Sosyalizmin yenilgisinin üzerinden 36 yıl geçerken, ideolojik olarak bulanık halk hareketleriyle dolu geçen yüzyılın ilk çeyreği bitmek üzere.
Büyük sosyalist güçlerin tasfiyesinin ardından; yenilgi sonrası, yeniden başlayan paylaşım savaşının bir “dünya savaşı”na dönüşmeye başladığı günleri yaşıyoruz.
Vekil güçlerle lokal çatışmalardan gün geçtikçe bölgesel savaşlara dönüş yaşanıyor. Kapitalist-emperyalizmin içerideki hegemonya savaşı ile beraber işçi sınıfına ve halklara dair saldırısı da büyüyor.
Bu sırada özellikle 2008 krizi sonrası dünyanın dört bir yanına dalga dalga vuran halk isyanları bölgemizde bir sonraki daha yüksek gelişin geri çekilişini yaşadı. Bu sürecin muhtemelen son dönemlerini yaşıyoruz.
Bunlara bağlı olarak son birkaç yıldır bölgemizdeki ve uluslararası sol, direnişçi, muhalif ve/veya devrimci örgüt ve gazeteci akademisyenlerle iletişim ve deneyim paylaşımını artırmayı hedefledik.
Geçen sayıda henüz Şam düşmeden röportaj yaptığımız Komünist Parti gibi İşçi-Komünist Partisi de İran’daki halk hareketleri dönemlerinde iletişime geçtiğimiz örgütlerden.
İsrail, İngiltere ve ABD öncülüğündeki operasyonla tıraşlanıp, giydirilip, parfümlenerek Suriye’nin başına El Kaide’nin rahminden emperyalizmin tedrisatıyla cihatçıların getirilmesi sonrası bölgesel dinamikleri tartışıyoruz.
Bölgede halkların ve işçi sınıfının cephesini örerken nesnel durumu tümüyle görmeyi, tartışmayı ve işçi sınıfı, emekçi halklar adına hareket eden güçlerin görüşlerini öğrenmeyi, aktarmayı hedefliyoruz. Gözlerimizi son yılları kitlesel halk direnişiyle geçmesinin yanı sıra emperyalist saldırganların bir sonraki muhtemel hedeflerinden İran’a döndürdük ve İran İşçi-Komünist Partisi Politbüro üyesi Bahram Soroush’a sorularımızı yönelttik.
* * *
Dünya çapında derinleşen gerilimleri ve giderek küreselleşen savaşları nasıl görüyorsunuz? Doğu Avrupa, Doğu ve Güneydoğu Asya, Ortadoğu, Afrika ve dünyanın geri kalanındaki gelişmeler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu elbette çok kapsamlı bir soru, bu nedenle burada sadece ana çatışmalara odaklanabilir ve kendi bakış açımdan genel eğilimler hakkında yorum yapabilirim. Şu anda iki ana çatışma bölgesi elbette Ortadoğu ve Ukrayna/Rusya.
İkincisinde, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana Batı ile Rusya’nın en ciddi ve en kanlı çatışmasını görüyoruz. Diğer pek çok çatışmanın aksine, bu kan dökülmesine son vermeye yönelik bir girişimin görüntüsü bile yok. Savaş, Rusya ve Batı arasında tam anlamıyla, Soğuk Savaş anılarını canlandıran, nüfuz alanları üzerine bir yarış niteliğinde. Bu, her iki taraf için de gerici bir savaştır ve her iki taraf da mutlak zaferden başka bir şey düşünmemektedir. Ancak, savaş çığlıklarına rağmen, her iki tarafın da, örneğin çatışma devam ederken Batı’nın Ukrayna’nın NATO üyeliğini kabul etmesi ya da Rusya’nın komşu müttefiklerinin doğrudan savaşa girmesi gibi yollarla savaşı daha da tırmandıracak kadar aptal olacağını sanmıyorum. Hâlihazırda her iki taraftan da (Trump’ın başkanlık koltuğuna oturduğunda savaşı sona erdirme iddiası ve Putin’in Slovakya’nın arabuluculuk teklifine verdiği son olumlu yanıt) müzakere edilmiş bir uzlaşıya yönelik işaretler var. Bu, örneğin Rusya’nın hâlihazırda ilhak edilmiş toprakların bir kısmını elinde tutması ve Batı’nın Ukrayna’nın NATO ve AB’ye nihaî üyeliği ya da diğer benzer paktlar ve düzenlemeler şeklinde Ukrayna’daki siyasi ve askerî nüfuzunu (“Ukrayna için güvenlik” olarak adlandırdıkları şey) sürdürmesi şeklinde olabilir.
