır. Bu, milli baskının ne olduğunu anlamamaktır. Milli baskı, ezen, sömüren ve hâkim milletlerin hâkim sınıflarının, ezilen bağımlı ve uyruk milletlere uyguladığı baskıdır. Türkiye’de milli baskı, hâkim Türk milletinin hâkim sınıflarının, sadece Kürt halkına değil, bütün Kürt milletine, sadece Kürt milletine de değil, bütün azınlık uyruk milliyetlere uyguladığı baskıdır.
Halk ve millet aynı şeyler değildirler. Halk kavramı, bugün genel olarak işçi sınıfını, yoksul ve orta hâlli köylüleri, yarı-proleterleri ve şehir küçük-burjuvazisini kapsar. Geri ülkelerde, halk sınıflarına bir de emperyalizme, feodalizme ve komprador kapitalizmine karşı, demokratik halk devrimi safında yer alan milli burjuvazinin devrimci kanadı girer. Oysa millet, hâkim sınıflar da dâhil, bütün sınıf ve tabakaları içine alır. ‘Millet [veya ulus]; dil, toprak, iktisadi yaşantı birliğinin ve ortak kültür biçiminde beliren ruhi şekillenme birliğinin hüküm sürdüğü, tarihi olarak meydana gelmiş istikrarlı bir topluluktur’ (Stalin). Aynı dili konuşan, aynı toprak üzerinde oturan, iktisadi yaşantı birliği ve ruhi şekillenme birliği içinde olan bütün sınıf ve tabakalar, milletin kapsamına dâhildirler. Bunların içinde devrimden menfaati olan, devrim safında yer alan sınıf ve tabakalar olduğu gibi, devrime düşman olan ve devrimle karşı-devrim arasında bocalayan sınıf ve tabakalar da vardır. (…)
Bugün Kürt halkı kavramına Kürt işçileri, Kürt yoksul ve orta hâlli köylüleri, şehir yarı-proleterleri, şehir küçük-burjuvazisi ve Kürt burjuvazisinin demokratik halk devrimi saflarına katılacak olan devrimci kanadı girer. Oysa Kürt milleti kavramına, bu sınıf ve tabakalardan başka, Kürt burjuvalarının diğer bütün kesimleri ve Kürt toprak ağaları da girer. Bazı çokbilmiş akıldaneler, toprak ağalarının milletten sayılamayacağını iddia ediyorlar. Hatta bunlar Kürt bölgesinde toprak ağalarının mevcut olması sebebiyle Kürtlerin henüz bir millet teşkil etmediği kerametini de yumurtluyorlar. Bu, korkunç bir demagoji ve safsatadır. Toprak ağaları aynı ortak dili konuşmuyor mu? Aynı toprak üzerinde oturmuyor mu? Aynı iktisadi yaşantı birliği ve ruhi şekillenme birliği içinde bulunmuyor mu? (…)
Kürtlerin bir millet oluşturmadığını ileri süren tez, besbelli ki baştan sona saçmadır, gerçeklere aykırıdır ve pratikte de zararlıdır. Zararlıdır, çünkü böyle bir tez, ancak ezen, sömüren ve hâkim milletlerin hâkim sınıflarının işine yarar. Onlar böylece ezilen, bağımlı ve uyruk milletlere uyguladıkları milli baskıyı ve zulmü, kendi lehlerine olan bütün imtiyazları ve eşitsizliği haklı çıkaracak bir gerekçe bulmuş olurlar. Böylece proletaryanın, milletlerin eşitliği uğruna, milli baskıların, imtiyazların vs… kalkması uğruna yürütmesi gereken mücadele suya düşmüş olur. Milletlerin kendi kaderini tayin hakkı suya düşmüş olur. (…) Türkiye’de Kürtlerin bir millet teşkil etmediğini iddia edenler, Türk hâkim sınıflarının borusunu öttürmektedirler. Bilindiği gibi Türk hâkim sınıfları da Kürtlerin bir millet olmadığını iddia etmektedir. Bunlar, Türk hâkim sınıflarının imtiyazlarını savunmak suretiyle çeşitli milliyetlere mensup emekçi halk kitleleri arasındaki güveni, dayanışmayı ve birliği alçakça sabote etmektedirler.”[18]
