eçen yüzyılı, 20. yüzyılı, kapitalist sistem, bir yandan “komünizme karşı mücadele” ve bu mücadele ile ellerinden kaçırdıkları pazarların geri alınması dürtüleri, diğer yandan ise tekelleşmenin finansal alanda gelişmesi, bazılarının deyimi ile “finansallaşması”, bazılarının vurgusu ile, kumarhane kapitalizmine dönüşümü süreçleri ile tamamladı. Ve 20. yüzyılın son 10 yılına girerken, SSCB’nin çöküşü ile, birdenbire, hayallerin gerçeğe dönüştüğü bir an yaşandı; kapitalist-emperyalist sistem, Doğu Avrupa başta olmak üzere,
eski sosyalist ülkeleri yeniden sömürgeleştirme ve paylaşma yarışına girdi. Finansallaşmış kapitalist sistem, büyük çaplı para operasyonları ile, yolunu açtı, açmaya çalıştı.
20. yüzyılın son 20 yılına damgasını vuran neo-liberal politikalar, giderek daha da gelişti, egemen hâle geldi.
Ve 21. yüzyılın ilk yıllarından başlayarak, kapitalist sistemin bu neo-liberal politikalarının daha da artırdığı krizine tanıklık ediyoruz.
Bu sadece neo-liberal politikaların iflası değildir, bu aynı zamanda kapitalist sistemin iflasıdır ve daha derinleşmiş bir krizin işaretidir.
Bugünlerde, 2017 yılından başlayarak, 2018’de daha keskinleşmiş bir biçimde gelişmekte olan yeni bir kriz dalgası ile karşı karşıyayız. Tüm emperyalist ideologlar, bu yeni krizi görmeye başlamıştır bile.
Daha şimdiden, 2008’de ABD’de patlayan, inşaat-kredi sisteminin çöküşü ile sonuçlanan, gerçekte, tüm ABD bankacılık sisteminin çökmesinin yaşandığı kriz hatırlanmakta ve burjuva iktisatçılar, bu yeni krizi, 2008 krizi ile karşılaştırmaktadırlar.
2008 krizi, “mortgage krizi” olarak da adlandırıldı. Konut sektörünün çöküşü, konuta bağlı kredilerin ödenemez duruma gelmesi, bankaların bir anda konut zengini hâline gelmesi, bir anda milyar dolarlık inşaatların değersizleşmesi ve ardından bankacılık ve sigortacılık sisteminin iflası yaşanmıştır.
Rockefeller’in CitiBank’ı bile iflas etmiştir. ABD, devlet olarak bu bankaları karşılıksız finanse etmiş, kurtarmış, değerlerinden fazla parayı bu bankalara aktarmış ve sonunda da bankaları eski sahiplerine vermiştir.
ABD, bunu yaparken, elbette, karşılıksız ve denetimsiz dolar basma olanağını sonuna kadar kullanmıştır. Bu kriz, bir başka kapitalist ülkede, diyelim ki Japonya gibi bir emperyalist ülkede bile ortaya çıkmış olsa idi, bankacılık sistemini karşılıksız dolar basarak kurtarmak mümkün olamazdı. Kapitalist dünya ekonomisi, bir balon gibi şişmiştir. Bu şişmiş balon, bir yerinden patlamakta, bu patlağı tamir etmek için harekete geçilmekte ve sonra bir başka yerden patlama meydana gelmektedir.
Yani, artık, bu bir iflastır; dünya kapitalist ekonomisinin iflasıdır.
Zaten, emperyalist güçler (ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya açık olarak görülüyor) arasındaki paylaşım savaşımını daha da güncel kılan, daha da sıcak hâle getiren süreç de budur.
İşte Türkiye’deki ekonomik krize bu gözle, bu genel tablo içinden hareketle yaklaşmak gerekir.
Yeni dünya ekonomik krizinin başlangıç noktasının Türkiye olacağı yönünde teoriler dile getirilmektedir.
Mayıs ayının başında ortaya çıkan, seçimlere kadar süreceği anlaşılan döviz kurlarındaki anormal artışın asıl nedeni, derindeki bu krizdir. Kuşku yok ki, bu kriz dinamiğine eklenen “fazladan” etkenler de var. Erdoğan’ın konuşmaları da içinde, OHAL vb. gibi “fazladan” etkenleri bir yana bıraksak bile, ciddi bir kriz dinamiğinin biriktiğini görmek mümkündür.
Türkiye ekonomisi, son yıllarda, bir yağma, rant ekonomisidir. İktidarı elinde tutan Saray Rejimi, ülkeyi soyup soğana çevirmekte, bunu örtmek ve sürekli kılabilmek için şiddet ve baskıyı sürekli tırmandırmaktadır. Üstüne, emperyalist güçler adına, Suriye’de olduğu gibi tetikçilik yaparak “para kazanma” umudu ile savaş yanlısı politikalar izlemektedir. İçeride ve dışarıda savaşı tırmandıran Saray Rejimi, rant ve yağma ekonomisini, sonsuza kadar ayakta tutacağını sanıyor olamazdı. Bunun da bir sonu olmalıdır.
