18-19 Mart 2025 tarihlerinde bir darbe girişimi yaşandı memlekette. Görünürde olan ana muhalefet partisinin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’na ve onun mensubu bulunduğu partiye yönelik bir operasyondu ancak gerçekte demokratik hak ve özgürlükler adına elde avuçta kalmış son kırıntıların da yok edilmesi ve “otoriter” rejimin “totaliter” rejime dönüştürülmesi için atılacak adımların başlangıcı idi gerçekleşen. Bu gerçeği gören toplumsal muhalefet güçlü bir refleks ile karşı koydu bu darbe girişimine, girişim bu güçlü refleks sayesinde başarısız oldu ve siyasi iktidar güçleri geri adım atmak zorunda kaldılar. Kuşkusuz bu geri adım mücadeleyi terk etme anlamını taşımıyor. Ne zaman sona ereceği belli olmayan bir süreçte güç yitirdiğini anlayan iktidar çevrelerinin taktik bir manevrası olması daha akla yakın bir olasılık. Ancak bu kadarı bile önemli bir kazanım toplumsal muhalefet güçleri için. Karşı tarafın kendisini toparlamasına fırsat vermeksizin birbiri ardına gerçekleştirilecek etkinliklerle iktidar çevrelerini iyice sıkıştırmak gerek.
İşte bu noktada işçi sınıfının gerçekleştireceği grev ve direnişlerin önemi ortaya çıkıyor. Bu yazıyı okuyacak olan herkesin bildiği gibi bir boykot süreci yaşanmakta memlekette. Belirli marka ve işletmelere karşı süregelen boykotun yanında haftada bir gün de tüm alışverişi durdurma amaçlı genel boykot gerçekleşmekte. Boykotun ne ölçüde başarılı olduğunu belirleyebilecek duyarlı bir gösterge yok elimizde. Ancak boykot edilen kahvecinin boş dükkânlarının önünden geçerken ya da boykota konu olan kitapçıda çalışanların işsizlikten telefonları ile oynadıklarına tanık olurken bir fikir sahibi oluyoruz yaşananlar hakkında. Bu arada belirli odaklarca planlanan boykot edilen kitapçının poşetleri ile boykot edilen kahveci dükkânına girip orada görüntü verme girişimlerinin sosyal medyada yer bulması ile de “yahu galiba iyi gidiyor bu boykot” düşüncesi egemen oluyor insanda. Tabii bir de tek adam sekretaryası mensuplarının (kabinede bakan unvanı ile görev yapanların her biri tek adamın sekreteri, bütünü ile bakanlar kurulu da tek adam sekretaryasıdır benim gözümde) genel boykot günlerinde market alışverişi yapıp ellerinde poşetlerle poz verip bu fotoğrafları medyaya servis etmeleri de boykot eyleminin başarısıdır kanımca. Normal şartlarda nerede ise tuvalete bile makam araçları ile gitmekte olan bu zevatın alışveriş amacı ile marketlere girmeleri bile başlı başına bir olay kuşkusuz. Bütün bunlar gösteriyor ki ülkeyi yönetemeyen ancak iktidar koltuğunda oturanlar halkın bu örgütlü mücadelesinden hayli ürkmüşler.
Birlikte hareket etmenin ve örgütlü mücadelenin başarısı tüketimden gelen gücün kullanılmasının ne kadar anlamlı olduğunu gösterdi hepimize. Şimdi buna bir de yine birlikte hareket etmeyi ve örgütlü mücadeleyi bir başka boyuta taşıyarak üretimden gelen gücü kullanmanın bir başka anlatımla grevlerin örgütlenmesinin tam zamanı. Tarih boyunca işçi sınıfının gerçekleştirdiği grev ve direnişler, başarısızlıkla sonuçlanan birkaç tanesi dışında, işçi sınıfına önemli maddî çıkarlar sağlamışlardır. Ancak grev ve direnişlerin sağlamış olduğu katkıları ekonomik kazanımlarla sınırlandırmak hatalı bir yaklaşım olacaktır. İşçi sınıfının gerçekleştirdiği grev ve direnişler siyasi kararları da etkileyecek boyut kazanmıştır kimi zaman da. Bu yazı siyasi kararları etkilemiş olan grev ve direnişlerden yaptığım bir seçkiyi dikkatlerinize sunmak amacı ile kaleme alınmıştır.
