Sadece bu kadar da değil. Muktedir, derin saray glodiosunu oluşturmada Âlâ bir yol almış olmalı ki, Ergenekon kadroları ile girdiği ilişkileri de üzerine ekleyerek, savaş naraları atıyor. İçeride savaş, dışarıda savaş.
Ve bu arada, Muktedir ve iktidar etrafından, bazı gerçekler açık ediliyor.
Kuşku yok ki, Erdoğan, bir uluslararası projedir, bir ABD projesidir ve AB tarafından da desteklenmiş bir projedir. Ama bu gerçeği aklımızdan çıkarmadan, sürece bir de iktidar hırsı açısından bakmakta fayda var.
Mesela İsmail Kahraman, meclis başkanıdır. Meclis başkanı olarak bir olumlu iş yaptığını gören herhâlde olmamıştır. Mesela parlamentodan milletvekilleri, HDP vekilleri atılsın diye gelen baskılara karşı, “arkadaş, bu ne iştir” dediğini duyan olmamıştır. Hani, sıra HDP milletvekillerine gelince ne kişisel fikri kalıyor, ne hak ne hukuk anlayışı kalıyor. Ama meclis başkanımızın, kişisel görüşleri de varmış. Bir “küçük” toplantıda, “yeni anayasada laiklik olmamalı” dedi.
Aslında, zaten TC anayasası ve TC devleti, laik bir devlet değildir. Eğer bir ülkede, diyanet işleri başkanlığı var ise, eğer diyanet işleri başkanlığının 120 bin kişilik kadrosu devletten, halkın vergilerinden maaş alıyorsa, eğer bir diyanet işleri başkanının zırhlı arabası oluyorsa, bu ülkede laiklik olabilir mi? Elbette hayır. Mesela devlet, tüm din ve inançlara eşit mesafede midir? Bırakın başka dinleri, diyanet işleri, sadece bir mezhebin, Sünni İslam’ın emrindedir.
Aslında bu, Müslümanlar için de doğru değildir. Onlara da devlet eli ile, inançları “şekillendirilip” paketlenerek verilmektedir. Kişi ile allah arasındaki ilişkilerde devletin yeri olmamalıdır. Burada kişi, kendi inançları için bir aracıya ihtiyaç duymaz. Bu durumda, diyanet işleri başkanlığı, gerçekte dini denetleme aracıdır ve devletin dine yön verme aracıdır. Ülkemizde inançların bu kadar vahşice, ölçüsüzce, hoyratça kullanılması, işte bu zemin üzerinde yükselmektedir.
Peki buna rağmen, İsmail Kahraman, meclis başkanı, ne demek ister? Meclis başkanı diyor ki, fırsat var ve dini temel alan, İslam inancının bir kolunu temel alan bir anayasa yapalım.
Bunu söylüyor ve sonrasında, bununla tepkiler ölçülüyor. Sonra da, kişisel görüşüm, deniyor.
Mesela, bir dinî otorite, devlet adamlarının yaptığı yolsuzluğu, %10 halifenin hakkıdır, diyen bir fetva ile desteklerse, ne olur? İşte din bu açıdan, devleti yönetenlere gereklidir.
Meclis Başkanı, TBMM’nin fiili olarak devredışı bırakılmasına sessizdir. HDP’li milletvekillerinin meclisten çıkarılması girişimlerine karşı sessizdir. Ama sıra anayasaya geldi mi, aklına ilk gelen, dini referans alan bir anayasadır. Bu dini referans alan anayasada, hak hukuk, çalışma yaşamı, kuvvetler ayrılığı vb. nasıl düzenlenecek? Bunlar, onun gündeminde değildir.
Ülkemizin İslamî kesimi, gerçek anlamı ile inanan bir kesimi, birçok açıdan baskı altına alınmıştır. Bunun da uzun bir geçmişi vardır. Bu kitlelerde var olan ezilmişlik, bazı İslamî hareketler için kullanılarak, iktidara gelmenin aracı olarak örgütlenmek istenmiştir. 12 Eylül, komünizme karşı dini kullanma projesi olan ABD’nin yeşil kuşak projesinin devamı olarak, bu işe sarıldı. İslamî hareketi, hem ABD ekseninde, komünizme ve halka karşı, hem de iktidar olma amacı ile devreye soktu. İsmail Kahraman, mesela ABD emperyalizmine karşı mücadele eden devrimci gençlerin üzerine linç etmek üzere sürülmüş devlet milisleri, yani kontrgerilla içinde yer almıştır. Irkçı Türkçülük ile Türk-İslam sentezi arasında, zaman farkı dışında bir farklılık da yoktur.