Net bir biçimde görülüyor; Kaypakkaya “Kürtleri devrim mücadelesine yedeklemek” kaygısıyla, onların bir ulus olduğunu inkâr etmiyor. Tersine, söze, Kürt burjuvalarının, toprak ağalarının vb. dâhil olduğu bir “Kürt ulusu”nun varlığını vurgulayarak başlıyor; yalnızca ezilenlerin, yoksulların, köylülüğün vb. (halk) değil, (Türk hâkim sınıflarıyla bütünleşen büyük toprak ağaları dışında) tüm Kürt ulusal kesimlerin “milli baskı” altında olduğunu belirtiyor (“Kürt işçileriyle, yarı-proleterleriyle, yoksul ve orta köylüleriyle, şehir küçük-burjuvazisiyle birlikte Kürt burjuvazisi ve küçük toprak ağaları da milli baskıya maruzdur. Ve Kürt milli hareketinin saflarını bu sınıflar teşkil ediyor. Milli baskılara karşı birleşen bu saflardaki her bir sınıfın elbette kendine has emelleri ve hedefleri de var. Biz bunlardan neyi, nereye kadar destekleyeceğimizi ilerde belirteceğiz”) ve “kaderini tayin hakkı”nın sınıfsal (“halk”) bir konumlanışa değil, “ulus”a ait olduğunu vurguluyor.[19]
Kaypakkaya’ya göre “ulusal baskı”nın nedeni, yalnızca “yıldırmak” değil, ülkenin bütün pazarlarının maddi zenginliklerinin rakipsiz hâkimi olmak”, Yeni imtiyazlar edinmek, eski imtiyazları en son sınırına kadar genişletmek ve kullanmak”tır. Bir başka deyişle, “ulusal sorun”, ezen ulus egemen sınıflarının iktisadî çıkarları, “ulusal Pazar” üzerindeki hâkimiyeti tesis etme girişimiyle ilintilidir. Ezen ulus egemen sınıfları, bu amaçları doğrultusunda ezilen ulusun (çıkarlarını doğrudan kendilerine bağlamış kesimler dışındaki) tüm unsurları üzerinde baskı uygularlar.
Bu bağlamda, Kaypakkaya’nın “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”na yönelik tutumu “ama’sız, fakat’sız”, tereddütsüz bir destektir. Örneğin MDD’nin lideri Mihri Belli’nin şu satırlarında duyumsanan, “Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etmesi durumunda tercihlerini gericilikten, feodal bağlardan yana kullanabilirler” kaygısını hiçbir şekilde paylaşmamaktadır:
“Türkiye’de etkin topluluklar için ve özellikle Kürtler için ana dil ve kültür eğitimlerinin, merkezi, laik, devrimci bir cumhuriyet maarifi yönetiminde olmasını gerekli gördüğümüzü belirttik… Tarihi köklere dayanan Türklerle Kürtler arasındaki kardeşliğin, Türkiye’de ulusal birliğin, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün hangi biçimde olursa olsun baltalanması, hem Türklerin, hem Kürtlerin gerçek çıkarlarına aykırı sonuçlara varır ve dünyanın bu bölgesinde emperyalizmin durumunu güçlendirir.”
Kaypakkaya M. Belli’nin bu kaygısını “hâkim millet şovenizmi” olarak tanımlamaktadır. Ona göre “komünist tutum”, “Kürt milletinin ayrı devlet kurma hakkını olanca gücümüzle savun”mak, “devlet kurma hakkının herhangi bir ulusun tekelinde imtiyaz olmasını reddet”mektir..
Kaypakkaya tüm bunları tanır tanımasına da, “ulusal devlet”in eninde sonunda burjuvazinin iç pazarı ele geçirmek zorunluluğunu karşılayan bir mekanizma olduğu olgusunu da gözardı etmez; bir başka deyişle, ezen ya da ezilen ulusun “devlet”ini fetişleştirmez. “Ulusal hareketler”in ezilen ulusların burjuvazisinin öncülüğünde geliştiği olgusunu görmezden gelmez. Ona göre, Türkiye Kürdistanı’nda ikili bir dinamik yürürlüktedir:
“Bugün Türkiye Kürdistanı’nda ‘hızla güçlenmekte’ olan hareket, hem Kürt burjuvazisinin ve küçük toprak ağalarının başını çektiği Kürt milli hareketidir, hem de ezilen ve sömürülen Kürt işçi ve köylülerinin, gittikçe komünist bir önderlikle birleşme istidadı gösteren sınıf hareketi yani, halk hareketidir. Birincisi, sadece Türk hâkim sınıflarının milli baskılarını ortadan kaldırmaya ve aynı zamanda Kürt burjuvazisinin ve toprak ağalarının ‘iç pazarı’ ele geçirmesi amacına yöneldiği hâlde; ikincisi hem Kürt burjuvalarının ve toprak ağalarının sömürü ve baskısına, hem de milli baskıya, milliyetlerin ezilmesi politikasına karşı yönelmiştir.”