Bahse konu grev ve direnişlerin ilkinin erken cumhuriyet yıllarında gerçekleşmiş olması dikkat çekicidir. 1927 yılında gerçekleşen Adana Demiryolu Grevi, Cumhuriyet’in kurucu yönetiminin demiryollarını millileştirme kararını öne çekmesine neden olmuştur.
O tarihlerde Fransa mandası altında bulunan Suriye’de kurulu bir Fransız şirketi işletmekte idi Mersin-Nusaybin demiryolunu. İşçi ücretleri düşüktü ve ödemeler gecikmeli yapılmakta idi.
Bu duruma isyan eden şirket çalışanları 10 Ağustos 1927 tarihinde greve gittiler. İşçi sınıfının henüz grev hakkına sahip olmadığı bir tarihte gerçekleşen bu grev, şirket yönetiminin sert tepkisi ile karşılaştı. Ancak işçiler içinde bulundukları olumsuz koşullara karşın geri adım atmadılar. Direnişi kıramayacağını anlayan şirket, hükümetten yardım talep etti. Cumhuriyet’in sözde anti-emperyalist kurucu kadroları Fransa ile ilişkilerinin bozulmasından da çekindikleri için grevci işçilerin üzerine jandarma güçlerini salıverdi. Ne var ki işçiler yine geri adım atmadılar. Adana’da başlayan grevin demiryolu güzergâhındaki diğer işçilere de yansımasından çekinen işveren anlaşmaya razı oldu ve işçiler gecikmiş alacaklarını tahsil ettikleri gibi %7 oranında ücret artışı sağladılar ve grev böyle sona erdi. İki hafta süren grev boyunca yaşananlar ise önemli dersler bıraktı.
Burada öncelikle grevci işçilerle halk arasındaki dayanışmaya vurgu yapmak gerekiyor. Grev süresince Adana halkı büyük dayanışma gösterdi işçilerle. Evlerde pişen yemekler işçilere getirildi, Adana esnafı demiryolu şirketi aracılığı ile mal taşımalarını boykot etti. Bu dayanışmanın yarattığı sinerjinin işçilere güç kazandırdığını ifade etmek pek de hatalı olmaz.
Peki bu dayanışma kendiliğinden mi gelişti, sorusuna yanıt ararken TKP’nin (tarihsel TKP) sınırlı gücü ve az sayıdaki kadroları ile işin içinde olduğunu görmekteyiz. Grev ile ilgili olarak Alaaddin adlı bir TKP üyesinin kendi el yazısı ile tuttuğu notlardan partinin kısıtlı olanak ve kadroları ile önemli bir iş başarmış olduğunu görüyoruz. Bir grev günlüğü olarak tutulmuş bu notlar 2005 yılında günümüz Türkçesine çevrildi bu notlara dönemin gazetelerinde yer alan bazı haberler ve işveren şirket ile devlet arasındaki yazışmalar da eklenerek bahse konu grev ile ilgili tarihsel değeri olan bir kitap yaratıldı. Kitabı yayına hazırlayan ekibi ve yayınlayanları kutlamak gerek kanımca. Burada, kadınların nasıl örgütlenip işçilerle dayanışmaya yönlendirildiklerini, çevre illerde yaşayanların greve ve grevcilere nasıl katkı verdiklerini ve bütün bu organizasyonda komünistlerin etkilerini görmekteyiz.
1927 Ağustos sonunda gerçekleşen grev, yarattığı sonuç açısından da önemlidir; grevden birkaç ay sonra grevin gerçekleştiği demiryolu hattı millileştirilmiştir. Gerçi Cumhuriyet’in kurucu yönetimi zaten demiryollarının millileştirilmesini programına almıştı. Ancak o dönemde Fransa ile ilişkilerde bir sürtüşme yaşanmaması için güney demiryollarının millileştirilmesi ertelenmekte idi. Grevi izleyen birkaç ay içerisinde hükümetin politika değiştirerek güney demiryollarını millileştirmesinde grevin ve halkın greve göstermiş olduğu ilgi ile gösterdiği dayanışmanın etkili olduğunu düşünmek hiç de yanıltıcı olmayacaktır.
1963 yılında gerçekleşen ve işçi sınıfı tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak kabul edebileceğimiz ünlü Kavel grev ve direnişi siyasi kararları etkileyen işçi sınıfı hareketleri içinde özel bir öneme sahiptir.
