“Ne mutlu eğri zamanda
Doğru yerde durabilene.”[1]
4 Haziran 2025 günü Devrimci Gençlik Dernekleri (DGD) çevresinden bir genç, Yusuf Uçak kendini öldürdü… Aynı günün sabahı sosyal medyada dört-beş genç kadın ve bir erkek tarafından tartaklanarak “cezalandırıldığı”nı gösteren bir video düşmüştü sosyal medyaya. Yusuf bundan birkaç gün önce, yine sosyal medyada fotoğraflarıyla “tacizci” olarak ifşa edilmişti. Ama kim(ler)i, ne zaman, nasıl taciz etmişti, orası belli değil. Hiç açıklanmamış. Sadece bir kadının taciz edildiğine ilişkin beyanı…
İntiharın hemen ardından, ifşacılar paylaşımlarını silip hesaplarını kapatarak sosyal medyadan yok oldular. İlişkin başka paylaşımlar da, öyle anlaşılıyor ki Yusuf’un ailesinin talebi üzerine, mahkeme kararıyla kaldırıldı.
Dolayısıyla olaya ilişkin az sayıda sosyal medya paylaşımı bulunuyor. Bunlardan Yusuf’un kendisini taciz ettiğini iddia eden kadının DGD’ye başvurduğunu, DGD’nin gecikmeksizin soruşturma mekanizmasını harekete geçirdiğini, ancak şikâyet sahibi kadının Yusuf’la son bir kez görüşmek istediği gerekçesiyle soruşturma sürecini ertelediğini, o gün Yusuf’un “cezalandırıldığı”nı gösteren videonun sosyal medyaya düştüğünü anlıyoruz. Sonrası… biliniyor.
Yine Yusuf’un (biri eski kadın arkadaşı olmak üzere) dostlarının onun ardından yazdıklarını okuyunca, insanları incitmekten çekinen, incelikli, duyarlı bir genç adam portresi çıkıyor ortaya. Birkaç ay önce tanıştığı bir genç kadınla yakınlaşan, bu yakınlaşma sırasında genç kadın tarafından reddedilen ve bundan dolayı muhatabından özürler dileyen… İfşacılarının “zaten suçunu itiraf etmişti” diye dolaşıma soktukları WhatsApp mesajından kopartılmış bir-iki cümlede dahi özür dilemeyi sürdürüyor. Yusuf, öyle gözüküyor ki en azından “tacizci” diye damgalanmadan önce dinlenmeyi, kendini savunmayı fazlasıyla hak eden naif bir delikanlı…
Olay gerek feminist, gerekse sol hareket içerisinde epey yankı buldu, tepki topladı. Çoğunluk tepkiler, “kadının beyanı esastır” ilkesinin ve feminist “ifşa” aracının bu olayda çarpıtıldığı ve olayın bir “yargısız infaz”, “zorbalık” ve “linç” olduğu yönündeydi. DGD[2] ve Öğrenci Kolektifleri’nin[3] sosyal medya hesaplarından yaptıkları açıklamaların yanı sıra, Eşitlik İçin Kadın Platformu (EŞİK) konuya ilişkin bir sohbet toplantısını YouTube’da yayınladı.[4] Feminist sosyal bilimci Nil Mutluer bu konuda İlke TV’de özeleştirel nitelikte bir yazı yayınladı.[5]
Bu tepkilere gelen itirazlar ise, genelde, eleştirilerin sol hareket içindeki kadınların yıllardır mücadele ettiği cezasızlık politikasını ve örgütler içerisindeki erkek egemenliğini yeniden ürettiği, “erkek şiddeti”ni görünmez kıldığı, “ölüm gibi hassas bir olgunun kadınların politik mücadelesini itibarsızlaştırmak için kullanılamayacağı”[6] yönündeydi. Yeni Kadın dergisi ise, X hesabından DGD’nin açıklamasına bir yanıt yayınlayarak şunları vurguladı: “Devrimci mücadelenin tarihinden biliyoruz ki, bazı hatalar insanların canına mal oluyor. Coğrafyamızdaki mücadelenin tarihi maalesef bunun gibi onlarca örnek içermektedir. İfşa veya ezilenin ezene dönük şiddeti devrimci mücadelenin yöntemlerinden biri olarak meşrudur, istenmedik sonuçlar üretmesi hem araçların hem de bu araçları uygulayanların hedef hâline getirilmesine neden olmamalıdır. (…) İfşa ve şiddet, kaçınılmaz olduğunda meşrudur…”[7]
İtirazlara ilişkin örneklediğim her iki bildirim de “Kadının beyanı esastır” hükmüyle sonlanıyor.