İbrahim Kaypakkaya’ya göre, günümüzde “ister ayrı bir devlet kurmakla sonuçlansın, ister başka şekilde” ezilen ulus burjuvazileri, toprak ağaları vb. öncülüğünde yürütülen ulusal hareketlerin, “milli demokratik devrim”i tamamlama, yani emperyalizm ve feodalizmi tasfiye etme yeteneği yoktur. Yine de bu, proletaryanın gerçekleştirebileceği bir görevdir. Komünistlerin “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı savunması, bu durumun saptanması ve kabulünden bağımsızdır.
Öyle ki, Kaypakkaya, dönemin devrimci/sosyalistlerini de etkilemiş olan “Şeyh Sait İsyanı’nın gerici/işbirlikçi niteliği”, “emperyalizmin bir oyunu” olduğu retoriği karşısında bu durumu çok net hatlarla ifade ediyor:
“Kürt isyanlarının yeni Türk devleti tarafından vahşice bastırılmasını ve peşinden yapılan kitle katliamlarını feodalizme karşı yönelmiş ‘ilerici’, ‘devrimci’ bir hareket diye alkışlayanlar, sadece ve sadece iflah olmaz hâkim ulus milliyetçileridir. Böyleleri, yeni Türk devletinin sadece feodal Kürt beylerine saldırmadığını, çoluk-çocuk, kadın-erkek bütün Kürt halkına da vahşice saldırdığını, onbinlerce köylüyü katlettiğini görmezlikten geliyorlar. Böyleleri, yeni Türk devletinin bu katliamları yaparken, kendisine karşı çıkmayan feodal beylere candan dostluk gösterdiğini, bunlara destek olduğunu ve bunları güçlendirdiğini unutuyorlar. (…)
Bir de, Şeyh Sait ayaklanmasının arkasında İngiliz emperyalizminin parmağı olduğu iddiasıyla, Türk hâkim sınıflarının milli baskı politikasını savunmaya yeltenen sözümona ‘komünistler’ var. Biz burada İngiliz emperyalizminin parmağı olup olmadığını tartışmayacağız. Böyle bir iddiayla milli baskı politikasının savunulup savunulmayacağını tartışacağız. Şeyh Sait isyanının arkasında İngiliz emperyalizminin parmağının olduğunu varsayalım. Bu şartlarda bir komünist hareketin tutumunun nasıl olması gerekir? Birinci olarak, Türk hâkim sınıflarının Kürt milli hareketini zorla bastırma ve ezme politikasına kesinlikle karşı çıkmak, buna karşı aktif bir şekilde mücadele etmek, Kürt milletinin kendi kaderini kendisinin tayin etmesini istemek, yani ayrı bir devlet kurup kurmamaya bizzat Kürt milletinin karar vermesini istemek. Bu, pratikte dışarıdan müdahale edilmeksizin, Kürt bölgesinde genel oylama yapılması, ayrılma veya ayrılmama kararının bu yolla veya buna benzer bir yolla bizzat Kürt milleti tarafından verilmesi anlamına gelir. Kürt hareketini bastırmak için yollanan bütün askeri birliklerin geri çekilmesi, her türlü müdahalenin kesinlikle önlenmesi, Kürt milletinin kendi geleceği hakkında kendisinin karar vermesi, komünist hareket birinci olarak bunun için mücadele eder ve Türk hâkim sınıflarının bastırma, ezme, müdahale politikasını kitlelere teşhir eder, ona karşı aktif olarak savaşırdı. İkincisi, İngiliz emperyalizminin milliyetleri birbirine düşürme politikasını, bunu her milliyetten emekçi halka, bunların birliğine verdiği