Kavel grev ve direnişini sadece orta büyüklükteki bir işletmede çalışan işçiler tarafından gerçekleştirilen bir eylem olarak değerlendirmenin doğru olmadığı kanaatindeyim. Burada Kavel işçisinin destansı eylemini küçültmek gibi bir niyetim yok elbette. Ancak yaşananları daha geniş bir perspektiften incelemenin gerektiğini düşünmekteyim. Şöyle ki:
Temmuz 1961’de kabul edilen anayasa işçilere grev ve toplu sözleşme yapma hakkını tanımış ancak bu hakların kullanılması için yasal düzenleme yapılması gerektiğini belirtmişti. Anayasada mevcut açık hükme karşın dönemin yönetimi gerekli düzenlemeleri yapmamakta ısrar ediyordu. Bu durum işçi sınıfının tepkisine neden olmuştu. 31 Aralık 1961’de gerçekleşen Saraçhane Mitingi konu ile ilgili olarak işçi sınıfının dönemin yönetimine ilk ihtarı olarak düşünülebilir. Cumhuriyet tarihinin ilk kitlesel işçi eylemi olan bu miting, artık anayasal bir hak olmuş grev hakkının yasal düzenlemeye kavuşması için başlatılacak eylemlerin işaret fişeğidir adeta. Miting sonrası gerçekleşen grev, yürüyüş, yemek boykotu gibi eylemlerin taçlandığı noktadır Kavel grev ve direnişi.
Vehbi Koç’un büyük ortağı olduğu işletmede (o tarihte henüz Koç Holding kurulmamıştı) kıdem esasına göre verilmekte olan yılbaşı ikramiyelerinin işverenin kararıyla eksik ödenmesi, ücret yönetimi sisteminde yapılan ayarlamalar sonucu işçilerin daha düşük ücret almaları, sendikadan çıkılması için yapılan baskılar ve dört sendika temsilcisinin işten atılması üzerine, 28 Ocak 1963 günü, beş gün sürecek bir oturma eylemi başlattı Kavel çalışanları. Eylemin ilk gününde fabrikada asayişi bozdukları gerekçesiyle patron on işçinin işine son verdi. İşten çıkarılan on işçi, aileleriyle birlikte Kavel’in önünde beklemeye başladılar.
Bu eylem diğer çalışanlar tarafından da benimsendi ve tüm işçiler işi bırakarak fabrika önündeki arkadaşlarının yanında direnişe başladılar. Fabrikaya girmek isteyen “beyaz yakalı” personelin de işyerine girişleri engellenince konu önce İstanbul Valisine ardından da İçişleri Bakanına intikal etti. Dönemin İçişleri Bakanı 9 Şubat tarihinde yaptığı açıklama ile “anlaşma sağlandı” haberini verdi. Oysa ortada yazılı bir anlaşma metni yoktu. İşçiler bu durumu kabul etmeyip eylemlerine devam ettiler. Bunun üzerine işveren fabrikaya polis çağırdı. İşyerine intikal ettirilen polis ekibinin başındaki komiser silahını çekerek “Komünist bunlar, bunları dağıtın!” talimatını verdi. Polisler işçilere cop ve tabancaları ile saldırdılar, saldırıda 9 işçi yaralandı. Bunlardan birinin durumu ağırdı.
Ana ve babalar evlatları, kadınlar hayat arkadaşları ile dayanışmak için fabrika önünde idiler. Polis saldırısından bu insanlar da nasiplerini aldılar ve hamile bir kadın çocuğunu düşürdü saldırı esnasında.
İstanbul’un insanın içine işleyen nemli soğuğu da yıldırmadı Kavel işçisini. Direnmeye devam ettiler. Bu direniş fabrikanın kurulu olduğu İstinye semti halkının Kavel işçisi ile dayanışmaya girmesine ardından da İstanbul’da faaliyet gösteren fabrikalardaki işçilerin bu dayanışmaya katılmasına yol açtı. Bu dayanışma kapsamında gerçekleşenleri söyle özetleyebiliriz:
Maden-İş işçilere para dağıttı, Türk-İş çadır temin etti ve hasta bakımına yardımcı olmayı taahhüt etti. Gemi-İş Sendikası direnişteki işçilere ve dayanışma amacı ile direniş yerine gelenlere kumanya dağıttı. Haller Meyve ve Sebze İşçileri Sendikası işçilere sandık dolusu portakal yolladı, Liman-Dok İş Sendikası işçilerin öğle yemeklerini karşılamayı taahhüt etti. Grevi filme alan Sine-İş Sendikası grevcilerin üç günlük iaşe giderlerini üstlendi. Tersane işçileri dayanışma amacı ile grev yerine geldiler ve bir yandan dayanışma mesajlarını iletirken bir yandan da aralarında toplamış oldukları parayı Kavel işçilerine teslim ettiler.