Ortadoğu’daki savaş, gerici bölgesel güçler, diğer bir deyişle Batı’nın desteğini alan İsrail hükümeti ile İran’daki İslamî rejim tarafından desteklenen Hamas ve Lübnan Hizbullahı gibi İslamcılar arasındaki çatışmanın bir diğer önemli cephesidir. Bu çatışmaların merkezinde, çeşitli tarafların gerici amaçları ve hırsları için bir bahane olarak kullanılan Filistin halkının çektiği tarihsel baskı ve acılar yer almaktadır. Bir kutupta, Filistin halkına karşı soykırım savaşı yürüten, aralarında çok sayıda çocuğun da bulunduğu on binlerce masum sivili öldüren, evlerini, hastanelerini, okullarını ve oyun alanlarını dümdüz eden sağcı İsrail hükümeti yer almaktadır. Diğer taraf ise Gazze’deki Hamas, Lübnan’daki Hizbullah ve İran İslam Cumhuriyeti tarafından desteklenen diğer İslamî güçler şeklindeki gerici siyasal İslam. Tıpkı Netanyahu hükümeti gibi İslamî güçler de Filistin halkı için iki devletli bir çözüme karşı çıkmakta ve Filistinlilerin acılarını kendi gerici siyasi amaçları doğrultusunda istismar etmektedir. Filistin halkı, laik ve bağımsız bir devlette özgürlük ve yaşam şansına sahip olmak için öncelikle tüm bu gerici güçleri marjinalize etmelidir. Hamas’ın ve destekçisi İran rejiminin yenilgiye uğratılmasıyla birlikte, İsrail’deki ilericiler ve sol, Filistin’deki İslamî güçlerin varlığını bahane ederek ve buna dayanarak gelişen İsrail sağına karşı daha geniş bir alan bulacaktır. Ancak bu tür gelişmeler sayesinde, her iki taraftaki gerici dinî güçlerin baskısından kurtulmuş, İsrail’in yanında ilerici ve laik bir Filistin devletinin kurulması için pratik bir imkân yaratılabilir. Bölgesel nüfuzunun ve vekil güçlerinin fiilen ortadan kalkmasının ardından her zamankinden daha yakın görünen İslam Cumhuriyeti’nin muhtemel çöküşü, derinleşen iç krizleriyle birleştiğinde bu gelişmeyi ve Filistin halkının kurtuluş ihtimalini hızlandıracaktır.
Devam eden savaşlar ve çatışmalar, ABD, AB, Çin, Rusya vb. gibi dünyanın başlıca ekonomik ve siyasi güçleri ve blokları arasında derinleşen rekabet ve çatışmaların bir sonucu olarak yorumlanabilir ve her savaşın kendine özgü daha somut ve spesifik nedenleri olmasına rağmen, daha feci küresel savaşlar tehdidini arttırmaktadır. Kaynaklar, pazarlar ve nüfuz alanları üzerinde rekabet eden kapitalist ve emperyalist güçler tarafından başlatılan çatışma ve savaşların damgasını vurduğu daha tehlikeli bir dünyaya doğru mu gidiyoruz? Belki de öyle. Ancak dünya sadece burjuva güçlerin manevraları ve rekabetleri için bir sahne ve savaş alanı değildir ve kesinlikle tek oyuncuları da onlar değildir. Gerici savaşların ve çatışmaların yanı sıra, işçi sınıfının ve ezilen insanlığın daha iyi bir dünya için protestolarını da görüyoruz. Irkçılık, demagoji ve her türlü gerici ideolojinin yanı sıra, kapitalizmin dünyaya yaşattığı yoksulluk, eşitsizlik, haksızlıklar ve barbarlığa karşı tek yanıt olarak özgürlük, eşitlik ve sosyalizm özlemlerini de görüyoruz. En son Suriye örneğini ele alacak olursak, ister Esad rejimi (destekçileri Rusya ve İran olsun) ister IŞİD ve diğer İslamî güçler tarafından olsun, Suriye halkının maruz kaldığı vahşete rağmen, insanlar İslamî bir devlet planlarına karşı protestolarını dile getirmek ve laiklik, özgürlük ve kadın hakları talep etmek için binlerce kişiyle sokaklara dökülüyor. Devletlerin ve burjuva güçlerin eylemleri bir boşlukta gerçekleşmez, kapitalist toplumların daimi bir özelliği olan ve nihayetinde kaderlerini belirleyen daha büyük sınıfsal ve toplumsal çelişkiler çerçevesinde gerçekleşir ve bunlardan etkilenir. Ancak bu mücadelelerde zafer kendiliğinden gelmez, kendilerini bu mücadelelerin başına yerleştiren devrimcilerin bilinçli çabalarını gerektirir.