“Kadının beyanı esastır”? Feminist literatürde ve onun etkisi altındaki sol cenah kadınları arasında en sık terennüm edilen ve/fakat en az anlaşılan önerme. Aslına bakılırsa, kaynağını oluşturan hukuk sistemi içerisinde ve savunucuları olan feminist hukukçular arasında da “ne” olduğu, ama esas olarak “nasıl” uygulanacağı konusunda bir görüş birliği olduğu söylenemez.
Kadın hakları savunucusu tüm hukukçuların üzerinde anlaştığı tek husus, “Kadının beyanı esastır” ilkesinin soruşturma sürecinin başlatılması noktasındaki gerekliliği ve geçerliliğidir. Toplum(lar)da cari cinsiyetçi/ataerkil zihniyet ve tutumların, kadınların fiziksel ya da cinsel taciz ve/veya şikâyetiyle kolluk kuvvetleri ya da yargıya başvurduklarında, kolluk ya da yargının bu şikâyetleri ciddiye almaması, “giysin, tavırların vb. nedeniyle hak etmişsindir,” tutumuna girmesi ya da “olur böyle şeyler, haydi barışın” baskısı uygulamaları veya yasal prosedürü başlatabilmek için müştekinin taciz ve veya şiddete dair somut deliller sunmasını talep etmesi, “vaka-i adiye”dendir. Feminist hukukçular bu alanda yaşadıkları sayısız deneyimden hareketle, kadına yönelik şiddet ve cinsel suçlarda “kadının beyanı esastır” ilkesinin geçerli olması gereğini vurgularlar.
Çünkü şiddet, taciz, tecavüz teşebbüsü gibi fiiller, genellikle üçüncü şahısların/tanıkların bulunmadığı bir alanda gerçekleşir. Bu vakalarda müştekinin tanık gösterme olanağı hemen hiç yoktur. Bu nedenle yasal işlemleri başlatmak için kadının beyanı esas kabul edilmelidir. Feminist hukukçuların çoğunluğunun üzerinde uzlaştığı önerme, bu ve bundan ibarettir. Yani kamuoyunda yaygın olan, yargı önünde erkeği kendisine şiddet uygulamak, taciz ya da tecavüzle suçlayan bir kadının iddiasının “doğru” sayılarak hükmün ona göre verileceği kanısı bir safsatadan ibarettir…
Öte yandan, “kadının beyanı”nın yasal süreci başlatmanın yanı sıra, herhangi bir delilin olmaması durumunda hükme de esas teşkil etmesi gereğini savunan daha az sayıdaki hukukçu, yargıç tarafından kadının beyanına dayalı olarak verilecek kararın kimi koşullara bağlı olması gereğini kabul ederler. Bu görüşü savunan feminist avukat Hülya Gülbahar’a göre bu koşullar:[8]
- Beyanın hayatın olağan akışına uygunluğu;
- İfade ve yargı sürecinin tüm aşamalarında beyanın samimiyetinden kuşkuya düşürecek bir tutarsızlığın olmaması;
- Mağdur ile zanlı arasında iftirayı gerektirecek bir husumetin olmaması;
- Zanlının kendini savunma hakkının eksiksiz olarak tanınması;
- Mağdurun olayı sıcağı sıcağına başkalarıyla paylaşmış olması;
- Şiddet faillerinin temel insan haklarının ihlal edilmemesi;
- Mağdurun “ben şiddet gördüm/ tacize-tecavüze uğradım” beyanında bulunduğunda itibar kaybına uğrama olasılığının mevcudiyeti…
olarak özetlenebilmektedir. Aksi durum, hukuk sisteminde temel bir insan hakkı kabul edilen ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde yer alan “masumiyet karinesi”[9] ile çelişecektir. Nitekim, “kadının beyanı esastır” önermesi ile “masumiyet karinesi” ilkesi arasındaki çelişkinin giderilebilmesi ya da aralarında nasıl bir dengenin kurulabileceği sorunu, feminist hukukçular dâhil konuyla ilgili hukukçuları en çok uğraştıran sorunlardan biridir.[10] Özetle konu züccaciyeci dükkânındaki fil yöntemleriyle çözümlenemeyecek hassas bir mevzu…
Türkiye’de konuya ilişkin ilk tartışmalar, sanırım Gezi Direnişi günlerindeki malûm ve mahut “Kabataş yalanı” ile başladı… Kabataş’ta karşılaştığı deri pantolonlu, yarı çıplak bir erkek topluluğu tarafından taciz edildiği, tartaklandığı, üzerine işendiği, elindeki bebek arabasının kontrolünü yitirdiği iddiası, salt dile getiren kişi kadın olduğu için ne denli kabul edilebilir idi?
