Kıyamet “alâmetleri” midir bunlar? Bir yanda yangınlar, Ege ve Akdeniz’in en güzel yerlerini, ormanlarını, hepsi de deniz manzaralı ormanlarını küle çeviriyor. Daha yangınların ne olduğunu anlamadan, bu kez Karadeniz’in batısından doğusuna tümünü seller teslim alıyor, yıkıp önüne katıyor.
Kıyamet alâmetleri, dinî inanışların tümünde vardır. Neden kıyametin alâmetine gerek olduğu da bilinmez. Çünkü, alâmetleri ortaya çıkınca insanların kıyameti durdurma veya geciktirme şansı veya hakkı yoktur dinî inanışlarda. Ama kıyamet gününden çok korkulur. Ve anlatılanlar, sıradan şeyler değildir, sarsıcı, uç olaylardır.
Burada dinî inanışlardan biraz uzaklaşalım.
Sanki, tüm bu olup bitenlerde, sermayenin insan şekline bürünmüş hâli olan kapitalistin ve sistem olarak sömürü toplumlarının en gelişmişi olan kapitalist sistemin büyük payı vardır. “Sanki”, sözün gelişi olarak, “büyük payı” ise sizi düşündürmek içindir.
Kapitalizm, gezegeni yok ediyor.
Doymak bilmez kâr hırsı, insanın insan tarafından sömürülmesinde sınır tanımaz bir yoğunlaşma, doğanın ve onun bir parçası olarak insanın yağmasını, gezegenin yok edilmesi noktasına kadar getirdi.
Sermaye vampirdir, der Marx ve vampir sermaye, insan emeği, canlı insan emeği emerek büyür. Sermayenin insan hâlindeki şekli olan kapitalist, daha çok artık değer elde edebilmek, daha çok canlı insan emeğine el koyabilmek için, gözü doymak bilmeyen kâr hırsı için, tüm doğayı yok etmektedir.
Bunun elbette bir sonu vardır. Düşünülebilecek bir son, gezegenin kâr hırsı ile yok olmasıdır. Doğrusu sermayenin insan hâline dönmüş hâli olan kapitalist, dünyanın, gezegenin geleceğini düşünemez.
İkinci bir “son” da var elbette. Kapitalist sistemi yeryüzünden silip atmak, ortakçı, komünist düzeni kurmak. Toprağı, suyu sahiplenmiş, mülkiyetine geçirmiş kapitalistlerin, gökyüzünü, güneşi, havayı mülkleri hâline getirmesini beklemeden, burjuva egemenliği yerle bir etmek, insanın insan tarafından sömürüsüne son vermek, mülkiyete son vermek. İşte o zaman, insan “toplumsal” bir varlık olarak özgürleşebilir.
Burjuva özgürleşme, gerçek bir toplumsal özgürleşme değildir, olamaz. Bir burjuva kadın mesela, bir işçi veya köylü kadına göre, bir “ev kadını” (her ne demekse)’na göre elbette “özgür” sayılır. Ama en ileri toplumsallaşmayı “aile” ve “mülkiyet” bağları ile sınırlı tutmak zorunda olan burjuva özgürleşme, asla ve asla, gerçek bir özgürleşme olamaz. Mülkiyet ortadan kalkmadan, mesela kadının özgürleşmesi söz konusu olamaz.
Bizim özellikle vurguladığımız “mülkiyet” ve “mülkiyet ilişkileri”, “tekelci hâkimiyet” ve “onun gerektirdiği şiddet” gibi kavramlara lütfen tekrar bakılsın. Mülkiyet, tek başına, mülkü edinilen mesela ağaç ile, mülk sahibinin ilişkisi değildir. Mülkiyet bir “doğal” ilişki değildir. Öyle ise, orada duran ağaç gibi durmaz, bambaşka ilişkilere yol açar. Meta nasıl ki, fetişizme kadar varan bir sosyal süreç doğuruyor ise, mülkiyet de öyledir. Kadının mülk edinilmesi de içindedir. Para karşılığı seks, “ahlâksız teklif” diye ortaya çıkan filmlerin daha az kirlenmiş hâlidir.
Evet, konudan fazla uzaklaşmayalım, kapitalizmi yıkmak, gezegenin yok olması sürecini durdurabilecek bir başka seçenektir. Ve ister güçsüz olun, ister bunun zaman alacağına inanın, en kısa yol budur.