zararı kitlelere teşhir eder, İngiliz emperyalizminin müdahale, içişlere burnunu sokma politikasıyla aktif olarak savaşırdı. Üçüncüsü, Kürt ulusunun ayrılmasını, ‘bir bütün olarak sosyal gelişmenin ve sosyalizm için proletaryanın sınıf mücadelesinin menfaatleri açısından yargılar’, bizzat ayrılmayı destekleme veya desteklememe yolunda bir karara varırdı. Eğer ayrılmamayı proletaryanın sınıf menfaatlerine uygun buluyorsa, Kürt işçileri ve köylüleri arasında bunun propagandasını yapardı; özellikle Kürt komünistleri, kendi halkı arasında birleşmenin propagandasını yapardı ve milli baskılara karşı mücadeleyi toprak ağalarının, mollaların, şeyhlerin, vb. durumunun güçlenmesiyle bağdaştırma çabasında olanlara karşı mücadele ederdi. Buna rağmen Kürt ulusu ayrılma yönünde karar verirse, Türk komünistleri buna razı olur, ayrılma isteğinin karşısına zor çıkarma eğilimleriyle kesinlikle mücadele ederdi. Kürt komünistleri ise Kürt işçi ve emekçileri arasında “birleşme”nin propagandasını yapmaya, emperyalist müdahaleyle mücadeleye; Kürt feodal beyleriyle, şeyhlerle, mollalarla, burjuvazinin milliyetçi amaçlarıyla mücadeleye devam ederdi.
Eğer komünist hareket, Kürt ulusunun ayrılmasının proletaryanın sınıf menfaatleri açısından faydalı olacağına karar verirse, mesela ayrılma hâlinde Kürt bölgesinde devrim imkânı artacaksa, o takdirde bizzat ayrılmayı savunurdu; hem Türk işçi ve emekçileri arasında, hem de Kürt işçi ve emekçileri arasında ayrılmanın propagandasını yapardı. Her iki hâlde de, Türk işçi ve emekçileriyle Kürt işçi ve emekçileri arasında sıcak ve samimi bağlar doğardı. Kürt halkı, Türk halkına ve komünistlere büyük bir güven ve dostluk duygusu beslerdi. Halkların birliği pekişir, devrimin başarısı daha da kolaylaşırdı.” (ss.189-190.)
Bu satırların programatik bir değer taşıdığını düşünüyorum. Devrimcilerin, sosyalistlerin desteklediği UKTH, bir “ilke”dir. Bu ilkeyi, kendi egemen sınıflarının ezilen ulus karşısında uyguladığı her türlü baskı ve tahakküme karşı çıkarak hayata geçirirler. Ötesi, yani ilkenin pratikte alacağı biçimler ise, farklı tutumlara yol açabilir. Bir başka deyişle, ezilen ulusun ayrı devlet kurma “hakkı”nın desteklenmesi başka, o ulusun egemen sınıflarının desteklenmesi[20] başka şeylerdir. Devrimciler, sosyalistler, bir yandan ezilen ulusların ulusal tahakkümden, boyunduruktan kurtulma mücadelelerini, yani ezilen ulusun ezen ulusa karşı mücadelesini, ama aynı zamanda (her iki ulustaki) tüm ezilenlerin, sömürülenlerin kardeşliğini ve sömürücü sınıflara karşı mücadelesini desteklerler. Ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkı ilkeseldir; ama her iki ulusun komünistlerinin bu hakkın kullanılış tarzı konusundaki tutumlarını, konjonktür belirleyecektir… İşçi sınıfı açısından aslolan ise, “farklı milliyetlerden proleterlerin” şu ya da bu ulusal bayrağın değil, kendi sancağının etrafında toplanması, yani “Enternasyonal”dir.
