Tehlikeli genellemeler yapmadığımız sürece, bu hareketlerin her birinin gelişimini aklımızda tuttuğumuz sürece, bu üç ülkede yükselen muhalafetle ilgili tartışmak olanaklıdır. Her üçünde de, sistemin alışılagelmiş partilerinin, yani düzen partilerinin alternatif olmadan çıkışı söz konusudur. Neo-liberal politikalar, kapitalist-emperyalist sistemin, dünyanın her yerinde sahaya sürdüğü politikalardır ve bu politikalara karşı doğrudan cepheden bir muhalefetin gelişimi oldukça sancılı olsa da, bir yol aramaktadır.
Ama bu arayış, üç ülkede de ancak dışarıdan bakıldığında, benzer yönleri arandığında, bir araya getirilebilir. Örneğin, Yunanistan’da meydana gelen toplumsal patlama ve ardından gelen eylemlilik süreci, devrimci hareketin, örgütsüzlüğü ortamında, kurulu sistemin tüm partilerine karşı ortak mücadele geliştirmesi söz konusudur. Bizde ise HDP, bir yandan Gezi Direnişi’ne dayanmakta olsa da, esas olarak Kürt devrimci hareketinin, 30 yılı aşkın mücadelesine bağlanmaktadır. Kürt halkı, bugün, en azından bölgemizin en örgütlü halkıdır. Bu örgütlülük küçümsenemezdir. Sistemin, düzenin, Kürt hareketine karşı uyguladığı politikanın iflas etmeye başlamasının HDP yükselişinde etkisi belirleyicidir. TC devleti, bir yandan Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı kontr-gerilla yöntemleri
ile kirli bir savaş organize etmiş ve diğer yandan bu özgürlük mücadelesinin Türkiye halklarına olası olumlu etkilerini kırabilmek için, büyük bir medya karanlığı örgütlemiş ve bununla bir milliyetçilik duvarı örmüştür. Gezi süreci, bu karanlığı aralamış, bu milliyetçilik duvarında delikler açmıştır.
İspanya’da Podemos ise her ne kadar dünya basınında, bizim sol basında Syriza ile benzetilmekte ise de daha farklı bir sürecin ürünüdür. Podemos hareketinin, tabandan, Latin Amerika’nın solcu iktidarları ile, hatta ve hatta Venezuela ile ilişkileri bilinmektedir. Ama tabandan gelişen bu ilişkilerin, partinin karakteri hakkında yeterli bilgi verdiği tartışılır bulunabilir. Podemos, daha çok neo-liberal politikaların, ABD’de ortaya çıkan krizin doğrudan İspanya’ya konut sektörü üzerinden yansımasının ve euro bölgesinde var olan krizin karşısında 2012’de 15 Mayıs’ta ortaya çıkan protesto gösterilerinden gelmektedir.
Bu üç hareket için bir karşılaştırma yapmak mümkün ise ve bu mutlaka ve mutlaka bir genelleme, kısa bir cümle vb. ile olacaksa, şöyle söylemek mümkün: Akdeniz’in batısına gittikçe hareketin yumuşadığını, sistem karşısında daha “belirsiz” bir yerde durduğunu söylemek mümkündür. En batıda İspanya’da Podemos’un sisteme karşı eleştirileri daha bulanıktır. İşçi sınıfı ve anti-kapitalist mücadele vurguları geridedir.
Bizim için ise, burada birincil olan konu, bu Akdeniz çevresindeki ülkelerde ortaya çıkan ve parlamentoları sarsan hareketlerin varlığının önemidir. Bu üç hareketi de dünya devrimi adına önemsemek gereklidir. Her bir hareketin farklılığını, çok ama çok önemli bulduğumuzu da belirtmeden geçmemek koşulu ile
Bu hareketlerin bugün durumları da farklıdır. Seçimler sonrasında, Syriza Yunanistan’da hükümeti almıştır, iktidardır. Çok farklı bir süreçle karşı karşıyadır. Podemos, İspanya’da seçimlerde büyük bir zafer kazanmıştır ve “elitlere” karşı muhalefet görevine soyunmuştur. Bizde, Türkiye’de ise HDP, seçimlerden net bir zaferle çıkmış, %10 gibi standart dışı bir barajı yerle bir etmiştir ve bugünlerde tek muhalefet partisi olarak mücadeleyi sürdürmektedir.