Son yıllarda, sol cenahta pek çok örgüt/oluşum “Kadının beyanı esastır” önermesini ilkesel olarak benimseyip iç işleyişlerine dâhil ederken, bu düsturun suiistimaline dair pek çok örneğin ortaya çıkmasının, ilkenin şiddetli savunucuları feministleri de rahatsız etmeye başladığını gözlemlemek mümkün. Nitekim, Yusuf’un intiharının ardından EŞİK’in düzenlediği bir video-konferansta ilkenin örgüt içi iktidar mücadelelerinde araçsallaştırıldığı konusu dile getirilmiş, genç feminist kadınların zaman zaman kantarın topuzunu kaçırdıkları, “kadının beyanı” ilkesi ile “ifşa” eyleminin suiistimalinin bizatihi feminist harekete zarar verdiği vb.den dem vurulmuştu.[11] “Politik mekanizmaların bir hınç aracına dönüşmesi”nden söz eden Nil Mutluer ise, “kadının beyanı esastır” ilkesinin “kamuoyunda ‘kadınlar sorgulanamaz’ veya ‘erkekler doğrudan suçludur’ gibi indirgemeci biçimlerde algılanmasının tartışmalı bir zemine yol açtığı”nı vurgulayıp “ifşa” kisvesiyle gerçekleştirilen delilsiz suçlamalar ya da sosyal linç riskinin, bu yöntemin sınırlarını da tartışmalı hâle getirdiğini vurgulamakta… Mutluer, “Feminist hareketin bu araçları tartışılmaz doğrular olarak değil, etik ve stratejik sınırlarıyla birlikte ele alması”[12] çağrısını yapıyor, haklı olarak…
Gerçekten de son yıllarda sosyalist/devrimci hareketler içerisinde erkeklere yöneltilen cinsel taciz suçlamaları, bu suçlamaların sosyal medya mecralarına dökülüp hareket içinde (çoğu kez Yusuf Said Uçak vakasında olduğu üzere geri dönüşsüz sonuçlara varmasa da) bölünmelere, husumete, politikayı terke varan sonuçlara yol açmasına sıkça rastlanır oldu. Birileri birilerini tasfiye etmek istediğinde, artık “ajandır”, “işkencede çözüldü”, “ihbarcılık yaptı”, “örgüt parasını yedi” vb. denilmiyor. “Tacizci” suçlaması, yeterli görülüyor. Ve bunun için bir ya da birkaç kadının kişiye ithamda bulunması yetiyor genelde… Değil mi ki “kadının beyanı esastır”? Kopartılan sosyal medya şamatasında suçlanan kişinin kendini savunma çabaları duyulmuyor bile… Hele ki büyük çoğunluğun “kadının beyanı esastır” önermesini “kadın her zaman haklıdır” olarak yorumladığı bir ortamda… Ne de olsa devrimci/sosyalist hareket içerisinde yer alan genç kadınların çoğu, iyi bir eğitim, güçlü bir sosyal sermaye (geniş ve aktivist bir destekçiler ağı, sosyal medyayı kullanım becerisi vb.) ataerkillik konusunda “terbiye edilmiş” bir erkek arkadaşlar çevresine sahipler… Linç için her şey hazır!