“Türkiye’de Milli Mesele” makalesinin bir başka çarpıcı yönü ise, onun “işçi-köylü-emekçi güzellemeleri”ne prim vermeksizin, popülizme düşmeksizin Türkiye’de emekçilerin egemen sınıfların ideolojik hegemonyası altında olduğunun bilinci ve bunu çekinmeden dile getirmesidir. Kaypakkaya emekçiler üzerindeki ideolojik hegemonyaya karşı mücadelenin de altını çizer:
“Öte yandan, ‘Türkiye’nin bütün işçi ve köylüleri’nin bugün Kürt milletinin en haklı ve ileri isteklerini dahi desteklediğini iddia edemeyiz. Bu, sadece arzu edilen bir şeydir ama, ne yapalım ki, gerçek değildir. Türk işçi ve köylülerinin bilinçleri, Türk hâkim sınıfları tarafından milliyetçilik ideolojisiyle geniş ölçüde karartılmıştır. Hâkim ulus milliyetçiliği, değil köylülerin, proleterlerin en ileri unsurlarının bile gözlerini az çok karartmıştır. Yani özellikle Türk komünistlerinin önünde Türk milliyetçiliğini yıkmak görevi, işçi ve köylüleri burjuva milliyetçiliğinin her türlü kalıntılarından temizlemek görevi vardır.” (s.201.)
Ve Kaypakkaya’ya göre Türkiye’de “hâkim sınıf milliyetçiliği”nin, ya da egemen ideolojinin kaynağı, Mustafa Kemal ve Kemalizm’dir. Ulusların kendi kaderini tayin hakkına olan ilkesel bağlılık, onun Kemalizm’le kopuş momentlerinin en önemlilerinden birini oluşturmaktadır:
“Kaldı ki, M. Kemal, Sivas Kongresi’nde merkezi otorite diye bir şeyin mevcut olmadığı veya iyice çöktüğü şartlarda Kürtlerin varlığından sahte bir edayla bahsederek, gerçekte Kürt milletinin olası bir ayrılma hareketini engellemek istemiştir. Onların, Türk burjuvazisinin ve toprak ağalarının boyunduruğuna razı olmalarını sağlamak istemiştir. M. Kemal’in bütün hayatı Kürt milletine ve diğer azınlık milliyetlere baskı ve zulüm örnekleriyle doludur. Türkiye’de milli meselede komünistlerin kendilerine destek edinemeyeceği biri varsa, o da M. Kemal’dir. Hatta Türkiye’de en başta mücadele edilecek milliyetçilik, hâkim ulus milliyetçiliği olan M. Kemal milliyetçiliğidir. İnönü’nün Lozan’da Kürtlerin de temsilcisi olduğunu iddia etmesi de, Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkına açıkça bir saldırıdır. Kürt milletinin kaderini dışarıdan tayin etme alçaklığıdır. Kürt milletinin oturduğu bölgeyi Türkiye sınırlarına yani Türk burjuvazisinin ve toprak ağalarının hâkimiyet alanına, emperyalistlerle pazarlık yaparak dâhil etme kurnazlığıdır! Ve Türk milliyetçiliğinin en azgın bir biçimde tezahür etmesidir.” (s.212.)
Özetle, “millî mesele” ya da Türkiye’deki bağlamıyla Kürt sorunu konusunda Lenin ve Stalin’in görüşlerinden kalkınan İbrahim Kaypakkaya, “devlet kurma hakkı” olarak tanımladığı “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” konusunda, işçi sınıfının enternasyonal birliği[21] ile ulusların kendi devletlerini kurma hakkını aynı solukta savunmaktadır. Onun tercihi, emekçilerin “birliği”nden yanadır; ama “gönüllülüğe dayalı sağlam bir birlik”. “Yine komünistler,” demektedir, “genel olarak büyük devletler hâlinde örgütlenmiş olmayı, küçük küçük devletler hâlinde örgütlenmiş olmaya tercih ederler. Çünkü geniş bir alana kurulmuş büyük devletler, sınıf mücadelesi açısından, geniş çapta üretim yapılması açısından ve sosyalizmin inşası açısından daha elverişli şartlara sahiptir.” (s.206.)