Gerek sendikaların gerekse henüz sendikalarda örgütlenmemiş işçilerin artan destek ve yardımları Kavel işçisinin moralini yükseltir ve dayanma gücünü arttırırken, işvereni ve onun yanında açık tavır almış olan hükümeti de zor durumda bırakmakta idi.
Bu süreçte Vehbi Koç’un bir başka fabrikası olan Türk Demir Döküm işçileri Kavel’e yaptıkları maddî yardımın yanında bir de sakal grevi başlattılar. Daha sonra bu eyleme katılan başka fabrikalar da oldu.
Giderek büyüyen dayanışma, işvereni de onun yanında olan hükümeti de hayli korkutmuştu. Bir protokol imzalandı ve işçiler işbaşı yaptılar. Protokol uyarınca işçilerin ikramiyeleri, 1961 öncesinde olduğu hâli ile işçilerin işbaşı yapmalarını izleyen hafta içinde ödenecek, işten çıkarılan dört işçi temsilcisi işe alınmayacak ama yasal tazminatları ödenecek, diğer işten atılan on işçi ise fabrika çalışmaya başladıktan sonra 20 gün içinde işlerine iade edileceklerdi.
11 Mart 1963 tarihinde işbaşı yapan işçiler bir kez daha sürprizle karşılaştılar:
Direnişçi işçiler Sarıyer Savcılığının talebi üzerine “polise mukavemet, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet” vb. suçlardan (!) tutuklandılar. İşçilerin özgürlüklerine kavuşabilmeleri bir ay sonra 11 Nisan’da gerçekleşti.
Direniş Kavel işçisi açısından büyük bir başarı ile sonlanmıştı. Ancak gerçek başarı Kavel işçisinin gasbedilmiş haklarını geri almasında ve öncü işçilerin işe iadelerinde değildi. Direniş devam ederken 18 Şubat 1963 tarihinde hükümet 274 sayılı Sendikalar Yasası’nı ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası’nı TBMM’ye sundu. Yasa 15 Temmuz’da onandı ve 24 Temmuz’da Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Mart 1963’te ise Anayasa Mahkemesi 1936’da çıkarılmış olan İş Kanunu’nun grevi yasaklayan 72. maddesini iptal etti.
Kavel işçisinin destansı direnişi ve işçi sınıfının dayanışması çalışma mevzuatında devrim sayılabilecek bir değişime neden oldu ve 1961 yılında kabul edilmiş olan anayasanın hükmü olan grev hakkı ihtiyaç duyulan yasal düzenlemeye kavuşmuş oldu. Düzenlemenin tatminkâr olup olmaması ayrı bir tartışma konusudur ancak burada önemli olan grevin bir hak olduğunun yasal düzenleme ile kabul edilmiş olması gerçeğidir. 1961 yılının 31 Aralık günü Saraçhane meydanında çakan kıvılcım, Kavel grev ve direnişi ile ateş topuna dönüşmüş ve egemenlerin tüm direncinin kırılıp grev hakkının yasal düzenlemeye kavuşmasını sağlamıştır.
Siyasal kararlara etki etmiş olan işçi sınıfı eylemleri arasında 15-16 Haziran Direnişi’nin özel bir yeri vardır kuşkusuz. Kimi kaynaklarda “Türkiye’yi sarsan iki gün” olarak söz edilen direnişin öyküsünü de geçmişinde yaşanmış olaylardan başlayarak dile getirmenin yararlı olacağını düşünmekteyim.