Oysa, tekrar ediyorum, “kadının beyanı esastır,” çok dikkatli başvurulması gereken ve değerlendirilmesi, kullanılması hukukî uzmanlık gerektiren bir ilke… Öfkeli bir kafadarlar grubunun, hatta örgüt içinde oluşturulan disiplin mekanizmalarının suçlayan kişinin politik, ideolojik ya da psikolojik saiklerle hareket edip etmediğine karar vermesi, pek kolay ve güvenilir değil.
Öte yandan, devrimci, sosyalist erkekler de sütten çıkmış ak kaşık değil, elbet. Genç insanların ağırlıkta olduğu örgütlerde cinsellik her an zorlamaya dönüşme potansiyeline sahip. Bu tip zorlamaların hasıraltı edilmesi, kurmayı düşlediğimiz dünyaya, toplumu özgürlükçü eşitlikçilikten yana dönüştürme iddialarımıza ihanet anlamına gelir.
Bu durumda ne yapmalı?
Öncelikle “kadının beyanı esastır” önermesini kamuoyu, özellikle de sol kamuoyu nezdinde bir ajitasyon aracı olarak kullanagelen feministlerin[13] (“Solcu erkekler de kadına şiddet uyguluyor, taciz ediyor!”), bundan böyle daha özeleştirel, daha titiz ve daha duyarlı davranarak, özellikle de feminist hukukçular eliyle, konuyu sol/sosyalist/devrimci kamuoyu önünde enine boyuna tartışmaya açması, kavramın olanak, olasılık ve sınırlarını vurgulaması, belki de bunun örgüt-içi eğitimin bir parçası hâline getirilmesi gerekiyor.
Dahası, örgüt içi eğitim programları toplumsal cinsiyet rol ve ilişkileri, yabancılaşma, aşk, devrimci etik, kültürel kodlar, sosyal medya kullanımı vb. konuları kapsayacak biçimde genişletilmeli.
Ve nihayet, örgüt/hareket içi taciz-şiddet iddialarının olabildiğince tarafsız, hukuk ilke ve uygulamaları konusunda birikimli ve deneyimli bir heyet -örneğin ÇHD tarafından görevlendirilecek bir komisyon- tarafından ele alınıp karara bağlanması düşünülebilir.
Kadınlar ve erkekler birbirleri için vazgeçilmezlerse ve devasa bir toplumsal dönüşüm serüvenine birlikte girişeceklerse, birbirlerinden öğrenip birbirlerini dönüştürmeleri, şarttır!
15 Temmuz 2025, Muğla.
[1] Pir Sultan Abdal.
[2] “Bizler kimsenin devrimcilere ya da kadın hareketine baktığında adalet yerine linci koyan, savunma hakkına fırsat vermeyen, kontrolsüz bir kitle rüzgârının etkisiyle insanların hayatlarında geri dönülmez sonuçlar doğuran bir manzaranın görünmesini istemiyoruz. En başta kadınlara zarar veren bu orta çağ ilkelliğinin siyasal kılıflarla meşrulaştırılmasını da tolere edecek değiliz. Dünden bugüne tavrımız nettir: Her işimizde sabırlı olacağız, özenli olacağız; suçunu sabit gördüğümüz insanlara ceza vermekten çekinmeyeceğiz ancak hiçbir insanı da umutsuz vaka olarak görmeyeceğiz. Kadın mücadelesini herkesi susturarak tekeline almaya çalışanları ve bu mücadelenin araçlarını sorumsuzca kullananların provokatif çıkışlarını dikkate almayacağız. Son olarak bu sözde ‘teşhir’ sürecini örgütleyenlerin, sorumsuzca yaptıkları şeylerin kadın mücadelesine ve devrimci mücadeleye zarar verdiğini; bir insanın savunmasının dahi alınmadan suçlu ilan edilip cezalandırılmasının sonuçların çok vahim olduğunu, acı bir ölümün ardından da olsa artık anlamalarını temenni ediyoruz.” (https://x.com/DGDernekleri3/status/1930623447022924114).