Bu ol(a)madığı durumda, yani ezilen ulus tercihini ayrılmaktan, kendi devletini kurmaktan yana kullanıyorsa, o zaman yapılacak iş, bu karara (aktif destek sunulmasa, “birleşme” lehine propaganda yürütülse de) saygı göstermektir:
“Komünistler, Kürt milletinin ayrı bir devlet kurup kurmayacağı kararını tamamen ve kesinlikle Kürt milletine bırakır. Kürt milleti isterse ayrı bir devlet kurar, istemezse kurmaz. Buna karar verecek olan başkaları değil, Kürt milletidir. Komünistler, bir milletin ayrılma isteğinin önüne kendileri asla engel çıkarmayacağı gibi, burjuva ve toprak ağalarının hükümetinin engel çıkarma, zor kullanma girişimleriyle de aktif olarak mücadele eder. Her türlü dış müdahaleye karşı mücadele eder. Eğer Kürt proletaryası ve emekçileri ayrılmanın devrimi zayıflatacağının bilincinde ise, o zaten birleşmek yolunda elinden geleni yapacaktır; bilincinde değilse, onun adına dışarıdan müdahaleye kimsenin hakkı yoktur. Dışarıdan müdahale, zor kullanma, ayrılma isteğinin önüne engel çıkarma hangi gerekçeyle olursa olsun, ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’na bir tecavüzdür. Böyle bir tecavüz, işçilerin ve emekçilerin birliğini baltalar, birbirine güvenini sarsar, milli düşmanlıkları körükler, sonuç olarak, uzun vadede proletaryanın davasına büyük zararlar verir.” (s.209.)
Ve nihayet, İbrahim Kaypakkaya’nın, “peki ama bütün bunlar nasıl olacak? Sizin iktidarınızda ulusal sorun nasıl çözümlenecek?” gibi “projeci” bir soruya verdiği bir yanıt vardır:
“Demokratik halk diktatörlüğü sisteminde bütün milletlerin ve dillerin tam eşitliği garanti edilecektir. Hiçbir zorunlu dil tanınmayacak, halka bütün yerli dillerin öğretildiği okullar sağlanacaktır. Halk devletinin anayasası, herhangi bir milletin, herhangi bir imtiyaza sahip olmasını ve milli azınlığın haklarına herhangi bir tecavüzü kesinlikle yasaklayacaktır. Her ulusa, kendi kaderini tayin etme hakkı tanınacaktır. Bütün bunların gerçekleşmesi için, özellikle yaygın bölgesel özerklik ve tamamen demokratik yerel kendi kendini yönetim gereklidir. Bu özerk ve kendi kendini yöneten bölgelerin sınırları, ekonomik ve sosyal şartlar, nüfusun milli bileşimi vb… temeli üzerinde, bizzat mahalli nüfus tarafından tayin edilecektir.” (s.215.)
Günümüzde Kürt çevreleri tarafından sıkça telaffuz edilen “Demokratik özerklik”, “komünalizm”, “ekolojik-demokratik toplum”, “demokratik cumhuriyet” gibi muğlak ve müphem kavramlardan çok daha net, açık ve akla yakın bir formülasyon, değil mi?
Eğer öyleyse, Kürt Hareketi’nin İbrahim Kaypaya’yı bir kez daha (örneğin Murray Bookchin’den daha) dikkatle okuması gerekmiyor mu?
15 Mayıs 2016, Ankara.
N O T L A R
[1] 22 Mayıs 2016 tarihinde İstanbul’da, 29 Mayıs 2016’da Dersim’de düzenlenen “Tarihsel Miras ve Kaypakkaya Sempozyumu”na sunulan tebliğ…
[2] René Char.
[3] “Babası İbrahim Kaypakkaya’yı Anlatıyor”… http://www.cafrande.org/babasi-ibrahim-kaypakkayayi-anlatiyor-bir-defa-yuzunu-goreyim-dedim-ama-gostermediler/
[4] “TKP(M-L), TİKKO, TMLGB Davası” (Klasör No 3, Dosya No 1, Sıra No. 4).
[5] “Babası İbrahim Kaypakkaya’yı Anlatıyor”, http://www.cafrande.org/babasi-ibrahim-kaypakkayayi-anlatiyor-bir-defa-yuzunu-goreyim-dedim-ama-gostermediler/
[6] Turhan Feyizoğlu, İbo (İbrahim Kaypakkaya), Ozan Yayıncılık, İstanbul, 2000.
[7] Garbis Altınoğlu, “Bir İbrahim Kaypakkaya Değerlendirmesi”, Teori ve Politika, Ekim 2006… http://www.teorivepolitika.net/index.php/arsiv/item/210-bir-ibrahim-kaypakkaya-degerlendirmesi
[8] Yön Hareketi’yle MDD arasındaki ilişki için bkz: Melek Zorlu, “TKP’den TİP’e Sol Kemalizm: MDD Örneği”, (Y. Lisans Tezi), A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Ana Bilim Dalı, Ankara 2006, öz. ss. 121-124.