Suriye’de Esad/Baas rejiminin çöküşü, ülkedeki iktidar boşluğu ve bunun bölgeye etkisi düşünüldüğünde; ne oldu, ne olacak, kazananlar ve kaybedenler kimlerdir?
Esad rejiminin çöküşünün ardından temel kaybedenler elbette Rusya ve İslam Cumhuriyeti’dir. Esad rejimi İslam Cumhuriyeti’nin ana müttefikiydi ve İslam rejiminin Gazze ve Lübnan’daki vekillerine, sözde “direniş ekseni”ne verdiği destek için bir bağlantı sağlamaktaydı. İslam Cumhuriyeti ideolojik bir devlettir ve tüm kimliğini ana düşmanlar olarak İsrail ve Amerika ile çatışma üzerine inşa etmiştir. Gazze, Lübnan, Irak ve Yemen’deki İslamî güçleri destekleyerek Kudüs Ordusu (Devrim Muhafızları’nın yabancı kanadı) aracılığıyla bölgedeki siyasi ve askerî varlığını genişletmek, bu stratejinin ve ideolojik meşruiyetin bir parçasıdır.
Suriye halkı, İran ve Rusya’nın yardımıyla 2011 yılında devrimlerini kana bulayan baskıcı Esad rejiminden kurtulduğu için elbette mutludur. Ancak haklı olarak kökleri El Kaide ve IŞİD’e dayanan İslami Heyet Tahrir el Şam’dan (HTŞ) da korkuyorlar. Suriye’de İslam devleti fikrine karşı yapılan protestolar, Suriye halkı arasında laiklik ve siyasi özgürlükler için güçlü bir hareketin varlığının kanıtıdır.
Kendi gerici amaçları doğrultusunda HTŞ’nin iktidara gelmesine yardımcı olan, Kuzey ve Doğu Suriye’deki askerî müdahalesini doğrudan ya da Suriye Milli Ordusu (SMO) gibi vekilleri aracılığıyla sürdürmek isteyen Türk hükümeti, açık bir kazanandır.
İsrail, bir sonraki adımın ne olacağının belirsizliği nedeniyle Esad rejiminin düşmesi çağrısında bulunmasa da, Esad rejiminin çöküşünün ardından hızla Suriye’nin askerî kaynaklarını ve kabiliyetlerini yok etmeye ve Golan Tepeleri’ndeki işgalini genişletmeye başladı. Bu arada HTŞ lideri Ahmed el-Şara ve HTŞ liderliğindeki geçici hükümet, El-Kaide ve IŞİD kökenlerine ve kimliklerine rağmen Batı’nın çıkarları için bir tehdit olmadıkları konusunda Avrupa ve Amerika’ya güvence vermeye çalıştı. Elbette Batı’nın aradığı güvence budur, bu gerici gücün Suriye halkının direniş ve mücadelesini yenilgiye uğratması ve kendini sağlamlaştırması ve tahkim etmesi hâlinde Suriye halkına ve onların yaşam ve özgürlüklerine tehdit oluşturmayacağı değil.
Bana göre Esad rejiminin çöküşü, İran rejiminin kaderini belirleyecek son ve en ölümcül gerileme oldu. Daha önce de belirttiğim gibi, Hamas ve Hizbullah’ın uğradığı yenilgilerin ardından Esad’ın da düşmesiyle İran’ın sözde “direniş ekseni” parçalandı. Bu durum, ülkedeki ciddi ekonomik ve siyasi krizler ve rejimi devirmek için yeniden ayaklanmak üzere rejimde en ufak bir çatlak ve zayıflık arayan huzursuz ve savaşçı bir halkla birleşince, İslam Cumhuriyeti’ni şimdiye kadarki en tehlikeli konumuna soktu.
