İşçi sınıfı, kaderini kendi eline almak zorundadır

2019 yılı, AK Parti destekçilerinin, Damat’ın ve Muktedir’in “şahlanma yılı olacak” demelerinin tersine, ekonomik krizin daha da ağırlaştığı bir yıl oldu.

Bu, sadece 2019 yılına ait de değildir. 2016 da kötü olmuştur, 2017 de ve 2018 de. 2018’in ardından, Saray ve çevresi, Saray basını, 2019’u “şahlanma yılı” olarak ilan ettiler. Ettiler ama durum hiç de öyle olmadı.

2020 yılı, ekonomik krizin daha da derinleşeceği bir yıl olacaktır.

Açık ve net konuşmak gerekirse, 2016-2019 döneminde, krizin tüm faturasının emekçilere, işçilere yüklenmesi konusunda epeyce de yol aldılar. Özellikle 2019’da, işçi ve emekçiler bu faturayı, açık olarak ödediler, ödüyorlar.

Öyle “krizin faturasını ödemeyeceğiz” demekle, bu başarılamıyor. Ödememe isteği, elbette doğrudur, elbette yerindedir. Krizin yaratıcıları ortada iken, sistem hâlâ onların istediği şekli ile işlemekte iken, bu faturayı biz işçiler, emekçiler neden ödeyelim?

Bunu ödememek, iddialı bir sözdür ve karşılığı, “genel direniş”tir.

Yani krizin faturasını ödemek istemeyen işçi ve emekçiler, açık olarak, sahaya çıkmalı, ellerini şalterlere götürmeli, grev dalgasını başlatacak kadar örgütlü olmalı, satılmış sendika liderlerinden kurtulabilmeyi başaracak bir örgütlenme geliştirmiş olmalıdırlar.

Bu, sınıf savaşımıdır.

Biz, devrimciler, bu sınıf savaşımının varlığına işaret ediyoruz. Evet, bu var. Ama sınıf savaşımını biz yaratmadık, biz var dediğimiz için sınıf savaşımı var olmuyor. Tersine, sınıflar var. İşçi ve patron var, işçi ve kapitalist var. Kapitalist, üretim araçlarının sahibidir ve işçilerin canlı emeğini sömürerek kârlarına kâr katmaktadır. Doğa, kendi kendine, kapitalist sınıf için, patronlar için zenginlik üretmiyor. Tersine, o zenginliği, işçiler üretiyor ama ona patronlar, kapitalistler el koyuyor.

Biz devrimciler, gerçeği söylüyoruz ve bu bir devrimcilik ölçütüdür: Biz halka, işçi ve emekçilere, kendimize asla ve asla gerçeği söylemezlik etmeyiz. Ne olursa olsun, gerçeği bilmek, mücadele edecek olanı güçlendirecektir.

Sınıf savaşımı var ise, bilmek gerekir ki, krizin faturasını, kapitalistler, binbir yolla, işçi ve emekçilerin üzerine yıkacaktır. İşten çıkaracak, maliyetlerini kısacak, zorunlu izinler devreye girecek, bu izin dönemlerinde işçilerin maaşları ödenmeyecek, işçilere %10 maaş zammı verecek ama kendi sattıkları mallara %100 zam yapacaklar, doğalgaza, elektriğe vb. zam yaparak toplanan paraları, toplanan vergileri, olduğu gibi kapitalistlere can simidi kredisi vb. olarak vereceklerdir. Kısacası onların devleti var. Devlet, kapitalistlerin siyasal örgütüdür. Oysa işçi sınıfının tam da böyle bir örgüte, siyasal bir devrimci örgüte ihtiyacı vardır.

Eğer devlet onların ise, bu krizin faturasını işçi ve emekçilere yüklemek için her yolu deneyecekleri açık değil mi?

Maaşlara %4+4 zam almak ya da %10 almak ya da %15 almak, gerçekte büyük kayıp, yaşam düzeyinde büyük kayıp demektir. Bir işçinin tüm ihtiyaçları, peyniri, zeytini, şekeri, yağı, ekmeği vb. %100 zam görmüş iken, bu zam oranlarına razı olmak, krizin faturasını ödemek demektir.

Devlet, işçi ve emekçiden toplanan vergileri, kapitalistlere kredi olarak, can simidi olarak sunmaktadır.