1966 yılında gerçekleşen Paşabahçe Grevi, Türkiye işçi sınıfı tarihinde yeni bir sayfa açılmasına vesile olmuş ve Kristal-İş Sendikası tarafından yönlendirilen grev başarı ile sonuçlanıp Paşabahçe çalışanları kendilerine günün koşullarına göre hayli ileri düzeyde ekonomik kazanımlar sağlayan bir toplu iş sözleşmesi imzalamışlardı. Grevin başarı ile sonuçlanması sadece işvereni değil, sözü edilen dönemde ülkedeki tek işçi sendikası konfederasyonu olan Türk-İş’i de rahatsız etmiş olmalı ki konfederasyon Paşabahçe grevine maddî ve manevi anlamda aktif destek veren sendikaları geçici olarak konfederasyondan ihraç etti. Bu ihraç olayı Türkiye işçi sınıfı tarihinde yeni bir sayfanın açılmasına vesile oldu ve ihraç edilen sendikalardan üçü (Maden-İş, Basın-İş ve Lastik-İş), bağımsız bir sendika olan Gıda-İş ve Zonguldak’ta kurulu bağımsız Türk Maden-İş sendikaları bir araya gelerek Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonunu (DİSK) kurdular. 13 Şubat 1967.
O güne kadar görülenlerden farklı bir perspektif ile sendikal mücadeleye katılan DİSK kısa bir süre zarfında büyük bir gelişme göstermiş ve hızla büyüyüp gerek üye sendika gerekse üye sayısını arttırmayı başarmıştı.
DİSK’in işçi sınıfı nezdinde kazanmış olduğu prestijin sabit kalmayıp giderek artan bir eğilime girmiş olması sadece işveren camiasını değil Türk-İş Konfederasyonunu da tedirgin etmekte idi. Bu tedirginlik Çimse-İş Genel Başkanı ve Adalet Partisi Ankara Milletvekili Hasan Türkay’ın aşağıda yer alan cümlesinde açıkça belli olmakta:
“Çok kötü ve müşkül durumdayız. Devrimci sendikalar bize nazaran daha mükemmel sözleşme imzalamaktadırlar. Biz patronlara baskı yapamıyor, binaenaleyh de ucuz sözleşmeler imzalamak zorunda kalıyoruz.”
İşyerlerinde DİSK ile mücadele etmek nerede ise imkânsız hâle gelmişti gerek işverenler gerekse Türk-İş açısından. Egemenler çaresiz kaldıkları her durumda durumlarını düzeltip kayıplarını geri alabilmek için yasal düzenleme yoluna başvururlar. Bu kez de öyle oldu.
274 sayılı Sendikalar Kanunu ile 275 sayılı Toplu Sözleşme Grev ve Lokavt Kanunu üzerinde çalışıp yeni düzenlemeler getirmek istediler.
Yapılacak düzenleme ile ilgili olarak TBMM’de kurulan çalışma komisyonu başkanı Turgut Toker tarafından sarf edilen sözler bir itiraf niteliğinde idi adeta. Adı geçen şahıs 11 Mayıs 1970 tarihinde Erzurum’da toplanan Türk-İş’in 8. Genel Kurulunda yaptığı konuşmada 274 ve 275 sayılı kanunlarda yapılacak değişiklikten sonra ülkede Türk-İş’ten başka konfederasyon kalmayacağını, DİSK’in yasanın öngördüğü şartları yerine getiremeyeceği için tasfiye olacağını ifade etmişti.
Nisan 1970’te meclis komisyonundan geçen tasarıda yer alan 1/3 oranındaki örgütlenme/temsil barajı sendikal örgütlenme özgürlüğüne büyük darbe vurduğu gibi özel olarak da DİSK’i etkisizleştirmeyi, ortadan kaldırmayı hedefliyordu adeta.
Millet Meclisinde görüşmeleri bir günde tamamlanan öneri 4 ret oyuna karşılık 230 oyla kabul edildi. Senato’nun da gündemine derhal gelip orada da ivedilikle tamamlanan görüşmelerden sonra kabul edilen tasarı yine büyük bir hızla imzalanıp Resmî Gazete’de yayınlandı. Böylelikle işçi sınıfının sendika seçme özgürlüğünün önü kapatılmış oluyordu.