İsrail ve İran arasında yüksek bir gerilim, karşılıklı saldırı dalgası ve siyonistlerden gelen ilginç sinyaller gözlemliyoruz. Bu arada Batı medyasında İran karşıtı yoğun yayınlar devam ediyor. İran’a yönelik olası bir emperyalist saldırının yaklaştığını görüyor musunuz? Yoksa İran egemenlerinin İsrail-ABD-İngiltere öncülüğündeki emperyalist saldırganlıkla bir “uzlaşma” sürecine çoktan uyum sağlayacağını mı öngörüyorsunuz?
İslam Cumhuriyeti’nin kırılganlığı ve ciddi şekilde zayıflamış durumu göz önüne alındığında, Batı ile varılacak herhangi bir “uzlaşma” aslında Batılı hükümetlerin İran’a şartlarını dikte etmesi anlamına gelecektir. Bu, örneğin yaptırımların kaldırılması karşılığında İslam Cumhuriyeti’nin nükleer programlarının tamamen lağvedilmesi gibi bir talep olacaktır. İsrail ya da ABD’nin İran hedeflerine yönelik askerî saldırı olasılığı göz ardı edilemese de, benim görüşüme göre İran’la büyük çaplı bir savaş olası değildir. Batı’nın İran’a yönelik stratejisi onu ehlîleştirerek bölgedeki çıkarları için bir tehdit olmaktan çıkarmaktır. İslam Cumhuriyeti, Batı ve İsrail’in çıkarları çerçevesinde hareket etmeye zorlanabilirse, Batı onunla çalışabilir. Ancak İslamî rejim, ideolojisinde (siyasal İslamcılık ve Amerikan karşıtlığı) köklü değişiklikler yapmadan ve Batı’ya tamamen yanaşmadan Batı’ya entegre olmayı asla umut edemez. Bu, rejimin en başından beri karşı karşıya kaldığı ikilemdir. İslamcılık ve Batı düşmanlığı ideolojik ve siyasi kimliğinin bir parçasıdır. Ancak, bu konudaki en ufak bir değişiklik rejimde domino etkisi yaratarak kendi kendini tasfiye etmesine yol açacaktır. Bunun dışında, İslam Cumhuriyeti’nin karşı karşıya olduğu asıl tehdidin dışarıdan değil, içeriden olduğunu, yoksullaştırılmış, baskı altında tutulan ve kendisinin tamamen devrilmesi için mücadele eden huzursuz bir halktan kaynaklandığını unutmamalıyız. Benim görüşüme göre yakın gelecekte en önemli gelişmelerin yaşanacağı yer burasıdır. Rejimin bölgedeki gerilemeleri ve uluslararası alandaki tecridi bu süreci hızlandırıyor.
Filistin direnişinin geleceğini ve bölgenin en mazlum halklarından biri olan Filistin halkının davasını ulusal-kültürel-insani düzeyde nasıl değerlendiriyorsunuz?
İsrail devletinin kuruluşundan bu yana Filistin halkı insan muamelesi görmemiştir. İsrail devleti, Filistinlilere yönelik baskısını meşrulaştırmak için her zaman Yahudilere yönelik tarihsel zulmü kullanmıştır. Özellikle İsrail’deki dinci sağ, bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasına karşı çıkmış ve Filistinlilerin tamamen yok edilmesi çağrısında bulunmuştur. Daha yakın tarihte, özellikle İran İslam Cumhuriyeti’nin iktidara gelmesinden sonra, Ortadoğu’daki gerici İslamî hareket Filistin davasını ve Filistinlilerin uğradığı haksızlıkları kendi gerici amaçları için istismar etmiştir. Bu çatışmanın her iki tarafı da -aşırı sağcı İsrail devleti ve Hamas ve İslamî Cihad gibi İslamcılar- Filistin sorununa bir çözüm bulunmasını istememektedir. Aslında, siyasi varlıkları Filistin sorununun çözümsüz kalmasına bağlı ve bu durumdan besleniyorlar. Bu çatışmanın her iki tarafındaki gericiler birbirlerinden beslenirken, Filistin halkı da kurban konumundadır.
Geçtiğimiz yıl içinde, İbrahim Anlaşmalarını ve İsrail ile Arap devletleri arasında giderek artan yakınlaşmayı engellemeyi ve tehlikeye atmayı amaçlayan Hamas, 7 Ekim 2023’te sıradan İsrailli sivillere yönelik terör saldırısını başlatarak çok sayıda kişiyi katletti ve masum sivilleri (çoğu Filistin davasını destekleyen genç ilerici İsrailliler) rehin aldı. Aynı derecede terörist olan Netanyahu rejimi için bu saldırı bir nimetti ve Filistinlilere karşı soykırım savaşını başlatmak için tarihi bir fırsat sağladı.