Demek ki biliyoruz ki, kapitalizm, gezegeni yok etmektedir.
Biliyoruz ki, bir sosyalist devrimler zinciri ile darma duman edilip, tarihin çöplüğüne atılmadan, bunun durması mümkün değildir. Öyle, zenginliğin zirvesindekilere terapi uygulayıp, onları insafa çağırarak bunu durdurmak mümkün değildir. Tersine bu öneriler, sonuçsuz önerilerdir. Yoksulluğa karşı zekât dağıtalım, kadına karşı şiddete karşı erkeklere yalvaralım, çocuk istismarına karşı insaf çağrısı yapalım, insanların ihtiyaçlarından fazlasını üreten (dünyadaki hemen her ürünün ortalama olarak ihtiyaçtan 2,5 kat fazla üretildiği Kaldıraç sayfalarında okunmuştur) kapitalistlere insaf edin yapmayın diyelim, zengin mahallerindeki çöplerden kırıntıları toplayalım, yangınlara, depreme, sellere karşı dua edelim tarzındaki öneriler, gerçekte, sorunun kaynağını gizlemektedir.
Yok eden, felaketlere zemin hazırlayan, kâr amaçlı üretimdir. Kâr amaçlı üretim, insanı yok etmektedir. Kâr amaçlı üretim vahşiliktir. Modern kapitalizm, sınıflı toplumların en gelişmişi, aynı anlama gelmek üzere en vahşisidir.
Gezegeni, insanı, insanın insan olma hâlini, insan toplumunu, tüm özgürlükleri yok eden, kapitalizmin kendisidir.
Bu nedenle de kapitalizmi yıkmak, sadece işçi sınıfının görevi değil, insanım diyen herkesin katılacağı bir büyük mücadeledir.
Kapitalizmi yok etmek üzere dünya proletaryası ayaklandığında, işte dünyevî kıyamet o zaman kopacaktır.
* * *
Peki ama, mesela ülkemizde yaşanan “felaket”ler daha yakından incelenmemeli mi? Yani, “kapitalizm budur işte” demek yeterli mi?
Elbette değil. Biz devrimciler, somut olayları somut olarak ele almaktan yanayızdır. Yani, nihayetinde, kapitalist sistemin yarattığı bir gerçek olan bu “afetler” konusunu da detaylıca, somut olarak ele almaktan yanayız.
Bu sayıda da yayınlanan Fikret Soydan’ın yazısını okudum. Doğrusu, hem detaylı bilgiler içermektedir hem de yangınlar konusunda gerçeğin tüm yönlerini ortaya koymaktadır. O yazı yayınlandıktan sonra, TC devleti, “yangın bölgelerine giriş-çıkışı” yasakladı. Halkın doğrudan yangına müdahalesi, aslında hava müdahalesi olmadan işe çok yaramasa da, halk içinde Gezi tarzı bir örgütlenme ve dayanışmanın gelişmekte olduğunu gördüler. Saray Rejimi işte budur. Yangınlardan sonra oluşan halk dayanışmasını, yeni bir Gezi’nin fitili olarak düşündüler ve hemen harekete geçip, yasaklamalar getirdiler. Aynı zamanda, basına da yangın görüntülerinin gösterilmemesi konusunda uyarılar, yasaklar geldi. Ardından, sosyal medyadan çağrılarla aktif olarak yangın söndürme çalışmalarına katılan ve çok izleyicisi olanlara saldırılar devreye girdi. Böylece, bizim iddiamız olan Saray ve halk, Saray ve işçi sınıfı karşıtlığı, iki cephe olarak bir kere daha ortaya kondu, yazı daha mürekkebi kurumadan doğrulanmış oldu.
Karadeniz’deki seller de benzer bir durumu göstermektedir.
1- Dere yataklarına yapılan binalar,
2- Sahilde dere yataklarını kesen yol.
Bu iki neden, aslında Karadeniz’in doğasını yağmalayan mantığın eseridir. Rant, yağma ve savaş ekonomisine de son derece uygundur.