Burada dikkatinizi çekmek istediğim iki husus var. İlki 1980 öncesinde millet meclisinin yasa çıkarma konusunda tek yetkili olmadığı. Mecliste kabul edilen tasarılar Cumhuriyet Senatosu adlı bir başka meclisin gündemine gelir ve burada da kabul edildikten sonra Cumhurbaşkanı onayına sunulurdu. Bir tür elitler meclisi diyebileceğimiz Cumhuriyet Senatosu (senatör adayı olmak için üniversite mezunu olma ve kırk yaşını doldurmuş olma şartı vardı) gündemine gelen tasarıları iyice inceleyip uzun uzun müzakere etmeden kabul ya da ret kararı vermezdi. Bahse konu yasa özelinde bu gelenek adeta bozulmuş ve tasarı süratle kabul edilerek Cumhurbaşkanı onayına sunulmuştur. Bu durum kanaatime göre işveren kesiminin ve Türk-İş’in meclis ve özellikle de senato üzerinde bir baskı kurmuş olduklarının göstergesidir.
Dikkatinizi çekmek istediğim ikinci husus ise CHP ve Adalet Partisinin birlikte hareket ederek adeta mal kaçırırcasına yasanın kabulü için göstermiş oldukları çabadır. O dönemde mecliste bulunan TİP (bugünkü TİP değil tarihsel TİP) milletvekillerinin dışında tasarıya ret oyu veren çıkmadı o mecliste. Bu da CHP’nin gerçek yüzünün ortaya çıkmasını sağlayan bir göstergedir kanımca. Bu arada tasarıya kabul oyu veren CHP milletvekilleri arasında Abdullah Baştürk adlı bir sendika yöneticisi de bulunmakta idi. Bu şahıs daha sonra DİSK genel başkanı oldu ve yıllarca bu görevi sürdürdü. Nereden nereye demek geliyor içimden.
Tasarının yasallaşmasına ilk tepki TİP milletvekili olan Rıza Kuas’tan geldi. Kuas derhal Anayasa Mahkemesine başvurdu ve iptal davası açtı. Kuşkusuz DİSK de sessiz kalamazdı bu duruma. Derhal etkili bir refleks gösterdi ve süratle bir protesto yürüyüşü örgütlendi bu sayede.
Yürüyüş 15 Haziran 1970’te İstanbul’un Anadolu yakasında başladı. Gebze, Tuzla ve Pendik çevresindeki fabrikalarda çalışanlarla başlayan yürüyüş Kartal’da bulunan fabrikaların da katılımı ile birkaç saat içinde kitlesel bir görünüm kazandı. Yürüyenlere Göztepe yakınlarında Otosan ve DMO işçileri de katıldı ve saat 17.00’de Kadıköy’de sona erdi.
Yine Anadolu yakasında bir başka yürüyüş kolu oluşmuş, Paşabahçe’den yola çıkan işçiler Üsküdar’a kadar gelmişlerdi. Bu esnada Avrupa yakasında Bakırköy, Sağmalcılar güzergâhında gerçekleşen bir yürüyüş söz konusu idi.
16 Haziran tarihinde ise eylem daha da büyüdü. Anadolu yakasında Gebze’den Kadıköy’e kadar devam etti yürüyüş. Avrupa yakasında ise kentin değişik bölgelerinden gelen işçiler Topkapı’da buluşup buradan yola çıkarak Aksaray üzerinden Eminönü’ne İstanbul Valiliği önüne ulaştılar. Öte yandan Levent çevresinde başlayan yürüyüş Taksim’e ulaştı. Valilik aldığı bir kararla Galata Köprüsü’nü açtırdı ve böylelikle Bakırköy’den gelen işçilerle Levent’ten gelen işçilerin birleşmeleri engellendi (O dönemde Galata Köprüsü’nün iki kanadı vardı, bu iki kanat gece saatlerinde açılır ve Haliç’te bulunan gemilerin Marmara’ya intikal etmesi sağlanırdı. Doğal olarak bu durumda kara ulaşımı da iptal olurdu. Köprü 1985 yılında söküldü ve yerine günümüzde faal olan köprü inşa edildi). Direnişin gerçekleştiği yılda henüz Boğaz Köprüsü de inşa edilmemiş olduğu için kentin iki yakasında yürüyen işçilerin bir araya gelmeleri de iki yaka arasında gerçekleşen vapur ve motor seferlerine bağlı idi. Valilik bir karar daha alıp vapur seferlerini de iptal edince bu birleşme de olmadı. Eğer bu birleşme gerçekleşebilmiş olsa idi o tarihlerde nüfusu yaklaşık 3 milyon dolaylarında olan şehir yürüyüşe katılmış olan 70.000 üzerindeki işçinin bir araya gelmesi ile büyük bir sarsıntı yaşayabilirdi.