[9] Mihri Belli (Mehmet Doğu), Yön Dergisi, Sayı: 48. Akt.: Haluk Yurtsever, Marksizm ve Türkiye Solu, El Yayınevi, ss. 186-187.
[10] “Sosyalizm ve Kürtler”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c. 7, s. 2112, İletişim Yayınları, 1988.
[11] Ümit Fırat, “Devrimci Doğu Kültür Ocakları”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c. 7, s. 2118, İletişim Yayınları, 1988.
[12] Bu mitinglerde taşınan pankart ve dövizler; “zamanın ruhu” hakkında fikir vermekte: “Doğu’nun kaderi açlık, işsizlik, hor görülme. Batı vatan, ya Doğu ne? Doğulu insanlığını ve vatandaşlığını mutlaka kabul ettirecektir. Batı’ya fabrika, yol, Doğu’ya komando, karakol. Batı’ya imar, Doğu’ya istismar. Milli gelir: Manisa 2350, Ağrı 500, Aydın 2500, Hakkâri 250… Dipçik değil uzanan el istiyoruz… Petrol, bakır krom bizde, yaşamak sizde!… Bazoka değil fabrika isteriz… Doğuluyu kovmak isteyenler kovulacaktır. Baskı cenderesi son bulsun… Mezarda yaşayanlar geliyor. Petrol kanımızdı onu da aldınız… Siyasi ve iktisadi baskınız içimizdeki ateşi söndüremeyecektir. Bölücü diyor kalkmış da. Oşt Ha! Bize mağara onlara villa. Birlik eşitlik ile olur. Ayrılanlar dağılır, parçalanır; birleşenler boyun eğmez, dayanır. Hak verilmez, alınır. Doğu müstemleke değildir! Dilimize hürmet ediniz. Ağa, şeyh komprador üçlüsüne paydos…” (“Sosyalizm ve Kürtler”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c. 7, s. 2129, İletişim Yayınları, 1988).
[13] Ümit Fırat, “Devrimci Doğu Kültür Ocakları”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c. 7, s. 2119, İletişim Yayınları, 1988.
[14] “Sosyalizm ve Kürtler”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c. 7, ss. 2131-32, İletişim Yayınları, 1988.
[15] Ne ki Türkiye devrimci hareketi günümüzde kimi çevrelerin iddia ettiği üzere Kürt sorunu karşısında “düşmanca” bir tutum içerisinde değildir; olmamıştır. Örneğin İsmail Beşikçi’nin Kürt sorununa ilişkin ilk ayrıntılı çalışması Doğu Anadolu’nun Düzeni’nin ilk baskısı Temmuz 1969’da 5000 nüsha olarak yapılmış ve kitap kısa sürede tükenmişti. O dönemin “ulusalcı” sol önderlerinden Mihri Belli dahi “hükümet gözetiminde Kürtçe yayın ve eğitim yapılması gereği”nden söz etmektedir. Ve Türkiye İşçi Partisi, 12 Mart rejiminde kapatılmasına yol açacak o ünlü kararı, 29 Ekim 1970’de gerçekleştirilen 4. Büyük Kongresi’nde almıştır. Kararda:
“(1) Türkiye’nin Doğu’sunda Kürt halkının yaşamakta olduğu; (2) Kürt halkı üzerinde, baştan beri, hâkim sınıfların faşist iktidarlarının, zaman zaman kanlı zulüm hareketleri niteliğine bürünen, baskı, terör ve asimilasyon politikasını uyguladıkları; (3) Kürt halkının yaşadığı bölgenin, Türkiye’nin öteki bölgelerine oranla geri kalmış olmasının temel nedenlerinden birinin, kapitalizmin eşitsiz gelişme kanununa ek olarak, bu bölgede Kürt halkının yaşadığı gerçeğini göz önüne alan hâkim sınıf iktidarlarının güttükleri ekonomik ve sosyal politikanın bir sonucu olduğu; (4) Bu nedenle ‘Doğu sorununu’ bir bölgesel kalkınma sorunu olarak ele almanın, hâkim sınıf iktidarlarının şoven-milliyetçi görüşlerinin ve tutumunun uzantısından başka bir şey olmadığı; (5) Kürt halkının Anayasal vatandaşlık