İşte böylece, 2019 yılında, tıpkı 2018’de olduğu gibi, krizin faturasının bir bölümünü daha ödemeyi bize kabul ettirdiler.

Ama iş bununla bitmiyor.

2020’de, hem kriz derinleşecek, hem de işçi ve emekçilerin yükleri daha da artırılmak istenecektir. Yani, 2020 yılında bizi, daha büyük zamlar, daha büyük vergiler vb. beklemektedir. Elbette daha büyük işsizlik, daha büyük fakirleşme bizi beklemektedir.

Demek ki, hâlâ, “krizin faturasını ödemeyi kabul etmemek” mümkündür.

Artık biliyoruz ki, bize örgüt, sağlam örgütlenme gerekir. Eğer işçi sınıfı örgütlü ise, eğer işçi sınıfı sınıf bilinci ile hareket etmeyi başarıyor ise, eğer her koyun kendi bacağından yerine, kurtuluş yok tek başına sloganına sarılabiliyorsa, eğer işçi sınıfı devrimcileşiyorsa, büyük bir güçtür. Bu büyük güç, hayatı üretmekten gelmektedir ve önünde kimse duramaz. Devrimci bir işçi sınıfının önünde ne polis copu, ne TOMA, ne akıl almaz hukuk kuralları, ne burjuva medyanın karartma politikaları, ne işkence, ne sendika mafyasının oyunları duramaz.

Ve 2020, bunu yapmak üzere, 2019’da geliştirdiğimiz bilinci, ileri taşıma yılı olmalıdır.

2019’da, Saray Rejimi’nin temsilcisi olan Damat, Ulusoy’la yatta yakalanmadığı zamanlarda, 5-10 kere çıkıp TV kanallarında boy göstererek, kriz “paket”leri açıkladı.

Hatırlayalım:

– Nisan başı idi, Damat çıkıp bir “paket” açıkladı.

– Mayıs ayında, “İVME Finansman” paketi diye bir başka paket vardı, hatırlıyor musunuz?

– Temmuz ayında, her nasılsa unutulmuş olan 11. beş yıllık kalkınma planı hatırlandı. Normalde, 2018’de açıklanması gereken kalkınma planı, Hazine Bakanı’nın “Ulusoy maceraları” gibi meşguliyetlerinin arasında kayboldu. Temmuz 2019’da, kalkınma planı açıklandı.

– 30 Eylül’de olmalı, Saray’ın Damadı, açıklama yaptı: Yeni ekonomik program açıklandı. Açıklanmakla kalmadı, Resmî Gazete’de de yayınlandı.

– 11 Ekim olduğunu hatırlarsınız, “mali plan” açıklandı.

Görüldüğü gibi, en az beş paket var açıklanmış olan. Henüz açıklamadıkları paketleri bilmiyoruz.

Bu paketlerin hiçbirisinin adı, diğeri ile aynı değil. Hiçbir paket ile bir sonraki arasında bir bağlantı yok. Her biri, Bakan Damat’ın boş zamanlarında açıklama gereği hissettiği paketlere benziyor.

Bu paketler, ne için açıklanırsa açıklansın, içlerinde, işçiler için, emekçiler için, köylüler için, yoksullar için, yani ülkenin %85’i için hiçbir ümit yoktur.

Tersine, her paket, işçi ve emekçilere krizin faturasını ödetme işinin bir parçasıdır. Kıdem tazminatlarına karşı saldırıyı hatırlayın.

Kıdem tazminatları konusunda sözüm ona ses çıkartan sendikalar, gerçekte, mücadele ediyormuş görüntüsü veriyorlardı. O kadar ellerine yüzlerine bulaştı ki bu sendikacı yalanları, basın toplantısında Türk-İş Başkanı’nın önündeki mikrofon açık kaldı ve Bakan’a, bu işi böyle bitirelim, yoksa çok uzayacak, dediği duyuldu. Türk-İş Başkanı, yeni Kadın Bakan’a, aslında işin inceliklerini öğretir gibi idi. Zamlar, 4+6 ile bağlandı. Ülkede %100 zam görmemiş hiçbir gıda maddesi kalmamış iken, gaz, elektrik vb. onca zam görmüş iken, Türk-İş Başkanı, bu komik zammı kabul etti.

Dahası, bunu işçilere de kabul ettirdi.

Çünkü onlar devlettir, örgütlüdür ve işçiler örgütsüzdür.