Sadece, deniz manzaralı ormanları yakmıyorlar, sadece deniz manzaralı ormanlar yanınca onları seyretmiyorlar, aynı zamanda gelişen her doğal “felaket”i, ranta çevirmek için harekete geçiyorlar. Manavgat’ta, TOKİ evleri, faiz oranına kadar hesaplanıp, yangın sönmeden bizzat Saray’ın en başı tarafından pazarlanmaya başlandı. Marmaris’te insanların kafasına kendinden geçmiş bir kibir ile çay fırlatan Erdoğan, Kastamonu’da, Bozkurt’ta, “evlerinize doğalgaz getireceğim” diye müjde verdi.
Yerindedir, epilepsi hâli, “felaket” yaşayanlara “müjde” verme kibrini tepeye çıkartıyor. Şimdilerde, hep birlikte, şu tartışmaları dinliyoruz;
– Ölü sayısını söylemeyin,
– Sel görüntülerini göstermeyin,
– Derinliği 4 metreyi bulan akıntının HES kapaklarındaki arıza ile bağını söylemeyin,
– Toplama-çıkarma yapamayan Soylu’nun (Peker’e ithafen Süslü Süleyman’ın) hesaplama hatalarını yazmayın.
Peki basın ne yapsın?
Yanıtı belli, “takdir-i ilahi” desin. Devletin tüm gücü ile orada olduğunu söylesin. İnsanların çığlıklarını gizlesin.
Saray Rejimi, karanlığı çok seviyor. Yarasalar alınmazsa, yarasa gibi karanlıkta yaşamayı seviyorlar ve kan emmeyi. Yarasaların yapamadığı şeyleri de onlar yapıyor, rant yaratmak, yağma fırsatlarını kaçırmamak, savaş ekonomisini büyütmek. İşte Saray Rejimi’nin bu “felaket”lere yaklaşımı budur.
“Felaket”, aslında bilinmeyen afetler için kullanılabilir. Oysa Karadeniz’de sel meselesi bilinmez değildir. Bu ülkenin onurlu, namuslu insanları onlarca yıldır Karadeniz sahil yolunun nelere yol açacağını söylemişlerdir. Kendilerine vahiy indiğinden dolayı bunu bilmediler, hayır. Bu süreci, bilim, azıcık samimi olan herkese göstermektedir. Son selde, eski köprülerin yüksekliğini bilenler, yeni köprülerin neden o kadar alçak yapıldığını önceden soranlar, bir kere daha “bilmiş” oldular. HES’in ne demek olduğunu, önceden söyleyenler vardı.
Dere yataklarına yapılaşmanın ne demek olduğunu anlatanlar, “vatan haini” olarak isimlendirilmişlerdi. Yamaçlarda ağaç kesmenin ne demek olduğunu anlatanlar, “mülkiyet düşmanı” ilan edilmişlerdi.
Ve şimdi halkın gösterdiği tepkiyi bastırmak için, bir yandan Saray Rejimi, diğer yandan onun uzantısı olarak davranan burjuva “muhalefet” (CHP ve İYİ Parti dahil) devreye girmektedir. Mesele selin zararlarının önlenmesi değil, mesele selin zararları ile hayatını kaybedecek olanların kurtarılması değil, mesele halkın tepkisinin bastırılmasıdır. İşte yaptıkları budur.
Yani, Saray Rejimi bir taraftır. Burjuva egemenlerin, uluslararası tekellerin cephesidir. Karşısında, halk, işçi ve emekçiler, insanım diyen herkes diğer cephedir.
* * *
Birçok “okur yazar” ya da bizim yeni isimlendirmemizle okur yazar takımı (OYT), bugünlerde, haber izlememekle övünmektedir. Ülkenin hâli nedir diye görmek, bakmak istemiyorlar. Bir bölümü, “zaten yalan söylüyorlar” diye haber izlememektedir. Bir bölümü, “haber seyretme, o zaman moralin bozulmaz” demektedir.
Ne âlâ değil mi?
Devekuşu, bilmiyorum görünmemek için mi, ama tehlike anında kafasını kuma sokarmış. Ne de olsa devekuşu. Aklı, bizimki ile kıyaslanır gibi değil. Kafasını kuma gömünce, o güzelim vücudunun de görülmediğini düşünüyor olmalı. Bu hâle, gerçeğe gözlerini kapamak da diyebilirsiniz.
Ülke kan gölüne dönmüş, ülke kavruluyor, ülkede kıyamet kopuyor, ama bizim OYT, “kendi hâlinde mutluluk”un formülünü bulmuş gibi, haber izlemiyor. Böylece, OYT’nin, o kutsal, özenle korunması gereken, zarar görmemesi gereken sinirleri yıpranmıyor. Ne âlâ!