haklarını kullanmak ve diğer tüm demokratik özlem ve isteklerini gerçekleştirmek yolundaki mücadelesinin, bütün anti-demokratik, faşist, baskıcı, şoven-milliyetçi akımların amansız düşmanı olan Partimiz tarafından desteklenmesinin olağan ve zorunlu bir devrimci görev olduğu; (6) Kürt halkının gelişen demokratik özlem ve isteklerini ifade ve gerçekleştirme mücadelesi ile işçi sınıfının ve onun öncü örgütü Partimiz öncülüğünde yürütülen sosyalist devrim mücadelesini tek bir devrimci dalga halinde bütünleştirmek için, Kürt ve Türk sosyalistlerinin Parti içinde omuz omuza çalışmaları gerektiği; (7) Kürt halkına karşı uygulanan ırkçı-milliyetçi şoven burjuva ideolojisinin, Partililer, sosyalistler ve bütün işçi ve diğer emekçi yığınlar arasında yerle bir edilmesini sağlamanın, Partinin ideolojik mücadelesinin ve gelişmesinin temel ve devamlı bir davası olduğu; (8) Partinin, Kürt sorununa, işçi sınıfının sosyalist devrim mücadelesinin gerekleri açısından baktığı” kayıt altına alınmıştır (Metin Çulhaoğlu, “40 Yıl Önce Kürt Sorunu”, Birgün, 20 Temmuz 2010, http://www.birgun.net/haber-detay/40-yil-once-kurt-sorunu-15348.html).
[16] İbrahim Kaypakkaya, “Kürecik Bölge Raporu”, (Ekim 1971). Seçme Yazılar, Umut Yayımcılık, 2004.
[17] İbrahim Kaypakkaya, “Kürecik Bölge Raporu”, (Ekim 1971). Seçme Yazılar, Umut Yayımcılık, 2004.
[18] İbrahim Kaypakkaya, “Türkiye’de Milli Mesele”, Aralık 1971, ss.171-173.
[19] Konumuzla doğrudan ilintili olmamakla birlikte, Kaypakkaya’nın, “Kürt milletinin dışında da bir ulus teşkil etmeyen azınlık milliyetler”in varlığına dikkat çekmesi ve “bunlar üzerinde de dillerini yasaklamak vb. şeklinde milli baskı uygulandığını” belirtmesi, kendi döneminde istisnai bir tutumdur.
[20] “…Dördüncü olarak, milliyeti ne olursa olsun, bilinçli Türkiye proletaryası, çeşitli milliyetlere mensup burjuvazi ve toprak ağalarının kendi üstünlükleri ve imtiyazları için yürüttükleri mücadelede tamamen tarafsız kalacaktır. Bilinçli Türkiye proletaryası, Kürt milli hareketi içindeki Kürt milliyetçiliğini güçlendirmeye yönelen eğilime asla destek olmayacaktır; burjuva milliyetçiliğine asla yardım etmeyecektir; Kürt burjuvalarının ve toprak ağalarının kendi üstünlükleri ve imtiyazları için giriştikleri mücadeleyi kesinlikle desteklemeyecektir; yani, Kürt milli hareketi içindeki genel demokratik muhtevayı desteklemekle yetinecek, onun ötesine geçmeyecektir.” (İbrahim Kaypakkaya, “Türkiye’de Milli Mesele”, s. 194).
[21] “Marksist-Leninist hareket, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin belli bir devlette, birleşik örgütlerde, siyasi sendikal, kooperatif, eğitsel vb. örgütlerde kaynaştırılmasını savunur. İşçileri ve emekçileri milliyetlerine göre ayrı örgütlerde toplama eğilimleriyle mücadele eder. Çünkü değişik milliyetlerin işçileri ve emekçileri, uluslararası sermayeye ve gericiliğe karşı ancak bu şekilde başarılı mücadele yürütme imkânına kavuşur; bütün milliyetlerin toprak ağalarının, din adamlarının ve burjuva milliyetçilerinin propagandasıyla ve gerici özlemleriyle ancak bu şekilde başarıyla mücadele etme imkânına kavuşur.” (İbrahim Kaypakkaya, “Milli Mesele”, s. 215).