[3] “Son yaşananlar ise aksi tutum ve eğilimlerin öne çıkışının bir örneğidir. Feminist hareketin de bir kazanımı olan ifşa ve teşhirin politik zeminden koparılarak ölçüsüz bir cezalandırmaya dönüşmesini, kişisel öfkenin politik tutumun yerine konmasını, örgütsüz cezalandırma pratiklerinin olağanlaştırılmasını, bu konuda kendimize görevler çıkaracak biçimde sorgulamalıyız.” (3 Haziran tarihinde yaşanan olaya dair kamuoyuna açıklamamızdır.” (https://x.com/kolektifler3/status/ 1931085748209656315).
[4] “Kadının Beyanı Esastır İlkesini ve Feminist İfşayı Yusuf Uçak Olayı Üzerinden Konuşuyoruz”, https://www.youtube.com/watch?v=VwXEN6_XGco&t=6715s
[5] Nil Mutluer, “Masum Değiliz Hiçbirimiz: Beyan, İfşa, Rıza ve Hakikât”, https://ilketv.com.tr/masum-degiliz-hicbirimiz-beyan-ifsa-riza-ve-hakikat/
[6] GsrmpC9XwAAhn7y
[7] Yeni Demokrat Kadın, “Kadın Mücadelesinin Yarattığı Değerlerin Arkasındayız”, https://x.com/ydkonline2/status/1930709114130169884
[8] “Avukat Hülya Gülbahar: Kadının Beyanı Esastır İlkesi”, https://www.youtube.com/watch?v=eKWOFRO-825Y&t=4586s
[9] Masumiyet karinesi, suçsuzluk ilkesi veya uluslararası hukuk terimi olarak presumption of innocence; suç kesinleşmediği sürece kimsenin hükümlü sıfatıyla değerlendirilemeyeceğini ifade eden, temel hukuk doktrini. Evrensel hukuk kurallarına göre, bir kişinin masum olduğunun kanıtlanmasına gerek yoktur; kişinin suçluluğunun kanıtlanamamış olması yeterlidir. Bunun için masumiyet karinesinin temelini, hukukta hüküm giydirmenin yalnızca iddia edilen suçların kanıtlanmasıyla mümkün olduğu gerçeği oluşturur. Bu da hüküm giymemiş kimsenin suçlu sayılamayacağı veya suçlu olarak lanse edilemeyeceği ilkesini; yani masumiyet karinesini doğurur. Masumiyet karinesi evrensel bir yargı doktrini olup; İnsan Hakları Evrensel Bildirisi‘nde yer almaktadır. Buna bağlı olarak bu bildiriye taraf olan ülkeler, yasalarında bu doktrine yer vermek durumundadır (Vikipedi, https://tr.wikipedia.org/wiki/ Masumiyet_karinesi#:~:text=Masumiyet%20karinesi%20evrensel%20bir%20yarg%C4%B1,devaml%C4%B1l%C4%B1%C4%9F%C4%B1n%C4%B1%20sa%C4%9Flama%20fonksiyonuna%20da%20sahiptir).
[10] Kapsamlı bir örnek için bkz. Av. Seher Kırbaş Canikoğlu, “ ‘Kadının Beyanı Esastır’: Çok Bilinmeyenli bir Denklem”, Ankara Barosu Dergisi, 2015/4, ss. 230-253.
[11] “Kadının Beyanı Esastır İlkesini ve Feminist İfşayı Yusuf Uçak Olayı Üzerinden Konuşuyoruz”, https://www.youtube.com/watch?v=VwXEN6_XGco&t=6715s
[12] Nil Mutluer, ay.
[13] “Ben potansiyel olarak her erkeğin tacizci olduğunu düşünüyorum” diyor, örneğin feminist hukukçu Eren Keskin, bir söyleşide! (“Cinsel Taciz: Tanımlar ve Tartışmalar Üzerine Sohbet”, Eren Keskin, Esra Aşan, Hülya Gülbahar, Nükhet Sirman, Zeynep Kutluata, 2 Şubat 2011, İstanbul. Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar, sayı 13 Mart 2011, s. 48).