Şimdi, ortak soru şudur: Kapitalist sistem, içinde bulunduğu bu krizde, Sovyet sonrası dünyada, devrimci sosyalizmin yeterince güçlü olmadığı bu koşullarda, işçi sınıfının yeterince örgütlü olmadığı bugünlerde, gelişmekte olan bu muhalefeti, sistem içi hâle getirebilecek, uysallaştırabilecek mi?
Öncelikle bu soruyu, bu hareketlere bir güvensizlik olarak ele alma ihtimali olanlara, asla böyle bir niyetle bu tartışmayı açmak istemediğimizi söylemek isteriz. Bu önemlidir, çünkü, bu hareketleri önemli buluyoruz. Ama, yine de önümüzde böylesi bir nesnellik vardır. Yani, bu soruyu eğer ilk kez bizden duymuş iseniz, lütfen geç kalmış olduğunuzu da kabul ediniz. Çünkü, aslında bu bir nesnelliktir. Yunanistan’da sistem, sadece Yunanistan egemenleri değil, Avrupa kapitalizmi, IMF vb. hep birlikte, Syriza’yı sistem içi hâle getirmek, yola getirmek için, son derece acımasızca bir mücadele yürütmektedirler. IMF üzerinden geliştirilen,
Alman emperyalizminin sıkıştırmaları ile ortaya konan iflas açmazı, Syriza’yı, oylarını aldığı halkla karşı karşıya geliştirmek içindir. Bu nedenle Syriza, referandum yoluna başvurmuştur. Bunu bir direniş olarak görmek gereklidir. Bugün Syriza, düzen partileri ile aynı noktaya gelsin, bugün halka sırtını dönsün, kredi muslukları hemen açılacaktır. Bundan kuşku duymaya bile gerek yoktur.
Sadece bu örnek bile bize, sorunun haksız olmadığını, niyetlerimizin ürünü değil, nesnel gerçeğin kendisi olduğunu anlamamıza yeterlidir.
Sistem, bu üç ülkedeki gelişen muhalif hareketi, elbette farklı açılardan yüklenerek, elbette farklı yollar deneyerek sistem içi hâle getirmek için çoktan harekete geçmiştir.
Kapitalist sistemin midesi geniştir, pek çok muhalif hareketi hazmetmeye yetecek kadar deneyimi olmuştur. Bu nedenle, sistem karşısındaki konumumuzu korumak, halkların oylarını alırken sistemle mücadeleyi yükseltmek, ezbere sağlanacak, otomatiğe bağlanabilecek bir çizgi değildir.
Bu soru, HDP de içinde, bu üç hareket için geçerlidir. Bunun nedeni bu hareketlerin karekteridir. Geniş kitlelerin oyları ile gelişmek, aynı zamanda o kitlelerin dönüştürülmesi sürecinin de zorluklarını görmeyi gerektirir. Seçim sürecinde HDP karşısında “diyanet” tartışmasının nasıl kullanıldığını hatırlamak yeterlidir. Devletin dine açık müdahalesi demek olan diyanet işlerinin kapatılması gerektiğini, bugüne kadar söylememiş dindar kesim yoktur, ama buna rağmen, bizim yıllardır söylediğimiz bu talep, karşımıza bir saldırı aracı olarak, çarpıtılarak çıkarılmıştır. Yine HDP’nin karşısına çıkarılan “PKK ile bağım yok de” ya da “silâhları bırak çağrısı yap” gibi konular, gerçekte aynı amaçla yapılmaktadır, HDP’nin halk nezdindeki desteğini azaltma amacı ile.