Gerçekleşen eylem ülke çapında da dayanışma eylemleri ile büyüdü. Türk-İş yönetiminin ısrarlı engelleme çabalarına rağmen bu konfederasyona bağlı pek çok sendika da (örneğin Yol-İş, Petrol-İş) eylemi destekledi. Ankara, İzmir, Adana ve Bursa’da dayanışma eylemleri gerçekleşti.
Türkiye’yi sarsan iki gün zarfında resmî kayıtlara göre yedi kişinin, gerçekleşen eylem esnasında canlarını yitirdikleri bilinmekte.
Hükümet çevreleri işçi sınıfının bu büyük refleksi karşısında zor kullanma yoluna başvurdu egemenlerin her zaman yaptıkları gibi. İstanbul ve Kocaeli ilerinde sıkıyönetim ilan edildi. DİSK’in bazı yöneticileri tutuklanıp yargılandılar; sonucu beraat ile biten bir yargılanma idi bu.
Olayın yaratmış olduğu etki hayli büyük olmalı ki CHP’de bir kanaat değişikliği oldu ve Yasa’nın iptali için Anayasa Mahkemesinde dava açtı. Bu dava TİP milletvekili Rıza Kuas tarafından açılan davadan ayrı ve ondan bağımsızdır.
Anayasa Mahkemesi açılan davaları karara bağlayarak 274 ve 275 sayılı yasalarda yapılan değişiklikleri iptal etti ve böylece sendika seçme özgürlüğünün önündeki engel kaldırılmış oldu. İşçi sınıfının kararlı tutumu siyaseti bir kez daha etkilemişti.
Siyasi kararları etkileyen işçi sınıfı eylemlerinden söz ederken DGM Direnişi’ni es geçmek mümkün değildir kanaatime göre.
1971 darbesi sonrasında yanmış olan devrimci ateş her ne kadar 68 kuşağına mensup yiğit devrimci önderlerin katledilmelerine ve pek çok devrimcinin de tutsak edilmesine sebep olmuşsa da bahse konu kişilerin yaktığı ateş ülke genelinde büyük sempati yaratmış ve solun kitleselleşmesine yol açmıştı. Devrimci dalga gün geçtikçe yükseliyor ve egemenleri adeta çaresizliğe sürüklüyordu. Bu çaresizlik onları böyle durumlarda her daim başvurdukları yola, her zaman ellerinde bulunan yasama meclisi aracılığı ile özel önlemler almaya itti.
1961 Anayasasında 1699 Sayılı Kanunla değişiklik yapılarak 1973 yılında özel yetkilerle donatılmış mahkemeleri yargı sistemine dâhil ettiler. Yeni kurulan bu mahkemelerin adı “Devlet Güvenlik Mahkemeleri” (DGM) idi. Bu mahkemeler kurulurken yükselen toplumsal muhalefetin önünün kesilmesi istenmiş, yargı bağımsızlığının yok edilmesi öngörülmüş ve günün koşullarında mevcut olan demokratik hak ve özgürlüklerini kullanmak isteyen yığınların bu doğrultuda gerçekleştirecekleri tüm etkinliklerinin olabildiğince ağır biçimde cezalandırılması hedeflenmişti.
Demokratik hak ve özgürlüklere darbe üstüne darbe indiren bu mahkemeler üstlenmiş oldukları görev (!) gereği işçi sınıfının mücadelesi önünde de ciddi bir engel yaratmakta idiler.
Gerçi Anayasa Mahkemesi bu mahkemelerin kuruluşu ile ilgili kararı iptal etmişti ama egemenler bu düşüncelerinden caymamışlar ve mahkemelerin hayatiyet kazanması için fırsat kollamaya başlamışlardı. Bu fırsat CHP-MSP koalisyonunun dağılması üzerine kurulmuş olan Milliyetçi Cephe (MC) koalisyonu ile geldi. Yeni hükümetin ilk icraatlarından biri, DGM’leri hayata geçirecek yasal düzenlemeyi gerçekleştirmek için meclis bünyesinde bir çalışma komisyonu kurmak oldu. Çalışmalarını hızla tamamlayan komisyon hazırlamış olduğu kanun teklifini meclis gündemine soktu. Ancak meclisin tatile girmesi nedeni ile görüşmeler tatil sonrasına kaldı.