İktidar olma hırsı, bugün iktidarı eline alanların durumunda hastalıklı bir iktidar etme biçimine dönüştürülmüştür.
Hep sorulan bir sorudur, Nazi Almanyası’nda soykırımı ile karşı karşıya kalmış olan Yahudiler, bugün, ellerindeki İsrail devleti ile, bir başka halka, Filistin halkına karşı bir soykırım politikasını nasıl uygulayabilir? Bu soru, siyasal analizleri bir yana bırakırsak, insanî açıdan son derece yerindedir. Elbette siyasal olarak, süreçleri görmemek, abartılı bir “iyi niyet”e sahip olmak anlamına da gelir.
Aynı soru, İslamî hareket için sorulabilir. Yöneticilerini, İsmail Kahraman’ı, Erdoğan’ı, Gül’ü, Davutoğlu’nu vb. bir yana bırakırsak, geniş inanan kesimler için, anlamlı bir sorudur: Sen baskı görmüş isen, bugün senin adına iktidar olduğunu söyleyenlerin ölçüsüz baskı ve zulüm politikalarını nasıl onaylarsın? Yine dediğimiz gibi, bu salt insan olarak sorulabilecek bir sorudur. Çünkü siyasal olarak dinin kullanılmasını, geniş halk kitleleri kavramaktan uzaktır.
Kürt halkına karşı içeride, dışarıda ise Suriye’ye karşı bir savaş yürütmekte bu kadar hevesli olan bir “İslamî iktidar” nasıl olur da İslamî kesimden oy alabilir?
Parlamento devre dışıdır.
Ama parlamentonun başkanı devrededir.
Bakanlar Kurulu, bizzat Saray tarafından by-pas edilmiş ve içinden dışından isimlerle yeni bir yürütme organı organize edilmiştir. Bu, aslında bir nevî paralel yapıdır da. Bu Saray’a bağlı yürütme içinde görev alan Âlâ, binaları uzaktan yok ediyoruz, diyor. Bunu söylerken, Kürt illerinden söz ediyor. Kürt şehirlerini yerle bir etmekten söz ediyorlar.
İktidar hastalığı, tiranlığa dönüşünce, hastalıklı bir iktidara dönüşmektedir. Devletin-hükümetin birçok uygulaması, hastalıklı bir iktidarın uygulamalarıdır. Tam bir polis devleti, tam bir karanlık egemenlik devrededir. Basın susturulmaktadır. Ve savaş emirleri, ölüm emirleri yağdırılmaktadır. Cenazelere işkenceler yapılmaktadır.
En başta Kürt halkı olmak üzere, tüm halklar düşman ilan edilmektedir. Karadeniz’de mafya örgütlenmesi ile, halk sindirilmektedir. Ya bendensiz ya düşman söylemi tam da budur. Bu hastalıklı bir iktidar demek değilse nedir?
Bir resmî bakanlar kurulu üyesi (kendisinin fiili, saraya bağlı yürütmede olup olmadığını bilmiyoruz), bir iç savaşta değiliz, diyor. Neden bunu belirtme gereği duyuyor? Çünkü, tam bir iç savaş senaryosu devreye sokulmuştur ve buna uygun katliamlar yapılmaktadır. Bombalamalar, Kürt illerine dönük katliamlar üst üste konulduğunda son bir yılda ölen insan sayısı oldukça kabarıktır. İç savaşta değiliz açıklaması, komiktir.
Hastalıklı iktidara bir örnek, Kilis Valisi’nden gelmiştir. Uzun süre, günlerce, Kilis’e gelen füzelerin havadan düştüğü, nasıl düştüğü vb. tartışılmıştır. Konu yerçekimine kadar gitmiştir. Ve Kilis Valisi, valilere verilen olağanüstü güç ile, yetkili bir vali olarak, “sokağa abdestsiz çıkmayın” demektedir. Yani ölecekseniz bari abdestli ölün, denilmektedir. Traji-komiktir.