Hamas’ın İsraillilere yönelik soykırımcı saldırısı Netanyahu rejiminin Gazze’deki soykırımını haklı çıkarmaz. Hamas ile savaş, öldürülen her Hamas savaşçısı için binlerce Filistinlinin öldürülmesini haklı çıkarmaz. Hamas’ın okullara, hastanelere ve camilere sığınmış sivilleri “canlı kalkan” olarak kullandığı iddiası, doğru olsun ya da olmasın, çoğu yaşlı ve çocuk binlerce masum sivilin öldürülmesini, evlerinin, kentsel ve sosyal altyapılarının, yaşam kaynaklarının enkaza dönüştürülmesini haklı çıkarmaz. Netanyahu rejiminin Filistinlilere karşı yürüttüğü, Batı tarafından milyarlarca dolar para ve silahla ve ikiyüzlü bir şekilde “İsrail’in kendini savunma hakkı” iddiasıyla desteklenen ve kriminal bir şekilde meşrulaştırılan soykırım savaşında en büyük kayıp insanlığın kendisi olmuştur.
Filistin davasının pratik çözümü iki devletli bir çözümdür: seküler bir İsrail’in yanında seküler bir Filistin devletinin kurulması. Bunu başarmanın ilk koşulu, bahsettiğim gibi, bu çatışmanın her iki tarafındaki dinci sağın geri püskürtülmesi ve marjinalleştirilmesidir. Elbette Filistinlilerin devlet sahibi olması henüz gerçek bir özgürlük ve sınıfsal eşitsizliklerin sona ermesi anlamına gelmiyor. Bunun için Filistin’de işçi sınıfının ve komünizmin ilerlemesi gerekir ki bu da ancak Filistin sorunu çözüldükten ve laik bir Filistin devleti kurulduktan sonra ciddi bir şekilde başlayabilir. Devam etmekte olan İsrail-Hamas çatışmasında sağcı İslamcı güçlerin yenilgiye uğramasının, karşı taraftaki muadilleri ortadan kalktıktan sonra İsrail’deki siyasi ve dinî sağın düşüşünü ve çöküşünü hızlandırabilecek olması ironiktir.
Yaklaşan bir devrimin hızla yayılma potansiyeli taşıdığı bölgemizde, daha dar anlamda Ortadoğu’da, Filistin ve Kürt halklarının mücadelesinde olduğu gibi ulusal kurtuluş mücadelesi veren halkların kısa-orta vadeli çıkarlarının görünüşte de olsa çatıştığı bir tablo ortaya çıktı. Lenin’in Birinci Dünya Savaşı öncesinde dünyanın tüm işçi ve ezilen halklarının birleşmesi için bir strateji olarak ortaya koyduğu “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” perspektifinden Ortadoğu’daki durumu nasıl okuyorsunuz?
Günümüzde ulusal mücadeleler Lenin’in zamanında olduğu gibi aynı anlam ve öneme sahip değildir. Yirminci yüzyılın başlarındaki sömürge dünyasında sömürgecilik karşıtı mücadeleler, emperyalist devletlerin ve uluslararası burjuvazinin gücünün altını oyan uygulanabilir ve mevcut hareketlerdi. Bu nedenle o dönemde komünistlerin stratejilerinde çok önemli bir yer tutuyorlardı. Bu mücadelelere (özellikle Doğu’daki) gösterilen ilgi, Bolşevik devleti yıkmaya kararlı emperyalist güçlere karşı mümkün olduğunca geniş bir gücü harekete geçirmeleri gereken Rus iç savaşı sırasında Bolşevikler için daha da büyük bir pratik aciliyet kazandı. Ancak, mücadelenin zorunluluklarına yanıt olarak ortaya çıkan bu pratik-politik girişimler daha sonra solun büyük bölümünde ilke statüsüne yükseltildi. Aynı şey, ulusal sorunun, yani ulusal baskı ve ayrımcılığın iki halkın bir arada yaşamasını imkânsız hâle getirdiği bir durumun mevcut olmadığı durumlarda bile, genellikle tüm ulusların bağımsız devletler kurmak için ayrılmasının pozitif hakkı anlamına gelen “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” sloganı için de geçerlidir. Lenin’in ulusal soruna “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” formülü altında yaklaşması, milliyetçiliğin neden olduğu ve ayrılmanın ne yazık ki tek seçenek hâline geldiği acı verici bir durumu ele almak için taktiksel bir yanıttı.