“Kendi hâlinde mutluluk”, aslında “bireyci” kapitalist mantığın bir devamı, uzantısıdır. Ve eksik sosyalleşmedir. Sosyalleşme, toplumsal bir varlık olarak insanın, kendi ailesinin dar çevresi dışında dostlarının, düşmanlarının oluşması demektir. Kendi dar aile çevresi dışında bir yakını, bir sevdiği, bir dostu olmayan, kendine en yakın dost olarak parasını ödeyerek gittiği psikologları bulmak zorunda kalır.
Kaçıştır.
Kadınlar her gün öldürülüyor, ama sen henüz öldürülmedin. Öyle ise “kendi hâlinde mutluluk” formülüne sarıl. Bu dünyada sadece sen ve senin ailen, başka hiç kimse yok. Kapını kimse çalmasın, kimse sana “tuzun var mı komşu” diye sormasın. Peki o en güzel giysilerini kimin için giyeceksin?
Ülkede eğitim gasp ediliyor. Özel okullar, büyük bir rant kaynağı olarak sunî varlıklar gibi yükseliyor, ama sen, okulunda “kendi hâlinde mutluluk” formülünü bul. Bulamadın mı, biraz da anti-depresan al, gözlerini kapat. Haber izleme. Aman, senin sinirlerin bozulmasın, öbür dünyada o sinirler sana çok mu lazım olacak?
Manavgat’ta bir anda, altı noktadan başlayan bir yangın var. Ülkenin çoğunu sarıyor. Yangını kimin yaktığını bilmiyoruz, doğru ama, kimin söndürmediğini biliyoruz. Aman bakmayayım, üzülürüm, o güzelim ağaçları yakıyorlar, ne kötü, için dayanmıyor, haberlere bakmayayım de. De ama, sen bakmayınca, o güzelim ağaçlar yine yanıyorlar. Senin ağaç sevgin, sadece sana ait ve sadece sende mi kalmalı? Bu mudur insan olmak, okur yazar olmak bu mudur? Bu mudur bilinçli hâlin senin? Peki ya bilinçsiz hâlin nasıldır?
Kürtler her gün öldürülüyor. Onların seçtiği belediye başkanları bir bir tutuklanıyor ve yerlerine kayyum atanıyor. Sen gelecek seçimlere kadar sakın haberlere bakma. Bakma ki, senin insanî duyguların incinmesin. O Kürt çocuklarının yanmasını sen seyretme, çocuğunun cesedini buzdolabına koyan annenin feryadını duyma, duyma ki, sen bir anne olarak kendi çocuğunu gönül rahatlığı ile emziresin, öyle mi? Bu mudur senin insan olma hâlin?
Ülkede her gün iş cinayetlerinde insanlar ölüyor. Her gün onlarca çocuk kayboluyor. Ama sen, sinirlerin bozulmasın da akşam yemeğini eşinle birlikte yiyebilesin diye sakın haberlere bakma. Sen en iyisi, Netflix’te bir film bul. O filmde, modern yaklaşımlarla “insanlık hâllerini” izle ve sonra şarabını koy, güzel bir film seyretmenin hazzını yaşa. Sana ne haberlerden!
Sel felaketini seyredemem, çünkü bu kadar kötülüğü artık midem kaldırmıyor. Öyle mi? Öyle ise Saray’a söyleyelim, senin midenin kaldıracağı kadarını yayınlasınlar. Yangın görüntülerini değil, sönmüş ormanların görüntülerini seyret, belki miden kaldırır. Sakın ha, yarısı yanmış inek görüntüsünü yayınlamasınlar, sakın ha tomrukların arasında sıkışmış suyun içinde can vermiş insan cesetlerini sana göstermesinler, onun yerine sana, selden sonra kalan çamuru göstersinler, bu sana yeter. Sen, Erdoğan’ın “çay atma” sahnesini seyret ve onu da, bu kadar da olmaz, diyerek seyret. De ki, hiçbir Avrupa ülkesinde bu olmaz, ama bizde oluyor. İşte senin insan olma hâlin budur.