Hatırlayalım, yerel seçimler öncesinde, devlet, “tanzim satış çadırları” kuruyordu. Çünkü o zaman, oy almaları için, “ucuzluk” diye bir gösteriye ihtiyaçları vardı. Öyle diyorlardı: Tüm bu zamları, “devlete ve onlara düşman” çevreler yapıyordu. Böylece, halk, AK Parti’den ve Reis’ten uzaklaşacaktı.

Acaba, bu düşük işçi ve memur ücret zamlarını yapanlar, Erdoğan’ın düşmanı dış güçler olabilir mi? Öyle ya, düşük ücret artışı demek, enflasyon karşısında ezilmek, fakirleşmek, yoksullaşmak demektir. Tüm bunları yapanlar, acaba Erdoğan’a karşı olabilirler mi?

Yoksa, işçilerin ekmek, hak ve adalet taleplerinin karşısına dikilen polisler, TOMA’lar, işkenceciler vb. de Erdoğan’ın karşısında olan “dış güçler”den mi emir alıyorlar? Bu işçileri bastırın, bu halkı susturun, şu muhalif genci hapse atın, şu kişiyi Cumhurbaşkanına hakaretten tutuklayın, şu “Las Tesis” dansçısını hemen coplayın diyen kimdir? Bunlar da halk ile reis arasında nifak tohumları ekmek isteyenlerin işi midir? Bunları Fuat Oktay mı yaptırıyor, Soylu mu, Ağar mı, yoksa Damat intikam mı alıyor, Bilal acaba uğradığı hakaretlerden sonra babasına rüştünü ispat etmek için Saray oyunlarına alet mi oluyor, acaba Emine Hanım’ın bu işteki rolü nedir? Tüm bunları kim yaptırıyor?

Hadi anladık, Ocak, Şubat ve Mart aylarında, gıda ürünlerine zam yapan “hainler” idi. Peki sonrasında bu zamlara devam edenler “vatansever”ler mi idi? İşçi ücretlerine düşük zamlar verenler “vatanseverler” midir? Elektrik ve doğalgaza %50 zam yapanlar vatanseverler midir?

2019’da bu kadar ucuz yalanlarla, krizin faturasını işçi ve emekçilerin üzerine yıkma hamleleri yapabildiler.

Çünkü biz, işçiler örgütsüzüz. Bir genel grev örgütleyebilecek hazırlıklardan, buna girişecek bilinçten yoksunuz. Kendimize güvenimiz az.

Elbette bir de buna baskı ve devlet terörü, şiddet ve işkence eklenmelidir. Her genç sokağa çıktığında, her işçi bir hak arama işine giriştiğinde, hemen coplar kınından çıkıyor, TOMA’lar harekete geçiyor, biber gazları devreye sokuluyor.

Yani meydanı boş buldular, istediklerini yapıyorlar.

Gezi davasında, devlet cephesi lehine ifade veren bir kişi var. Aralık ayında, yılın son günlerinde, adı Murat Papuç olarak açıklanan bu kişi, avukatların olmadığı bir duruşmada, tanık olarak dinlendi.

Ne kadar komik değil mi? O kadar tükenmişler, o kadar korku içindedirler ki, böylesi bir dava için bir tanık var ve onu da avukatların katılamayacağı bir celsede dinleyebiliyorlar. Bu, komiklik olsun diye yaptıkları bir şey değil, bu korkularından yaptıkları bir şeydir.

Milyonlarca insanın katıldığı Gezi Direnişi’ne karşı dava aça aça, Osman Kavala’ya dava açmışlar. Bir iş adamına açıyorlar ki, başka işadamlarını, bu kadarı da olmaz, bu baskı yeter artık diyebilecek orta hâlli iş adamlarını korkutmak istiyorlar. Bakın biz adamı böyle süründürürüz, diyorlar.

Ne tiyatro ama!

Milyonlarca insanın katıldığı Gezi için, bula bula bir tanık bulmuşlar.

Demek ki, ey işçiler, ey gençler, o kameralar, o mobeseler vb. işe yaramıyor.

Eyyy Sarayın Başı, sana 10 milyon insanı çıkartabileceğin bir mahkeme lazım. Senin miting alanın, mesela Yenikapı mitingin buna yetmez.