Teklif yasalaştığı takdirde gerek işçi sınıfının mücadelesi gerekse toplumsal muhalefet kesimleri büyük darbe alacaklar, demokratik hak ve özgürlükler önemli ölçüde baskılanacaklardı.
DİSK bu durumu 5 Temmuz 1976 tarihli bildirisi ile kamuoyuna duyurdu.
Bahse konu bildiride DGM’lerin işçi sınıfının mücadelesini hedef alan bir saldırı olduğu söyleniyor ve DGM’ler “sınıf mahkemeleri” ve “sıkıyönetimsiz sıkıyönetim” olarak nitelendiriliyordu.
DİSK üyesi sendikaların örgütlü olduğu tüm işyerlerinde dağıtılmakla kalmayıp gönüllü işçiler aracılığı ile mahallelerde evlere de ulaştırılan bu bildiri, işçi sınıfının DGM ile savaş başlattığının ilanı idi adeta.
9 Temmuz 1976’da DGM’ye HAYIR kampanyası başlatıldı. Peşinden yapılan toplantılarda işçi sınıfı tıpkı 15-16 Haziran 1970 direnişinde olduğu gibi topyekûn mücadeleye davet edildi.
DİSK, 16 Eylül 1976 tarihini DGM’lere karşı “Genel Yas” günü ilan etti. O gün DİSK Yönetim Kurulu Taksim Anıtı’na siyah çelenk koyarken, yüz binlerce işçi de Türkiye çapında üretimi durdurdu. 16, 17 ve 18 Eylül’de, Türkiye’nin dört bir yanında on binlerce işçi iş bıraktı. Aliağa ve Tüpraş rafinerileri, Ereğli Demir Çelik, Türk Demir Döküm, Sungurlar, Pirelli, Goodyear, Tofaş, Renault, Profilo gibi onlarca fabrikada şalterler inmiş, her yanı “DGM’ye Hayır” sloganları kaplamıştı. Yüz binlerce işçinin katıldığı direnişe, hem uluslararası sendikalardan ve demokratik kitle örgütlerinden hem Türk-İş’e bağlı bazı sendikalardan hem de ülke içindeki toplumsal muhalefetten destek geldi.
İşçi sınıfı DGM’lere karşı mücadeleyi büyütürken sermaye cephesinde patronların örgütü MESS de üye işyerlerinde işçilere baskı yapıyor, sindirmeye çalışıyordu. DGM direnişine katıldığı için 1000’i aşkın işçi işten çıkarıldı. Örneğin Profilo’da DGM direnişine katılan 18 işçi işten atılmış ancak işçiler işten atılmaya boyun eğmeyip direnişe geçmişlerdi. İşçilerle polis ve jandarma arasında çatışmalar yaşandı. Çatışmalar sırasında Yakup Keser isimli bir işçi öldürüldü ama işçiler geri adım atmadılar. Yeri gelmişken belirtelim Profilo direnişi de işçi sınıfı tarihindeki şanlı direniş sayfalarından biridir.
Egemenlerin tüm çabaları DGM’lerin yaşaması için yeterli olmadı. Mahkemelerin yasallaşması için verilen çabalar işçi sınıfının kararlı mücadelesi sonucu geri tepti ve yasa teklifi ekim ayı zarfında geri çekildi. İşçi sınıfı bir kez daha siyasi kararları etkilemiş ve önemli bir başarı elde etmişti. DGM’ler daha sonra 1982 Anayasası ile yargı sistemine girdi ve 2004 yılına kadar sistemde varlığını sürdürdü.
SON SÖZ
Geçmişte demiryolu güzergâhının millileştirilme kararının öne çekilmesini sağlayan, grev hakkının yasallaşmasını sağlayan mevzuat düzenlemelerinin gerçekleşmesine yol açan grev ve direnişleri gerçekleştiren, sendikal örgütlenme ve sendika seçme özgürlüğünü yok etme amacı ile hazırlanmış yasanın iptal edilmesini sağlayan, DGM’lerin kurulmasını engelleyen işçi sınıfı, günümüzde de ülkede egemen olmuş yönetimi sarsacak, tek adam rejimini büyük sıkıntılara sokacak güce sahiptir. Sosyalistlere düşen görev ise bu gücü ayağa kaldıracak etkinlikleri planlayıp örgütlemektir.