Öyle ise sistemin bunu deneyeceği değil, denemekte olduğu açıktır. Bugün, bu denemelerini daha ileriye taşıyacaklarını tartışmalı, görmeliyiz.
Buna ehlileştirme süreci diyelim.
Bu süreç, ehlileştirme, sadece köşeye sıkıştırma taktikleri ile mi yürür? Elbette ki hayır. Yunanistan’da, borç krizi kullanılarak, Syriza eli ile, halkın kemer sıkmasını sağlayacak neo-liberal politikalar devreye sokulmak isteniyor. Böylece sistem, bir kere daha halkın hayallerini kıracak, gelişen mücadeleyi kıracaktır. Umutları söndürmek için, “bakın başka yol yoktur” demek istiyorlar. Eleştirebilirsiniz, güzel fikirleriniz olabilir, eşitlik, adalet ve özgürlük isteyebilirsiniz, ama
eninde sonunda ekonomik politikalara sıra geldiğinde neo-liberalizm dışında yol yoktur. İşte bunu kabul ettirmek için, Yunanistan halklarının iradesini kırabilmek için, Syriza’yı, karşı olduğu her şeyi kabul etmeye zorluyorlar.
Bu, ünlü çığlığı hatırlatıyor: Tarihin sonu!.. SSCB çözüldüğünde, emperyalizmin ideologları böyle haykırmıştı. Şimdi, pratik olarak bunu yaşatmak istiyorlar.
Bir hareketi, baskı ve şiddet ile bastıramadıkları zaman, onu “gerçekler” ile kuşatmak istiyorlar. Bu “gerçekler” elbette onların gerçekleridir. Hükümet olabilirsiniz ama, gerçek anlamı ile siyasal iktidarı almadığınız takdirde, bu tehlikeye karşı mücadele zorunludur. Venezuela örneği açıktır. Venezuela’da gelişen halk iktidarına karşı ortaya konan komplolar, yıllardır tükenmemektedir.
Burada da sistemin bir başka türlü hazmetme operasyonu devreye girmektedir.
Ama kuşkunuz olmasın ki, bu arada, anlamamızı istedikleri “gerçekler” sadece ekonomik değil, aynı zamanda “hassas duygular” da devreye sokulmaktadır. HDP’ye karşı, ülkenin her bir tarafında organize edilen saldırılar, Mersin-Adana, Diyarbakır, Ağrı gibi olanları dışında, bir de halkın galeyana getirilmesi ile korkutma, “hassas duyguları” anlama operasyonlarıdır. Yani, sadece provokatif eylemler organize etmediler, aynı zamanda linç girişimleri ile, kendilerine bağlı bir çete örgütlenmesini devreye soktular. Polis denetimi ve koruması altındaki bu çeteler, “hassas duyguları” dile getirmekte idi ve bizim bunlara karşı anlayışlı
olmamızı istemektedirler. Tüm barış süreci boyunca, bu konuda yaptıkları denemelerin haddi hesabı yoktur. Bu yıldırma politikası, halkların oylarını alan HDP’nin, “halkın” bir kesiminin tepkisi ile bu yoldan vazgeçmesinin sağlanması girişimleridir.
Ve elbette ki bunlara, daha ortada gibi duran, “akıllı” adamların tavsiyeleri, parasını başkalarından aldıkları “danışmanlıkları” gibi “yardımlar” devreye sokulmaktadır.
Eski ve bilindik bir hikâyedir, eylemciyi tutuklarsın, işkence edersin, işten atarsın, okulundan atarsın, olmadı mı, o zaman ailesini ziyaret edersin ve “çocuğuna sahip çık” dersin. Böylece aile mesajı alır ve kendi çocuklarının karşısına dikilir; çocuklarının ne yapmaya çalıştığını bir yana bırakarak, ona karşı durmaya, onu korumak için onu yolundan çevirmeye çalışırlar. Bu topraklarda, bunu tanımayan bunu yaşamamış aile yoktur desek yeridir. Ama yine de bu politikayı devreye sokarlar.