Partimizin ve komünist-işçi hareketinin kurucusu Mansur Hikmet, 1994 yılında Milliyetçilik, Ulus ve Komünist-İşçi Programı başlıklı derinlemesine çalışmasında bu soruya ve “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” formülüne geri döner. Komünizm içinde çok açık görünen bu sloganın tam tersine belirsizlikler, sorunlar ve milliyetçiliğe verilen tavizlerle dolu olduğunu tespit eder (örneğin yaşam, oy kullanma gibi pozitif haklarla eşit bir “hak” varsayımı ve “ulus” ve “kendi kaderini tayin” kavramlarının eleştirel olmayan kabulü). Elbette burada Hikmet’in tartışmasına derinlemesine girmem mümkün değil; ancak Hikmet’in ana fikri, komünistler için “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” formülünün ardındaki fikrin bir ilke meselesi (ifade özgürlüğü, yaşam hakkı, eğitim hakkı gibi pozitif haklar vb. gibi) değil, işçi sınıfının mücadelesindeki bir engeli ortadan kaldırmak için burjuva milliyetçiliğinin işçi sınıfı içinde yarattığı acı verici bir yarılma durumuna cevap vermek için siyasi bir yarar olduğudur. Ayrıca, Lenin’in de eklediği gibi, bir halkın ayrılma ve bağımsız bir devlet kurma hakkının tanınması, mutlaka ayrılmanın tavsiye edilmesi anlamına gelmez. Bu nedenle partimizin programı bu formülü kullanmamakta, ulusal baskının ortadan kaldırılması ve Kürt sorunu özelinde partimizin tutumunu belirtmektedir. Burada, partimizin ulusal soruna ilişkin tutumunu daha iyi açıklamak için programın bu bölümünden birkaç alıntı yapmak yararlı olacaktır:
“Komünist-işçi partisi, ulusal baskıya ve ülke yasalarında ve hükümet politikalarında her türlü ulusal ayrımcılığa tamamen son verilmesini savunur. Parti, milliyetçiliği, ulusal kimliği ve ulusal gururu, insanların evrensel insan kimliğini yadsıyan ve eşitlik ve özgürlük davasını boğan çok geri ve zararlı kavramlar olarak görür. Parti, nüfusun milliyete göre kategorize edilmesine ve insanlar için herhangi bir ulusal kimlik tanımına kesinlikle karşıdır. Parti, milliyetine bakılmaksızın tüm sakinlerin toplumun üyeleri olarak eşit haklara sahip olduğu ve milliyet temelinde negatif ya da pozitif hiçbir ayrımcılığın uygulanmadığı bir sistemin kurulmasını savunmaktadır.”
“Genel bir ilke olarak komünist-işçi partisi, farklı ulusal kökenlerden gelen insanların daha büyük ulusal varlıklar içinde eşit haklara sahip özgür yurttaşlar olarak yaşamasını savunur. Bu, işçilerin sınıf mücadelesindeki saflarını güçlendirir. Bununla birlikte, ulusal baskı ve çekişme tarihinin mevcut devletler içinde bir arada yaşamayı zorlaştırdığı durumlarda, parti ezilen ulusların doğrudan ve özgür bir referandumla istedikleri takdirde ayrılma ve bağımsız devletler kurma hakkını tanır.”
“Bölgedeki tüm ülkelerde Kürt halkına yönelik ulusal baskının uzun tarihi ve hem Şah rejimi hem de İslamî rejim altında İran Kürdistanı’ndaki protesto hareketlerinin ve özerklik mücadelelerinin kanlı bir şekilde bastırılması göz önünde bulundurulduğunda, Komünist-İşçi Partisi ilke olarak Kürt halkının İran’dan ayrılma ve özgür bir referandum yoluyla bağımsız bir devlet kurma hakkını tanır. Parti, bu özgür tercihin kullanılmasını engellemeye yönelik her türlü şiddet ve askerî eylemi şiddetle kınamaktadır. Komünist-İşçi Partisi, İran’daki Kürt sorununun, tanınmış uluslararası kurumların gözetimi altında, İran’ın batısında Kürtlerin yaşadığı bölgelerde özgür bir referandum yoluyla derhal çözülmesi çağrısında bulunur. Böyle bir referandum, merkezî hükümetin askerî güçlerinin çekilmesinden ve Kürdistan’daki tüm siyasi partilerin programlarını, pozisyonlarını ve görüşlerini halka bildirmeleri için serbest bir faaliyet döneminden sonra yapılmalıdır.