Savaş, ranta dayalı ekonomi, kapitalist anlamda dahi üretimi küçümseyen bir yağmacı anlayış, ciddi ekonomik maliyetler yaratmıştır, yaratmaktadır.
Bunların üstüne, Saray Rejimi’nin, gayri meşru hâle gelmiş iktidarını sürdürmek için başvurduğu baskı ve şiddetin boyutları, krizi daha da artırmaktadır. Hem işçilerin daha ucuza çalıştırılmasının sonuna gelinmekte, hem de, yağma ve ranta dayalı ekonominin biriken borçları, ciddi bir kriz dinamiği üretmektedir.
Devlet hazinesi, kredi alabilmek için garantör hâline getirilmiştir. Bilindiği kadarı ile, Üçüncü Havalimanı, Üçüncü Boğaz Köprüsü, Gebze-Yalova arasındaki köprü ve Avrasya Tüneli, kredi alabilmek için hazine garantisi verilerek yapılmıştır. Ve bu dördü, daha şimdiden, verilen taahhütlerin altında araç geçişine sahne olduğundan, ayrıca devlet tarafından ödemeler yapılarak ayakta tutulmaktadır.
Durum bu hâle geldiğinde, rant ekonomisini sürdürmek isteyen Saray, başka krediler alabilmek için, hazine garantisini kabul etmeyen Batılı finans kuruluşlarına, bu kez “varlık fonu”nu garanti gösterecek bir organizasyona gitmiştir. Varlık fonu, öyle anlaşılıyor, daha çok Arap veya Katar sermayesinden gelen kredilere teminat gösterilmiştir.
Ve tüm bunlara rağmen, inşaat sektörü yavaşlamıştır.
Dahası, 2018 yılına girildiğinde, özel ve devlet birlikte, 2018 yılında ödenmesi gereken borç stoğu 220 milyar doları aşmıştır. Toplam borç stoğunu konuşmuyoruz. Bu 220 milyar doları aşkın rakam, yıl başı itibari ile 2018’de ödenmesi gereken tutardır.
Ve elbette, 220 milyar dolarlık borç, TL bazında ödenmeyecektir. Bu durum, dövize olan talebi artırmıştır, başkası da beklenemez.
Satılacak birkaç şeyi kalmış olan devlet, kamu binalarını satışa hazırlanmaya başlamıştır. Ama ne ki, kriz dinamiği bunu beklememektedir. Dahası kamu binaları 220 milyar doları karşılar nitelikte değildir.
Savaşın yarattığı yükü, bu hesabın istediğiniz yerine koyabilirsiniz.
Ve Türkiye, 200 milyar dolar dövize ihtiyaç duymaktadır.
İnşaat sektörü, giderek daha derin bir krize girmektedir. Hesaplara göre, 200 binin üzerinde satılmak için bekleyen yeni konut vardır. Ve bu konutlar, kredili satılan konutların dışındadır. Daha şimdiden, bankalar, konut zengini olmuş durumdadır. Bankalar, ellerindeki konutları, emlakçılar üzerinden, kendi kimliklerini açığa vurmadan satmaya çalışmaktadır. Bu konut stoğu, ödenemeyen kredilerden kaynaklıdır ve önümüzdeki dönemde, bu ödenemeyen kredilerin daha da artacağı açıktır.
Bizzat Başbakan Yıldırım, 600 bin şirkete kredi verdiklerini açıklamıştır. 200 milyar TL kredi kullandırdıklarını, şimdi ise 7.5 milyar “nefes kredisi” kullandıracaklarını açıklamaktadır. 200 milyar kredi ile borçlu şirketler, 7,5 milyar ile nasıl nefes alabilir? Kredi sisteminin sonuna gelindiğinin de kanıtı buradadır.
Korkut Boratav, bu gidişin IMF kapısına dayanacağını söylemektedir. Mümkündür. IMF, bu gelişmeyi görmüş olmalıdır ki, hazırlıklara başlamıştır.
Mayıs ayında, dolar kurunda 1 TL’lik bir artış ortaya çıkmıştır. Bu 1 TL’lik artışın, borç yüküne katkısı 200 milyar TL’nin üzerindedir. Bu durum iflasların daha da artacağı anlamına gelmektedir.
Merkez Bankası, döviz artışını engellemek için, Reis’ten korktuğundan faiz artırımına gitmemiş, beklemiş ve sonunda dolar 5 TL’ye yaklaştığında, Reis kulaklarını indirerek izin vermiş ve 3 puanlık faiz artırımına gitmiştir. Faizi, %13,5’ten 16,5’e artırmıştır.