Seçimlerin hemen ardından, bu süreç geliştirilmeye çalışılmaktadır. Bir yandan tutuklamalar, diğer yandan baskı ve şiddet, yıldırma politikaları devreye sokulmaktadır. Hak arayan kim varsa karşılarına dikilmektedirler. LGBTİ yürüyüşüne de saldırmaktadırlar öğrenci eylemine de, işçi eylemine de saldırmaktadırlar cenaze törenlerine de.
Aslında bu, sitemin korkusudur.
Bize, bunun dışında hayat yoktur, diyorlar.
Bize, neo-liberal politikalar dışında yaşam alanı yoktur, diyorlar. Ve bunları kabul edip, adaletsizliği, işsizliği, açlığı, esirliği kabul edin, ama muhalif olmaya da devam edin diyorlar.
Elbette bunun çaresi de açıktır.
Örgütlenmektir. Daha geniş alanlarda, toplumun her yerinde, gelişmekte olan her hak arama eyleminde, her soru sorma girişiminde örgütlenmek. Yaşamın her alanını savunmak üzere örgütlenmek. Her muhalif sesi yükseltmek üzere örgütlenmek.
Esas olan, halkların, işçi ve emekçilerin örgütlenmesidir. Buradan geri adım atmamak gerekir.
Muktedirin her uygulamasını, elitlerin her saldırısını, sistemin kendisinden gelen bir saldırı olarak görmek, bunu göstermek gerekir. Mesele kişilerin meselesi değildir. Mesele bir ülkedeki burjuva egemenliğin kendisidir. Bu nedenle, işçi sınıfının kendi örgütlülüğü, halkların kendi örgütlülüğü, öğrencilerin kendi örgütlülüğü temeldir. Ve tüm muhalif hareketleri, sınıf karakteri ile ortaya çıkarmanın önünü açmak önemlidir. Örneğin erkek egemen sisteme karşı mücadelenin, somut olarak, burjuva egemenliğe karşı bir mücadele olduğunu, örneğin HES’lere karşı doğayı koruma mücadelesinin, sınırsız kâr emellerine karşı bir mücadele olduğunu anlamak ve anlatmak üzere örgütlenmeliyiz. Bu yolda elde edilen her kazanımı, sisteme karşı mücadele için bir mevzi olarak örgütlemeliyiz.
Çok uzun yıllardır, dünyanın bir ülkesinde gelişmekte olan bir devrimci hareket gördüklerinde, tüm emperyalist güçler, hep bir ağızdan, Sovyetlerin bunları desteklediğini söylediler. Ve bu arada kendileri dünyadaki her türlü gericiliği desteklemekten geri durmadılar. Bugün Suriye’deki savaşa bakalım, bugün Ukrayna’daki savaşa bakalım, dünyanın her yerinde barbarlığı aşan uygulamaları ortaya koyan hareketleri besleyenler kimlerdir? Bunlar bize dış destek, yabancı el gibi nutuklar atma hakkına sahip değildirler. Dünya gericiliği, en küçük bir muhalefet karşısında bir bütün olarak davranmaktadır. Biz dünyanın her yerinde devrimci dayanışmayı geliştirmek konusunda neden geri duracağız?
Hareket noktalarımızı, değerlerimizi koruyarak, örgütlenmek ve sisteme karşı uyanık bir mücadele yürütmek gereklidir. Dilin, tarzın, üslubun önemi kadar, örgütlenmenin önemini de kavramalıyız. Bunları birbirinin yerine koymadan, sisteme karşı topyekûn mücadeleyi geliştirmeliyiz.