Ama bir gün, senin başına bir şey geldiğinde, insanlara “bana yardım edin” demeyi unutma. Edecekler çıkacaktır, sakın şaşırma. İşte insan olan onlardır. Bugün seni, mücadele etmeye çağıranlardır.
* * *
“Felaket”leri, daha da ağır hâle getiren, ülkenin egemenlerinin hem dün hem de bugün aldıkları tutumdur. Doğaları gereği bunu yapıyorlar. Sermaye, işçi kanı emerek büyür. Kapitalist, sermayenin kişilik bulmuş hâlidir. O başka türlü davranamaz.
Felaket mi var, hemen, ellerini ovuşturur. Soylu’nun en çok sevdiği müzik, sigorta poliçesi keserken OKİ printer’ın çıkardığı ses idi ya. Artık biliniyor. Soylu, en süslü hâli ile bu sese aşıktır. Başka da bir duygu bilmez. Onun bildiği vatan bu sesten, poliçelerden gelecek paradan ibarettir. İşte aynen onun gibi, rantçılar, yağmacılar, felaket gördüler mi, peşin paranın kokusunu almış olurlar. Hemen harekete geçerler, TOKİ evleri ve şu kadar faiz. Saray onların ortak sesidir.
Ama Saray’ın bu hâli, bugünlerde, oldukça ilgi çekici sahneler ortaya çıkarmaktadır.
Acaba, hekimler bu konuda ne der? Sara ya da başka bir adla tutarak ya da epilepsi, salgın gibi bulaşıcı olabilir mi?
Biraz olsun bilgim var, daha çok ırsî diyenler çıkacaktır belki ama kimse “bulaşıcı” demeyecektir.
Ama ben yine de sormak istiyorum, sara, epilepsi, tutarak, acaba bulaşıcı mıdır?
Sara bir sinir hastalığı olarak tarif edilir. Herkesin gözünün önünde bir görüntü vardır: Birdenbire yere yıkılmış, bilincini kaybetmiş, ağzından köpükler çıkan ve soğan koklatılan bir vücut. Ama biliyoruz ki, aslında sara ya da tutarak ya da epilepsi, ruh hastalığı olarak da bilinir ve bir çeşit nöbettir. Hem çeşitli nedenleri vardır hem de türlü görünüm biçimleri. Bilinç kaybı ve sarsıntı hep var. Ama ani sinir patlamaları diyebileceğimiz ve ağızdan köpük gelmeden ortaya çıkan biçimleri de var.
Ahmet Nesin, sağolsun, konu ile ilgili bir video-yorum hazırladı. Cumhurbaşkanı’nın bu hâlini ele aldı. Erdoğan’ın bu hastalığını ben, ilk kez Yalçın Küçük’ün yazılarından öğrenmiştim. Küçük, saralı bir kişinin, mülkî amir olamayacağını söylüyordu ve Erdoğan’ın bu nedenle, diploma bir yana salt bu nedenle başbakan olamayacağını söylemişti. Baykal bunu biliyordur. Devletin her kademesinin bildiği bir “sır” olduğu açıktır. Ama yine de Baykal’ın bunu unutması, genç bir kadın ihtiyacının nüksettiği bir anda devlet pezevengine başvurması ile gerçekleşmiş olabilir. Amerika için bu sorun değildir. Saralı biri, belki de daha iyidir. Zaten, bu sara nöbetlerinin, hariçten bağlantı kurup mesaj almakta da işe yaradığı inancı yaygındır.
Ama acaba bulaşıcı mıdır?
Biyolojik olarak bulaşıcı olmadığını biliyorum. Irsî olduğu da söylenemez. Ama yine de sormak istiyorum, acaba “sara”, epilepsi bulaşıcı mıdır? Değildir demek kolay. O hâlde hekimler bize açıklasın, madem bulaşıcı değil, nasıl oluyor da, tüm Saray, epilepsi olmuş durumuna geldi?
Şaka bir yana, bizim “çöküş” dediğimiz budur. Tüm devletin, hatta dünya devletlerinin bildiği bir “sır”, ancak TC devletinde bu kadar korunaklı olarak saklanabilir.