“Kural olarak, komünist-işçi partisi, herhangi bir zamanda, Kürdistan’ın ayrılmasını ancak böyle bir yolun Kürdistan’daki emekçi halka daha ilerici sivil haklar ve daha adil ve güvenli bir ekonomik ve sosyal ortam sağlayacağı kuvvetle muhtemel ise destekleyecektir. Dolayısıyla partinin resmî tutumu, bir bütün olarak işçi sınıfının ve özel olarak Kürdistan’daki emekçi halkın çıkarları doğrultusunda, o andaki durumun somut bir değerlendirmesinin ardından kararlaştırılacaktır.”
(Daha İyi Bir Dünya: Komünist-İşçi Partisi Programı, Marxist.org’da Mansur Hikmet’in çalışmaları altında erişilebilir).
Filistin meselesi, topraklarından sürülen bir halkın uğradığı adaletsizlik, elbette bir ulusun ayrılma ve bağımsız bir devlet kurma talebinden farklı bir meseledir. Filistin meselesine ilişkin görüşlerimi bir önceki soruya yanıt verirken ve iki devletli bir çözümün Filistin halkının maruz kaldığı zulmü sona erdirmek için nasıl pratik bir çözüm olacağını anlatırken belirtmiştim.
Kafkasya, Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı kapsayan bölgemizde proletarya enternasyonalizminin, halkların emperyalizme karşı ortak mücadelesinin ve işçi sınıfının ileri kazanımlarının geliştirilmesi için stratejiniz nedir?
Bizler, kapitalist zalimlere karşı mücadelede dünyanın dört bir yanındaki işçi sınıfı ve halklar arasında en büyük işbirliği ve dayanışmayı savunuyoruz. Enternasyonalizmi ve işçi sınıfı dayanışmasını savunuyoruz. Mücadelemizi, bu terimin kazandığı milliyetçi anlam göz önüne alındığında, “anti-emperyalist mücadele” olarak tanımlamıyoruz. Sosyalistler ve komünistler olarak, mücadelemizi her şeyden önce “kendi” egemen sınıflarımıza ve kendi ülkemizdeki ezenlere karşı bir mücadele olarak görüyoruz. Hareketimiz, işçi-komünizmi, 1980’lerde solun geleneksel örgütlerine, ezilen ulusların burjuvazilerini ilerici olarak gören ve emperyalizme karşı halkların ortak mücadelesinden (“ulusal burjuvazi” olarak adlandırılanla da birlikte) bahseden o zamanlar var olan çeşitli komünizm akımlarının taraftarlarına yönelik bir eleştiri olarak gelişti. Bizler sosyalistiz ve kapitalizmin yıkılması, ücretli emeğin ortadan kaldırılması, özgür ve eşit bir sosyalist toplumun derhal yaratılması için mücadele ediyoruz. Her yerde sosyalistler ve komünistler arasında en büyük işbirliği ve dayanışmayı savunurken, aynı zamanda gerçek, pratik uluslararası dayanışmanın ancak güçlenen ve bulundukları her yerde burjuvaziye karşı mücadelelerini ilerleten komünistler ve işçiler arasında yaratılabileceğine inanıyorum.
Son olarak, İran’da “kadın, yaşam, özgürlük” sloganıyla gerçekleşen son isyan dalgasından bu yana İranlı işçilerin, kadınların, gençlerin, halkların ve direnen tüm toplumsal kesimlerin mücadelesindeki son durum ve hareket içindeki İranlı devrimci ve komünist güçlerin gelişimi hakkında bilgi verebilir misiniz?