TC devleti ve Saray Rejimi, yalanı günlük yaşamlarını sürdürmenin asgarî koşulu hâline getirmiştir. Merkez Bankası, faizini artırdım demiyor da, olağanüstü durumlarda kullanılacak şekilde “geç likidite penceresi” faizini artırdım diyor.
İyi bakın lütfen, neyi artırmışlar; “geç likidite penceresi faizini”.
Nasıl ki, olağanüstü durumdayız deyip OHAL ilan ediyorlar, bu da faiz işinin OHAL’idir. Eğer 2 yıl OHAL sürerse, OHAL olağan hâl olur. Tıpkı ülkemizde olduğu gibi. Olağanüstü hâl, artık olağan hâldir. Merkez Bankası da, belki kendisi inanıyor mudur, “faizi değil, geç likidite penceresi faizini” artırmıştır. Peki, mesela faiz ne kadardır; %8’dir. %8 üzerinden, kime kredi vermektedirler; hiç kimseye. Öyle ise bu ne demektir?
Artık yalanları, kendilerinin inanmasına hizmet eden avuntulardır.
Faiz artırımına ilave olarak Erdoğan, mesela OHAL’i da kaldırıyorum demiş olsa idi, mesela Suriye’den çekiliyorum demiş olsa idi, belki de dolar kuru daha istikrarlı hâle gelebilirdi.
Türkiye’de gelişen kriz, sadece Türkiye ile mi sınırlı kalacak? Sanmıyoruz. Bu, sadece Türkiye’nin krizi de değildir. Dünya kapitalist sisteminin krizidir.
Kriz, her zaman, bir zayıf noktadan patlama ile ortaya çıkacaktır. Bu kez krizin Türkiye’den patlayacağını düşünmek daha doğrudur.
Bu kriz, Erdoğan’ın ve yandaşlarının iddia ettiği gibi, dış güçlerin bir oyunu vb. de değildir. Bu kriz, uluslararası yönleri olsa da, yağma ve ranta dayalı Saray Rejimi’nin yürüttüğü ekonomik politikanın krizidir. Uluslararası sermaye, elbette bu oyuna, krizde büyüme yönünde ortak olacaktır.
Kriz, bugünden burjuva iktisatçıların dikkatlerini çekmişe benzemektedir. Burjuva iktisatçılar, krizin, Türk bankacılık sistemini ciddi biçimde etkileyeceğini söylemektedirler. Haklıdırlar. Çünkü, yağma ve rant ekonomisi, Saray Rejimi tarafından, bankacılık sisteminin akıldışı, ranta uygun tarzda kullanılması ile sürdürülmüştür, sürdürülmektedir. Devlet bankalarının konut kredileri için, Saray’ın emri ile faiz indirmelerinin üzerinden birkaç gün geçmemişti ki, dolar zirve yaptı ve ardından Merkez Bankası faizleri 3 puan birden artırdı.
Türk bankacılık sisteminin krize girmesi, beraberinde, İtalya, İspanya, Fransa üzerinde etkili olabilecek midir?
Bu soru, ciddi bir şekilde tartışılmaktadır.
Krizin ekonomik boyutu üzerine bu kadar durmak yeterli.
Bu kriz, kapitalist sistemin sürmekte olan krizinin bir yeni patlaması olacaktır. Ve ardından başkaları da gelecektir.
İşte bu kriz koşullarında, sistem, krizin tüm yükünü, daha fazla ve daha fazla işçi ve emekçi halka yıkmaya yönelecektir.
Şimdiden Arjantin’de olan budur.
Arjantin, Türkiye ile birlikte, en riskli 5 ülke arasında gösterilmekte idi. Arjantin, şu anda IMF ile anlaşma yoluna gitmiştir. Ve Arjantin’deki krizin faturası, işçi ve emekçilere yıkılmaya başlanmıştır bile.
Tam da bundan söz ediyoruz.
Eğer işçi sınıfı, emekçiler yeterince örgütlü değil ise, yıllarca bu krizin faturasını ödemekle karşı karşıya kalacaklardır.
Ülkemizde sendikaların dibe vurduğu, sendikaların devlet tarafından yönetildiği düşünülürse, krizin faturasının ağır olacağı da açıktır. Ama öte yandan, zaten çok ağır yaşam koşullarında hayat mücadelesi veren işçilerin dayanma noktaları da kalmamıştır. Bunu da kayıt altına almak gereklidir.
Bu koşullarda, işçi sınıfının, emekçilerin, her yol ve araçla örgütlenmesinin geliştirilmesi, her koşul altında örgütlenme olanaklarının yaratılması büyük öneme sahiptir. Başka da yol yoktur.
İşçi sınıfı örgütlü ise her şeydir, örgütsüz ise hiçbir şey