Saray, halktan korkmaktadır. Saray’ın sırları, halktan saklananlardır. Bugün, Can Dündar’ın ülkeyi terk etmesine neden olan, malına mülküne el konulmasına neden olan “sır”, tüm dünyanın o zaman da bildiği, Suriye’ye silah taşıyan TIR’lar ya da “MİT TIR”larının ifşa edilmesi idi. Herkes biliyordu. ABD zaten işin içinde idi. İngiltere, Almanya vb. Rusya zaten biliyordu. Suriye zaten biliyordu. Bilmeyen tek ülkemizin insanları idi. Ama Can Dündar bu haberi yapınca, “devlet sırlarını açıklamaktan” vatan haini ilan edildi, kurşunlandı ve ülkeyi terke zorlandı.
Sara meselesi de böylesi bir “sır”dır. Herkes biliyor ama halk en az biliyor.
Belki de Saray bu sırrı açıklasa ve “saralı bir adama muhalefet edilir mi, bu ne utanmazlık” dese, yeni bir seçimi almak için bu sırrı kullanabilir.
Hadi diyelim ki, uyku hâli, bu epilepsinin kişisel yansımasıdır. Tamam, anlaştık.
Yangınlardan sonra, Erdoğan’ın TOKİ evleri pazarlaması da, diyelim ki, yağmacının, rantçının fıtratında vardır ve kişiseldir, yine anlaştık.
İyi ama, Rize’de “çay atma” gösterisi, Marmaris’te çay atma gösterisi, o da mı kişisel hâldir? Kürsünün yanında bulunan ve Erdoğan’ın çay atma törenini yöneten çığırtkanın varlığı, o da mı kişiseldir? Sanırım, bu yanlış olur ve burada anlaşamayız. Bu devlet töreninin epilepsi ile birleşmiş hâlidir ve epilepsinin bulaştığının göstergesidir.
CNN Türk yayınında, Erdoğan, gazetecilerin karşısına çıkıp, mülakat vermektedir. Bu, gazetecilerin soru sorması, onun da yanıtlaması anlamına gelir. Normal olarak durum budur. Sadece Erdoğan’a, “zeki” ve “eklenmiş” gazeteciler, kolay sorular sorarlar. Beklenti budur. Oysa anlaşıldı ki, hem de deşifre edilmedi, bizzat yayın sırasında anlaşıldı ki, Erdoğan, soruların yanıtlarını prompter adı verilen bir ekrandan okumaktadır. Demek, sorular önceden gazetecilere verilmiş. Gazetecilerin bu soruları ezberlemesi istenmiştir. Gazeteciler bu soruları ezberlemiş. Ve Erdoğan, önceden yanıtların verildiği prompter’dan bu yanıtları okumaktadır. Bu yetmemiştir. Erdoğan’a arkadan bir ses, söyleyeceklerini sesle söylemektedir. Tiyatrocuların “sufle” dediği repliği arkadan okuma uygulamasıdır bu. Ve dahası, arkadaki ses duyulmaktadır. Anlaşılan, ‘Düşkün’ Abdülkadir’in sesidir bu. Abdülkadir, düşkün olmanın yanında, bir de sufleci sıfatını hak etmiştir ve bunun için allah bilir kaç dolar almıştır.
Madem prompter’dan cevaplar verilecek, bunu organize edemiyor musunuz? Bu CNN ne biçim bir TV kanalıdır? Bu kadar televizyonculuk bilgileri yok mudur? Vizontele’yi seyretmemişler midir?
Madem sufleci lazım, bula bula Düşkün Abdülkadir’i mi buldunuz? Bari, tanınmayan bir ses olsa idi. Madem duyulacak, bari bir kadın sesi koysaydınız ki, reytinginiz yükselirdi.
Hem sonra Bahçeli’yi örnek alsaydınız; tweetlerini Atasagun’un yazdığını kimse biliyor mu? Hayır, hiç kimse bilmiyor.
Demek ki, epilepsi, bir ruh hastalığı olarak, değişik görünüm biçimlerinde, CNN’de de yayılmıştır.