Dahası var. Hatırlayalım, Müjdat Gezen için, Metin Akpınar için, nasıl da mahkeme kararları çıkardılar, soruşturmalar açtılar. Susturma politikasıdır bu.

Ali İsmail Korkmaz’ı döven polislerden biri, Gezi davasında “zarar gördüm” diyerek müdahil olmuş. Yani, Ali İsmail’i tekmelerken ayağı incinmiş. Sizce bu, devletin, Saray’ın açık korkusu değil midir?

2019’da her adımda, her eylemde, her protestoda, Saray Rejimi, “aha Gezi Direnişi” başlıyor, başlayacak diye korkuyu yüreklerinde hissetmiştir.

Bu nedenle her eyleme saldırıyorlar. Bu nedenle, hiçbir hukuk onlar için bağlayıcı olmuyor.

Yerel seçimler yapıldı ve Kürt illerinde HDP silip süpürdü. Üstelik onca hileye, onca baskıya, açık devlet terörüne rağmen. Ve ardından, yeniden belediyeleri kayyumlara devretmeye başladılar. Seçim yapılıyor, hile yapılıyor ama hiçbiri yetmiyor. Seçilmiş olan kendilerinden değilse, bir de ona kayyum atıyorlar.

2019’un son günlerinde, Bingöl’de ev baskınları yapıyorlar ve evlerin altını, toprağı kazıyorlar. İşte size Saray Rejimi. İsrail’in Filistin’de yaptıklarını, aynısını hiçbir kural tanımadan Kürtlere karşı uyguluyorlar ve sonra da “işte sandık, oyunu bana at” diyorlar.

Tüm bunlara rağmen, tüm bu devlet terörüne, baskıya, şiddet rağmen, yargı sisteminin polis gücünün bir uzantısı olarak ortaya çıkmasına rağmen, tekelci polis devletinin tüm uygulamalarına rağmen, 2019 aynı zamanda direniş yılı olmuştur.

2020’de, onların ilk gündemleri Libya’ya asker göndermek, Kanal İstanbul tartışmaları, yerli otomobil cilalamaları altında seçim hazırlığıdır.

Ama bizim karşımızda duran gerçekler 2019’dan devralınmış gerçeklerdir.

Açlık, yoksulluk, açlık-yoksulluk ve borçtan gelen intiharlar, savaş politikaları, yağma ve rant politikaları, kayyum uygulamaları, kadın cinayetleri, işçi cinayetleri, çocuk kaçırmalar, işkence, artan yasaklar, polis copu, TOMA’lar, devlet terörü, işsizlik, eğitim yağması, sağlık yağması vb.

İşte önümüzdeki sorunlar bunlardır.

2019 yılından gelen bir direniş birikimimiz var. Elbette daha eskilerden geliyor. Ama 2019’da artan bir direniş var. Her şeye rağmen, baskının her türüne, yalanın, karanlığın her türüne karşı direniş adım adım gelişiyor.

Şimdi, 2020’de, işçi sınıfının, emekçilerin, kendi kaderlerini kendi ellerine alma dönemidir. Artık, kaderimizi patronların, baronların, kapitalist parababalarının, onların hizmetçisi devletin, Saray Rejimi’nin, Saray medyasının vb. yazmasına müsaade etmeyeceğiz, demenin tam zamanıdır.

Açık ve net bir görevimiz vardır.

Kendi geleceğimizi, kendi ellerimizle yazmak.

Bunun için örgütlenmek.

Bunun için direnmek.

Direnmek ve örgütlenmek, birbirini besleyen, birbirini büyüten bir bilinçlenme ve özgürleşme sürecidir.

Artık yağmanın, rantın, savaş ekonomisinin ne demek olduğunu çok iyi görebiliyoruz. İşçiler, emekçiler, olup biteni, tüm karanlığa, basının tüm karatmalarına rağmen görebilmektedirler. Artık mesele, en küçük bir alanda, yaşamın her noktasında direnmek ve örgütlenmektir.

2020, işçi sınıfının sahneye çıkacağı bir yıl olmalıdır.

2020, genel grev ve genel direniş için her türlü hazırlığı yürütmemiz gereken bir yıl olmalıdır.

2020, işçi sınıfının devrimcileşme adımlarını geliştireceği bir yıl olmalıdır.

Saray Rejimi’ni en çok korkutan da budur.

2020, Saray Rejimi’nin korkularını gerçeğe çevireceğimiz bir yıl olsun.