Bildiğiniz gibi, Eylül 2022’de Mahsa (Jina) Amini’nin zorunlu İslamî tesettüre tam olarak uymadığı için gözaltında ölümünün ardından başlayan devrimci ayaklanma, İslamî rejime onlarca yıllık yaşamı boyunca en büyük meydan okumaydı ve neredeyse rejimin devrilmesiyle sonuçlanıyordu. Rejim protestoları geri püskürtmek için acımasız güç ve baskı kullandı, yüzlerce kişiyi öldürdü ve binlercesini yaraladı. Ancak bu gerilemeler halkı protesto etmekten alıkoymamıştır. Rejimin acımasızlığı nedeniyle mevcut güçler dengesi büyük sokak protestolarının düzenlenmesine izin vermese de (bu yakında değişebilir), rejime karşı mücadele, milyonlarca kadının İslamî tesettür yasalarına fiilen meydan okuması ve bunları ayaklar altına alması gibi çeşitli şekillerde ve yetkililerin bu konuda hiçbir şey yapamamasında, çeşitli işçi kesimlerinin, örneğin petrol endüstrisinde çalışanların ve emeklilerin sokak protestolarında sürekli olarak haklarını talep etmelerinde, siyasi mahkûmların cezaevlerinde protesto gösterileri düzenlemelerinde ve İslamî rejim tarafından öldürülenlerin ailelerinin sevdikleri için adalet ve tazminat talep etmelerinde devam etmektedir. Bunlar, ülke genelinde rejime karşı devam eden ve yaygınlaşan protestolardan sadece birkaç örnek.
Rejimin Gazze ve Lübnan’daki vekillerini kaybetmesi, Suriye’de Esad rejiminin düşmesi, Irak’ta rejimin İslamî vekilleri üzerindeki baskılar, Yemen’de Husi müttefiklerinin yaşadığı askerî gerilemeler, uluslararası izolasyonu ve ülke içindeki sorunlar (derinleşen ekonomik kriz ve toplumsal protestolar) rejimi uçurumun kenarına sürükledi. İslam Cumhuriyeti lideri Hamaney son konuşmalarından birinde “halkı korkutanları” (yani bizzat rejim saflarını) uyardı. Rejimin hizipleri (“reformistler” denilenler ve sertlik yanlıları) arasındaki çatışma derinleşiyor. Ülke bir duraklama ve felç durumuna sürüklenirken, rejimin yakında kamu çalışanlarının maaşlarını ödeyemeyecek duruma düşebileceği tahminleri yapılıyor.
Dikkat edilmesi gereken önemli nokta, rejimin yaklaşan ya da gelecekteki çöküşü ve parçalanmasının bir boşlukta değil, rejime karşı nefret ve öfkeyle kaynayan bir toplum, rejimi devirmek için yeniden ayaklanma fırsatını pusuda bekleyen öfkeli bir nüfus bağlamında gerçekleşeceğidir. Bunun kendisi, yani rejimin devrimci bir süreç sonucunda devrilmesi, sağcı burjuva muhalefetin ve onların, devletin sütunlarının (silahlı kuvvetler, hapishaneler, mahkemeler ve burjuva yönetimi) olduğu gibi kalacağı, iktidarın tepeden planlı bir şekilde devredilmesi hayallerinin alanını kısıtlayacaktır. Tersine, bir devrim sonucunda rejimin düşmesi, sol ve devrimci güçlerin müdahalesi ve işçi sınıfı ve kitlelerin inisiyatifi için alan açacaktır.
İslamî rejimin yıkılma ihtimali (bunun tam olarak ne zaman gerçekleşeceği elbette tahmin edilemez) ve bunun komünist ve sosyalist güçlerin, özellikle de partimizin öncü müdahalesi için sağlayacağı tarihî fırsat, en üst düzeyde hazırlıklı olmayı gerektirmektedir. En büyük devrimler bile (örneğin Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki 2011 devrimlerinde ve İran’ın 1979 devriminde gördüğümüz gibi) devrimci bir komünist parti ve liderlik olmaksızın mahkûm olacaktır. Bu hazırlık, her şeyden önce, parti liderliğinin halkla olan ilişkisini toplumsal bir ölçekte, halkın verdiği tavizsiz mücadeleyi temsil ederek, önderlik ederek ve derinleştirerek güçlendirmeye devam etmek anlamına gelir. Sadece, İslamî rejimin ya da burjuva muhalefetinin halkın mücadelesini yavaşlatmak, köreltmek ya da saptırmak için önüne koymaya çalışacağı engelleri, gerici alternatifleri ve makamları teşhir edip bir kenara iterken, kitlelerin radikalizmini ve devrimci eylemini temsil edebilen ve onlara önderlik edebilen güçler, devrimlerine önderlik etmek için halkın güvenini kazanabilir. Devrimin önderliği, eski rejimin çöküşünün ardından siyasi iktidarın kazanılması için hayati bir gerekliliktir. Partimiz kendisini bu özgürleştirici ve tarihî geleceğe hazırlamaktadır.