Erdoğan bu görüşmede, yangınlar ve afetler üzerine konuşmaktan çok, üç bomba haber çıkarmıştır. İlki prompter ve sufle olayıdır ve onu konuşmuş olduk. Diğer ikisi şöyledir: (1) sosyal medyaya yeni bir sansürün ve denetimin getirilmesi hazırlığı. Bunun için meclisi bekliyorlar. CHP ve İYİ Parti, bu konuda “yandan çarklı” bir destek verecekler, görünüşte muhalif olacaklar, ama aslında destek verecekler. Başka bir nedeni yoktur. Yoksa Cumhurbaşkanı kararnameleri ile bunu yapabilirler. (2) Taliban ile görüşme meselesidir. Demek Erdoğan, Biden tarafından bilgilendirilmiş ve Taliban’ın yeni Afgan yönetimi olacağı kendisine deklare edilmiştir. Erdoğan bunu biliyor ve Taliban ile görüşmeden söz ediyor. Taliban ile zaten inançlarının farklı olmadığını söylemiştir. Bu, Müslüman dünyasına bir haber idi. Birçok samimi Müslüman, kadınların yüzlerine kezzap atan, çocukları ve kadınları mal olarak pazarlarda satan, adam kesen vb. eylemleri ile Taliban’ın İslam’ı temsil edemeyeceğini düşünmektedir. Ama İslam dünyasının lideri olarak anılmaktan hoşlanan Erdoğan, inançlarının Taliban ile farklı olmadığını söylemektedir. Birçok Afgan savaşçının, Biden görüşmesinde kararlaştırıldığı gibi, Türkiye’ye göç ettiği bugünlerde Erdoğan, diplomatik hamle yapmış, bunu CNN yayınında “patlatmış”tır. Taliban ile görüşme yakındadır. Aslında bu “beyan”, hâlihazırda bu görüşmelerin zaten var olduğunu göstermektedir. Muhtemelen, Taliban’ın, Kâbil’i almasını beklemektedirler ve onun da uzak olmadığını düşünmek mümkün.
Şimdi, Saray Rejimi’nin devrilmesi için, seçim beklemek üzerine hesap yapan devletin bir kanadı, muhalefet partileri, daha net olarak Saray payandası olarak deşifre olmaktadır.
Cepheler açıktır.
Birinde Saray Rejimi var. Uluslararası tekeller, ülkenin egemen burjuvaları, devletin içindeki “ulusalcı” diye adlandırılanlar, eski devlet demek olan Ergenekoncular, kısacası tüm devlet, Saray Rejimi’nin saflarındadır.
Diğer tarafta ise halk vardır, işçileri ile, emekçileri ile, gençleri ile, kadınları ile halk.
Devletin içinde birden fazla eğilim var. Bunlardan bir kesimi, Saray Rejimi’nin olduğu gibi, güçlendirilerek sürmesinden yanadır. Diğer bir kesimi ise, “parlamenter sisteme” dönerek, Saray Rejimi’ni arkada bırakıp, devleti korumak isteyenlerdir. Onlara göre, kişiyi değil, devleti kurtarmalıyız. Bu nedenle, uygun bir yöntemle, Erdoğan’ın değişimini istemektedirler. Bu konuda da Erdoğan’ı ikna etmeye çalıştıkları söylenebilir, yansıyan budur.
Her iki eğilim de sonuçta halka karşıdır ve esas olarak halktan korkmaktadır. Bu nedenle yangın bölgelerinde halkın çalışmasını istemiyorlar. Bu nedenle sel haberlerini gizliyorlar. Bu nedenle, medyada karartma uyguluyorlar. Bu nedenle, her hak arama eylemine saldırıyorlar. Bu nedenle, baskı ve şiddeti artırırken, CHP ve İYİ Parti eli ile halktaki öfkeyi kontrol etmek istiyorlar.
Halkın seçeneği ise açıktır.
İşçi sınıfı önderliğinde, iktidarı almak, tüm iktidarı burjuvalardan temizlemek halkın gerçek kurtuluş seçeneğidir.
Bunun yolu ise açıktır; örgütlenmek, direnişi daha da örgütlü hâle getirmek, her şart ve koşul altında direnişi sürdürmek.
Bize diyorlar ki, bu çok zor.
Zor olduğunu kabul ediyoruz. Ama bunun tek seçenek olduğunu, halkın, işçi ve emekçilerin tek kurtuluş yolu olduğunu biliyoruz. Zor olacağı kesin. Kolay zafer olmayacağı kesin. Binlerce yıllık sömürü ve aşağılanma ile, binlerce yıllık yıkım ve katliamlarla hesaplaşmak, binlerce yıllık sömürü düzenini yıkmak, yeni bir dünya kurmak kolay değildir. Esas zorluk, şimdiden söylemek gerekir ki, yeni dünyayı, savaşsız ve sömürüsüz bir dünyayı kurmak bölümüdür.