Ensar Vakfı olayı ve çocuk tacizlerini ele alın, kadın cinayetlerini ve kadının namusu üzerine atılan nutukları ele alın, bunlar iktidar hastalığının hastalıklı iktidara dönüşmesi değilse nedir?
Diyanetin, Soma sonrasında iş cinayetleri karşısında tutumunu hatırlayalım; diyanet, işyerlerinde bu kadar fazla önlem almak, allaha şirk koşmaktır, diye hutbeler verdi. Şimdilerde diyanet, yolsuzluklara karşı, cuma hutbesi verme kararı almıştır. Neden? Yolsuzlukları yapanlar, affedilsin diye cuma namazına mı geliyor da, orada imamı dinleyip insafa gelecekler? Yoksa tüm tepeyi sarmış olan yolsuzluklar, devlet bürokrasinin her kademesine yayılmasın diye önlem mi alınmak istenmektedir?
İktidar, Saray, tüm kaos ve savaş ortamı içinde, kurduğu ittifakları da kullanarak kendi iktidarını mutlak kılma peşindedir. Bu nedenle, tarihi yeniden yazmaktadır. Kut’ül Amare zaferi gibi, Osmanlı’nın tüm padişahlarının yeniden yad edilmesi gibi girişimler, aslında bir anlamda tarihi yeni tarzda yazma girişimidir. Bu konuda derin bir çalışma olduğu anlaşılmaktadır. Evet, TC devleti bu konularda da deneyimlidir. istenildiğinde Timur aslan Türk, ama sonra bir anda pis Moğol olabilmektedir. Bu tarihi, aynı anlayışla, ama bu sefer yeni iktidarın ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden yazmak, acaba neyi değiştirecektir? Tarihle yüzleşemeyen, gerçeklerle yüzleşemeyen bir anlayış ile nasıl bir iktidar organize edilebilir? Ya bendensin ya düşmansın, anlayışını tarihe uygulayarak ne kadar ilerleme sağlanabilir, hangi sorun gerçek anlamda çözülebilir? Tarih uydurulduğunda yeniden yazılmış mı olur?
Bu topraklarda burjuva egemenlik, her zaman halkları inkâr etmiştir. Kendine düşman olarak görmüştür ve her zaman o veciz cümle devreye sokulmuştur; ya bendensin ya düşman.
Bu topraklarda burjuva egemenlik, her zaman işçi ve emekçileri yok hükmünde saymıştır, onları ayak takımı olarak adlandırmıştır.
Bu topraklarda burjuva egemenlik, her zaman kendini rant üretmeye adapte etmiştir. Daha çok rant elde etmek için, her yola başvurmuştur. Kamunun kaynakları, başıboş bulunmuş bir çiftlik gibi yağmalanmıştır.
Ve bu topraklarda egemenlerin emperyalist efendileri, bunu her zaman teşvik etmiştir.
Bugün de olan budur.
Bugün, biraz daha ileri gidilmiş, tüm bölgenin yağmalanması için, her yola başvurulmaya başlanmıştır. Emperyalist odakların çetelerden devlet yaratma politikasına, devletlerin çeteleşmesi eşlik etmektedir.
Ve iktidar hastalığına yakalananlar ellerine geçirdikleri güç ile zehirlenerek, hastalıklı bir iktidar oluşturmaktadırlar. Savaş, doğanın yağmalanması, rant uğruna tüm kaynakların heba edilmesi, yaşamın her alanında şiddetin egemen kılınması bu hastalıklı iktidarın göstergeleridir.
Fazladan ömür süren kapitalist sistemin tüm pislikleri, bu hastalıklı iktidar eli ile ülkemizde ölçüsüzce devreye sokulmuştur.
İşte aceleleri de bundandır. Bu mutlak iktidarı kurabilmek için, halkların, kitlelerin tamamen karanlığa gömülmesi, esir hâline getirilmesi istenmektedir. Bunu acele ile, bir an önce yapmak istiyorlar. Çünkü vakitleri dardır. Korkuları bundandır.
Acaba korkunun hastalığa, ecele çare olduğu görülmüş müdür?